Yazar: John Hannah, Foreign Policy, 15 Haziran 2016
Çeviren: Ercan Caner, Sun Savunma Net, 4 Ağustos 2017
Houston, bir problemimiz var. Ciddi bir problem. Yavaşça fakat amansız bir şekilde Türkiye derin bir uçuruma doğru yuvarlanıyor. Gelecek gerçekten çok karanlık ve kasvetli. Despotluk. Terörizm. Sivil savaş. ‘‘BAŞARISIZ DEVLET’’ ve ‘‘ZORLA BÖLÜNME’’ ufkun hemen üzerinde görünmeye başlamış durumda. ABD politika yapıcılarının, hiç istemeseler de bu soruya cevap bulma günü yaklaşıyor olabilir: Ciddi şekilde kötüye giden bir NATO müttefiki ile ne yapılabilir?
Türkiye’nin üzücü ve giderek geri dönülemez bir şekilde tek adam iktidarına doğru düşüşü hızlı bir şekilde devam etmekte ve hatta giderek büyük bir ivme kazanmaktadır. Beş hafta önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sadece altı ay önce Adalet ve Kalkınma Partisine (AKP) büyük bir seçim zaferi kazandıran, oyların yaklaşık olarak %50’sini alan ve parlamentoda çoğunluğu elde eden Başbakan Ahmet Davutoğlu’na istifa etmesini emretmiştir.
Peki, Davutoğlu’nun günahı neydi? Görev süresini tamamlamadan kovulmak ve böylesine aşağılanmak için Davutoğlu ne gibi bir kötülük yapmıştır? Hiçbir şey, onun tek suçu Erdoğan’a yeteri kadar yaltaklık yapmamasıdır. Demokrasileri Koruma Vakfından arkadaşım Aykan Erdemir’in anlamlı bir şekilde işaret ettiği gibi, Davutoğlu’nun, yaklaşık iki yıl kadar Erdoğan’ın gündeminin %90’ını tam bir köle gibi uygulaması ve onun bütün istediklerini harfiyen yerine getirmesi artık yeterli değildir. Bundan sonra Türkiye’de geçerli olan kural, yeni sultana sadece tam itaat ve onun isteklerini %100 yerine getirmektir.
Erdoğan’ın en fazla tahammül edemediği husus, kendisinde saplantı haline gelmiş delilik seviyesindeki, tehlikeli şekilde kutuplaşan bir toplumun boğazına, Türkiye’nin parlamenter sistemini icracı bir başkanlık sistemi ile değiştiren veya daha doğru bir ifadeyle ‘‘imparatorluk’’ ile değiştiren yeni bir anayasayı sokma yönündeki arzusudur. Erdoğan’ın Davutoğlu’nu değiştirmesinin tek nedeni; onda bu arzusunu yerine getirmek için yeterli coşku ve heyecanı görememiş olmasıdır. Kendisi için istediği bu yeni rol Erdoğan’a, mutlak iktidarını sağlamlaştırma ve sistematik bir şekilde yıllardır yürüttüğü anayasa dışı saldırılarını içeren eski fiili meşruiyetine; ordu, adalet, medya, özel sektör, sivil toplum örgütleri dâhil olmak üzere, hemen hemen ülkedeki bütün kamu ve özel kurumlar üzerinde totaliter dürtülerini uygulayacağı bir güç vermektedir.
Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisine, Davutoğlu’nun yerine kendi elleriyle seçtiği birisini yerleştirme emrini vermiştir. Büyük bir ulusu 15 yıldır yönetmekte olan iktidardaki bir partinin, böylesine önemli bir kararı verirken, bir dereceye kadar görüş alışverişinde bulunması ve hatta kendi bağımsız başarıları ve Türkiye’nin geleceği hakkında kendi vizyonları olan siyasetçiler arasında bir rekabet ortamı yaratması beklenirdi.
Bunların hiçbirisi yapılmadı. Bunun yerine Binali Yıldırım isimli birinin seçilmesi ve sadece Yıldırım’ın, Davutoğlu’nun yerine AKP’nin yeni lideri ve Türkiye’nin yeni başbakanı olacağı yönündeki emir, Erdoğan’ın 1000 odalı sarayından gelmiştir. Binali Yıldırım, uzun yıllardan beri Erdoğan’ın çok yakın çevresi içinde yer alan ve söylediklerini harfiyen yerine getirecek olan ona çok sadık birisidir. Lenin’in de gurur duyacağı bir parti disiplini ile 1.400’den fazla AKP delegesi, akıllıca davranarak ve övücü şarkılar eşliğinde, büyük şefleri Erdoğan’ın emirlerine tam bir itaatle, oybirliği ile onun seçtiği adayı onaylamıştır.
Yeni AKP lideri ve Türkiye Başbakanı Yıldırım, kendi adına, hürmetkâr bir şekilde Erdoğan’ın iktidar hevesinin gerçekleştirilmesinde önemsiz bir kimse rolünü oynayacağını açık bir dille ifade etmiştir. Yeni hükümetin açıklanmasından sonra AKP grup toplantısında grubuna hitap eden Binali, ‘‘Sayın Cumhurbaşkanım, buradan AK Parti grubu olarak bir kez daha diyoruz ki, yolun yolumuzdur, davan davamızdır, sevdan sevdamızdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olmaya devam edecektir’’ şeklinde konuşmuştur. Önceliklerinin ne olduğu hususunda hiçbir şüphe olmamasını garanti altına almak maksadıyla Yıldırım, ‘‘Bugün en önemli görevimiz, anayasayı değiştirerek bu fiili durumu yasal hale getirmektir. Yeni anayasa icracı bir başkanlık sistemi olacaktır’’ ifadelerini kullanmıştır.
Yeni Başbakan Binali Yıldırım aynı zamanda Erdoğan’ın diğer talihsiz bir macerası olan Kürdistan İşçi Partisine (PKK) karşı Türkiye’nin topyekûn savaşını da sorgulamadan destekleyeceğinin altını çizmiştir. Ülkenin çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı güneydoğusundaki kent ve kasabalarda on aydır sürmekte olan savaşın sonuçları, bazı zamanlarda, 1990’lı yıllardaki PKK ayaklanması esnasındaki felaket seviyesinin dahi üzerine çıkmıştır. Geçmiştekinin aksine savaşın bu son raundu, dağlar yerine meskûn mahallerde yoğunlaşmış ve iki ateş arasında kalan sivil halkın çok daha fazla zarar görmesine neden olmuştur. Türkiye’nin PKK ile olan mücadelesi şimdiye kadar hiç olmadığı oranda, bir Türk-Kürt çatışmasına dönüşme riskini taşımakta ve sınırlı bir terör karşıtı operasyondan ziyade iç savaş gibi görülmeye başlamaktadır.
Erdoğan’ın 2013 yılında PKK ile ateşkes sözü, belirsiz bir barış sürecinden ziyade, Kürt terörizmine karşı milliyetçi duyguları harekete geçirmenin, despotik hırslarını gerçekleştirme yolunda kendisine çok daha güvenilir bir yol sağladığını görmesi sonrasında çoktan çöpe atılmıştır. Fakat Türkiye’nin uzun vadede ödeyeceği bedel, Erdoğan’ın kısa vadeli kazanımları ile karşılaştırıldığında gerçekten yüksek olabilir ve bu bedel sadece kaybedilen canlar ve tahrip edilen mallardan ziyade, ülkenin güneydoğusunda yaşayan bütün Kürt kuşağının, giderek artan oranda radikalleşmesi ve Türk devletinin diğer yerlerinde kendilerine yaşam hakkı olmadığı yönünde ikna olmalarıdır.
Türkiye’nin demografik eğilimlerine bakıldığında tehlike daha da büyümektedir. Kürtler şimdiden ülke nüfusunun yaklaşık olarak %20’sini oluşturmaktadırlar. Fakat etnik Kürtlerin günümüzdeki doğurganlık oranının, etnik Türklerin doğurganlık oranından iki kat daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Erdoğan yıllardır bu meseleyi kafasına takmış durumdadır ve hiç durmaksızın Türkiye’nin demografik bir zaman bombası tehdidi ile karşı karşıya olduğunu tekrarlamaktadır, gerçekten de geçtiğimiz hafta yaptığı bir açıklamada Türk kadınlarını doğum kontrol tedbirleri kullandıkları gerekçesiyle ağır bir şekilde eleştirmiştir. Fakat bütün bunların hepsi boşunadır. Bazı öngörülere göre bir nesil sonra Türkiye’deki askerlik çağına gelen gençlerin yarısından fazlası Kürtçe konuşan hanelerden gelecektir. Günümüzde Erdoğan’ın politikası olan etnik hoşnutsuzluğu ve Kürt milliyetçiliğini kırma yönündeki aşırı gayretlere bakıldığında aslında Erdoğan, Türkiye’nin uzun vadeli coğrafik canlılığını yok ediyor olabilir. Ülkenin güneydoğusunun tamamen bölünme kuruntusunun giderek büyüyeceği de kaçınılmaz bir gerçektir.
Tehdit, hiç şüphesiz komşu Suriye’de sürmekte olan iç savaş ve Türkiye’nin güney sınırında, PKK’nın Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve onun yarı askeri unsuru Halk Koruma Birlikleri (YPG) hâkimiyetinde kendi kendini yöneten bir Kürt oluşumu nedeniyle iyice kötüleşmiş durumdadır. İki yıl önce Erdoğan, Irak Kürdistanı’na erişme ve başarılı PKK barış süreci ile uyumlu bir şekilde; bütün bölgede yayılmakta olan Kürt uyanışını etkisi altına almak, şekillendirmek ve son olarak da kırmak maksadıyla PYD ile daha geniş bir stratejik ilişki içine girme taraftarı olabilirdi. Bunun yerine Erdoğan, İslami Devlet dâhil bütün Sünni cihat savaşçılarının faaliyetlerine izin vermek anlamına gelse de Suriyeli Kürtlerin yükselişini, ezilmesi gereken ölümcül bir tehdit olarak yorumlamaktadır.
Söylemeye gerek yok, bu politika Türkiye için stratejik bir felaketle sonuçlanmıştır. Erdoğan’ın 2014 yılı sonlarında İslami Devlet terör örgütünün Suriye kasabası Kobani’de Kürt sivilleri katletmesine açık bir şekilde göz yumması, milyonlarca Türkiyeli Kürt vatandaşını yabancılaştırmıştır. Bu durum, Amerika Erdoğan’ın hedeflerine aykırı olarak, YPG’ye Kobani’yi savunması maksadıyla yardım için devreye girdiğinde, Birleşik Devletler ile ilişkilerde de ciddi bir bozulmaya neden olmuştur. O günden beri ABD’nin YPG ile olan askeri iş birliği giderek derinleşmiş ve YPG (Vaypici) Suriye’de İslami Devlet terör örgütüne karşı yürütülen savaşta, Washington’un en etkili ve güvenilir ortağı haline gelmiştir. YPG’nin, Erdoğan’ın giderek kulakları daha da tırmalayan rahatsız edici feryatları ve protestolarının aksine, hem yürütülen mücadelede hem de ABD ile olan ilişkilerindeki başarısı, Türkiye-Suriye sınırının her iki tarafında kaçınılmaz olarak Kürt ihtiras ve tutkularını kamçılamıştır.
Bu arada, Türkiye’nin İslami Devlet terör örgütüne karşı cılız mücadelesi de ters tepmiştir ve şimdilerde ülkeye dadanmış durumdadır. Türkiye geçtiğimiz yıl içinde giderek artan oranda, grubun Türkiye yaşam hattını kapatması ve İslami Devlet karşıtı koalisyona destek vermesi yönünde uluslararası baskılara maruz kalırken, intikam duygusu ile harekete geçen İslami Devlet terör örgütü, Türk kentlerinde kitlesel kayıplar verdirdiği saldırılar başlatmıştır. İslami Devlet terör örgütü tarafından yapılan saldırılar tam da PKK’nın militan bir uzantısı olan grubun, güneydoğuda yeniden başlayan savaş kapsamında gerçekleştirdiği saldırıların üzerine gelmiştir. Hem İstanbul hem Ankara, birkaç kez terör saldırılarına maruz kalmıştır. İslami Devlet terör örgütünün saldırıları ve ölü sayısı giderek daha da artmaktadır. Tehlike ve istikrarsızlık hissinin birçok cephelerde giderek artması, Türkiye açısından hayati önemde olan turizm endüstrisini vurmuş ve iyice sallantıda olan ekonomiyi çok daha tehdit eder bir hale gelmiştir.
Türkiye’nin aşağı doğru hızla çöküşünün örnekleri bununla da bitmemektedir. Erdoğan geçenlerde, Kürt yanlısı Halkın Demokrasi Partisi (HDP) milletvekillerinin, PKK ile bağlantılı oldukları iddiaları ile yargılanmalarının önünü açmak maksadıyla, zorla milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını talep etmiştir. Çıkarılmasını istediği yasa ile HDP milletvekillerinin de Türkiye’nin Kürt ve Suriye savaşı politikaları hakkında soru sordukları için terörü desteklemekle suçlanan diğer gazeteci, akademisyen ve sivil eylemciler arasına katılmaları planlanmıştır. Erdoğan’ın çok daha baskıcı Orwellian yaklaşımına çarpıcı bir örnek; 2.000 kadar insanın ona hakaret ettikleri gerekçesiyle suçlanmasıdır. Bunun anlamını bir dakika iyi düşünün lütfen.
Ve Erdoğan’ın Mart ayındaki Washington ziyaretindeki manzarayı hatırlayın: Washington caddelerinde, güvenlik ekibindeki haydutların tasmalarını bırakarak, konuşmasını protesto etmek isteyen barışçıl göstericilerin üstüne salmıştır. Bu olayı daha iyi anlayabilmek için, aynı fedailerin, seyircilerin arasındaki usulüne uygun olarak davet edilmiş, Erdoğan’ı eleştiren Türk gazetecileri zorla uzaklaştırmaya çalıştıklarını da dikkate alın. Bu gerçekten sıra dışı bir olaydır. Dünyanın en büyük demokrasisi ve ifade özgürlüğü savunucusu olan bir ülkede, genişleyen despotizmini yaymaktan başka bir şey düşünmeyen yabancı bir lider aşırı gururunu hiç çekinmeden sergileyebilmektedir. Bu gerçekten bir uyarı işaretidir, size göre de öyle değil mi?
ABD çıkarlarını daha da tehdit eden diğer bir husus ise Türkiye’nin İslami Devlet ile hiç te iyi olmayan geçmişine ilave olarak, Suriye’de savaşan El Kaide’nin yerel kolu Jabhat al-Nusra dâhil, diğer Sünni cihat savaşçılarını çok daha aktif bir şekilde desteklemesidir. Bu arada Filistin terör örgütü HAMAS mensubu bir grup terörist, İstanbul’da güvenli bir hayatın tadını çıkarmaktadırlar. Ve Erdoğan, Avrupa Birliğine karşı; mültecileri Türkiye’den otobüslere bindirerek Avrupa ülkelerine gönderme yönündeki tehditlerini hiç utanmadan sürdürmekte ve karşılığında çok büyük mali yardımlardan, Türklere vizesiz seyahate kadar değişen taleplerde bulunmaktadır. Erdoğan 2015 yılı sonlarına doğru ‘‘Yunanistan ve Bulgaristan’a her an kapıları açabilir ve mültecileri otobüslerle gönderebiliriz’’ sözleri ile AB yetkililerini uyarmıştır. ABD’li senatörler ile kapalı kapılar ardında yapılan bir toplantıda Ürdün Kralı Abdullah II, bölgedeki problemler için Erdoğan’ın radikal İslami bir çözüme inandığını ve teröristlerin Avrupa’ya gitmesi gerçeğinin Türk politikasının bir parçası olduğunu ifade etmiştir. (ÇN: Bu konuda ayrıntılı bilgi için Sun Savunma Net sitesinde de Türkçeye çevrilerek yayımlanan, ‘‘Ürdün Kralı Türkiye’yi Avrupa’ya Terörist Göndermekle Suçluyor’’ başlıklı makaleyi okuyabilirsiniz. http://sunsavunma.net/guncel/urdun-krali-turkiyeyi-avrupaya-terorist-gondermekle-sucluyor/)
ABD yetkilileri Erdoğan’ın Türkiye’sinde ortaya çıkmakta olan felaket hakkında da artık uyanmaktadırlar. Geçtiğimiz yaz, İslami Devlet terör örgütünün Irak ve Suriye’de halifelik ilan etmesinden bir yıl sonra Başkan Obama, bir basın konferansında binlerce yabancı savaşçının hala Türkiye üzerinden bölgeye akın ettiğini ifade etmiştir. Bütün cihatçı özentilerinin durdurulamayacağını ifade eden Obama, daha iyi bir koordinasyon, iş birliği, istihbarat ve Türkiye-Suriye sınırında olan bitenlerin daha etkin bir şekilde izlenmesi durumunda ise bölgeye akın etmekte olan birçok yabancı savaşçının önlenebileceğini açıklamıştır. 60 yıldan fazla bir süredir NATO müttefiki olan bir ülkenin, ABD liderliğindeki mücadeleye bu desteği neden sağlamadığı herkesi düşünmeye itmektedir. Başkan Obama bu durumu basit bir şekilde özetlemiştir; ‘‘Bu, problemi anlayan, fakat çözmek için tam kapasiteyle harekete geçmeyen Türk yetkililer ile daha derin bir iş birliği arayışında olduğumuz bir alandır. Ve bunun üzerinde çok zaman harcanması gerektiğine inanıyorum.’’
İki ay önce Atlantic dergisinde yayımlanan uzun bir röportajda ise Başkan Obama’nın Erdoğan hakkındaki değerlendirmeleri çok daha açık sözlüdür. Başkan ile görüşmeyi yapan Jeffrey Goldberg; Obama’nın başlangıçta Erdoğan’ı Doğu ve Batı arasında köprü olabilecek ılımlı bir Müslüman lider olarak, yanlış değerlendirdiğini, fakat şimdi Erdoğan’ı dev gibi ordusunu Suriye’ye istikrar getirmek maksadıyla kullanmayı reddeden bir fiyasko ve otoriter bir lider olarak gördüğünü ifade etmektedir.
Başkan hiç şüphe yok ki haklıdır. Erdoğan bir fiyaskodur. Fakat aynı zamanda, ABD çıkarları karşısında giderek büyüyen bir tehdittir. Onun politikaları, NATO’nun çok önemli bir üyesi olan Türkiye’nin refah ve istikrarını kesin olarak tehlikeye sokmaktadır. Fakat onlar, kesin olarak başta Suriye ve Orta Doğu ile giderek artan oranda Avrupa olmak üzere, Türkiye sınırları ötesinde de aşırılık ve terörizm ateşini körüklemektedirler. Güvenlik ve istikrar için, NATO’nun güney kanadında siper olması gereken bir ülke, giderek ittifakın demokratik değerleri ve daha da önemlisi çıkarları için ana bir risk kaynağı haline gelmektedir.
Eğer hala yapılabilecek bir şeyler var ise, bu meseleyi çözmek her zamankinden çok daha zor olacaktır. Erdoğan’ın Türk politikalarına olan mutlak hâkimiyeti göz önüne alındığında, bizzat Erdoğan’ın kendisi büyük bir problemdir. Sahneden çekilmesi veya hareketlerinin kısıtlanması durumunda her şey çok daha iyiye doğru gidebilir. Fakat bu iki senaryo da olası görülmemektedir. Yıllardır Türk halkı, AKP’nin daha sorumluluk sahibi liderlerinin en sonunda ‘‘Yeter artık’’ diyeceği, partiyi böleceği ve Erdoğan’ın hızla artan otoriterliğini devreden çıkarmak maksadıyla, gerçekten ciddi bir merkez sağ parti kuracağı yönde spekülasyonlarda bulunmaktadır. Fakat eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Davutoğlu gibi bağımsız özellikli ve sadece Erdoğan’ın karşısına çıkarak, Türkiye’yi onun giderek artan aşırılık ve zorbalıklarından korumak isteyen bu insanların birbiri ardına önleri kesilmekte ve Erdoğan tarafından aşağılanmaktadırlar.
Az da olsa birkaç iyi gelişme de mevcuttur, bunlar hiç kuşkusuz gerçekleşme olasılığı oldukça düşük olan, fakat Erdoğan’ın tekerine çomak sokabilecek olan gelişmelerdir. 2013 yılında milyonlarca Türk vatandaşının sokaklara dökülerek Erdoğan hükümetini sarstığı barışçıl Gezi Parkı protestoları gibi başka bir kitlesel protesto eyleminin patlak vermesi, teorik olarak Erdoğan’ın imparatorluk düşlerini duraklatabilir.
Özellikle Erdoğan’ın yükselen despotizmine karşı yaygın popüler muhalefet, onun Türkiye’nin mevcut anayasasına saygı göstermemesine duyulan tepki ile birleştiğinde, bir tür askeri müdahale olasılığı da tamamen göz ardı edilmemelidir. Konvansiyonel akıl, Erdoğan’ın, iktidarının ilk yıllarında uydurma davalar ile Türk subaylarının ülke politikalarında bir daha asla söz sahibi olamayacak şekilde etkisiz hale getirildiklerini söylese de bazı analizciler bu değerlendirme hakkında son zamanlarda şüpheleri olduğunu ifade etmektedirler. Bu analizciler tarafından, 2014 yılından başlamak üzere ve özellikle PKK terör örgütüne karşı topyekûn savaşın tekrar başlaması sonrasında, bazı ortak rakiplere karşı Erdoğan giderek artan oranda ordu ile taktik bir iş birliği içine girmiş ve böylece kaçınılmaz olarak Türk ordusunun gücünü, itibarını ve belki de ihtiraslarını yeniden diriltmiştir. Türkiye’nin durumu kötüleşmeye devam eder ve artan terörizm, siyasi anlaşmazlıklar ve geleneksel Batılı ortaklar ile daha da kötüleşen ilişkiler sonucunda, teoriye göre ordunun İslami diktatörlüğe ve çöküşe giden Türkiye’yi kurtarmak maksadıyla Erdoğan’ın aleyhine dönmesi de dikkate alınması gereken bir olasılıktır.
Oldukça uzak ta olsa bir diğer olasılık ta AKP ve hatta Erdoğan’ı da kapsayan ve 2013 yılı aralık ayında ortaya çıkan dev rüşvet ve yolsuzluk skandalının tekrar gündeme gelmesidir. Erdoğan, kendisine, ailesine ve bazı yakın AKP’li dostlarına karşı açılan davaları, hukukun üstünlüğü ilkesine gerçekten iğrenç bir müdahale ile Türk adalet sisteminin tamamen yok edilmesi pahasına da olsa 2014 yılında ortadan kaldırmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk skandalının aydınlatılmasında katkısı olan binlerce hâkim, savcı ve polis görevlerinden uzaklaştırılmış ve yerlerine AKP’ye sadık olanlar atanmıştır. Hoşça kal yolsuzluk skandalı, merhaba imparatorluk başkanlık sistemi!
Veya belki, sadece belki de öyle olmayabilir. Kaderin tuhaf bir cilvesiyle yolsuzluk skandalının tam ortasındaki Türk-İran iş adamı Reza Zarrab, üç ay önce, ailesiyle birlikte Disney World’de tatil yapmak için geldiği Birleşik Devletlere girişi esnasında tutuklanmıştır. New York güney bölge savcısı Preet Bharara, Zarrab’ı, Türkiye ve Zarrab tarafından verilen milyonlarca dolar rüşvet karşılığında kritik rol oynadığı iddia edilen Türk yetkililerin de yer aldığı, İran’a olan yaptırımları delmek suçuyla dava etmek istemektedir.
Savcı Bharara, davayı İran’a olan yaptırımları delmekle sınırlandıracak gibi görülüyor. Fakat ya davayı Zarrab’ın Türkiye’deki faaliyetlerini de kapsayacak şekilde genişletmeye karar verirse ne olur? İlginç bir şekilde, dava öncesi yapılan duruşmada Bharara’nın mahkeme heyetine sunduğu bilgilendirme, Zarrab’ın Erdoğan hükümetindeki bakanlara ve Erdoğan’ın eşinin başkanı olduğu bir yardım derneğine verdiği iddia edilen rüşvetler ile ilgili ayrıntılı bilgileri de içermektedir. Kendi derisinin yüzülmesini önlemek maksadıyla Zarrab’ın baklayı ağzından çıkararak, ABD’nin İran’a karşı yaptırımlarını delme suçu işlerken, Türk hükümetindeki en üst düzey politikacılardan hangilerinin kendisiyle suç ortaklığı yaptığını açıklaması, kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir olasılıktır. Bir Amerikan mahkemesinden gelen böyle bir sürprizin, Erdoğan’ın Türkiye’deki siyasi kaderine olan etkisini herkes kolaylıkla tahmin edebilir. Zarrab’ın tutuklanmasını takip eden birkaç gün içinde savcı Bharara’nın Twitter hesabını takip eden Türk vatandaşlarının sayısının 200.000’in üzerine çıkması, birçok Türk vatandaşının bu olayın Erdoğan’ın siyasi kaderine çok önemli etkileri olacağına inandığının bir göstergesidir.
Olay sonrası Davutoğlu; ‘‘Uçağın düşürülmesi emrini bizzat ben verdim’’ açıklamasını yapmıştır. Erdoğan ise muhtarlara hitaben yaptığı bir konuşmada, “Bölgede yeni gerilimler çıkarmak istemiyoruz. Rusya’yı hedef almak için herhangi bir nedenimiz yok. Rusya ile Suriye konusunda anlaşamamız başka bir şeydir, angajman kurallarını işletmek başka bir şeydir. Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye yine bu karşılığı vermek durumundadır” Foto: Geopolintelligence.
Zarrab’ın ötesinde, Erdoğan’a karşı ABD politikası ne olmalıdır? Herkesin bildiği gibi Erdoğan, siyasi hayatını sürdürebilmek adına, kendisinde alışkanlık haline gelen, Batı karşıtı sert eleştirilerini artırarak, ABD ve Avrupa tarafından aleyhine yapılan eleştirileri kendi avantajına çevirmekte çok ustadır. Bunu ifade ettikten sonra, Erdoğan’ın, Türkiye’nin en güçlü müttefiki olan ABD ile ilişkilerini beceriksizce yönettiği hakkında ülke içinde süregelen izlenimin kendisi açısından risk olduğunun bilincindedir. Özellikle de komşularının birçoğu, Avrupa’daki birçok ülke ve özellikle de Rusya ile geçtiğimiz Kasım ayında Suriye üzerinde bir Rus jetini düşürerek Türkiye’nin ilişkilerini nasıl tehlikeye soktuğunu Erdoğan çok iyi bilmektedir ve bu durumun, ülke içinde kendisi için bir tehdit olduğunun farkındadır.
Washington bu nedenle, Erdoğan ülke içinde ve sınırlarının ötesinde ABD’nin çıkarlarını tehdit eden faaliyetlerde bulunurken her şeyi açıkça ifade etmekten kaçınmamalıdır. Türk halkı, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Erdoğan’ın Türk demokrasisi, ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğüne olan saldırıları hakkında ne düşündüğünü açık ne net bir şekilde öğrenmek zorundadır. Bütün Türkiye, Erdoğan’ın PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelenin askeri olarak kazanılamayacağı yönündeki ABD endişelerini ve Kürtlerle ne kadar çabuk bir barış süreci başlatılır ise Türkiye’nin parçalanmaktan kurtulma olasılığının artacağını açık ve net bir şekilde bilmelidir. Türk halkı, bizim Erdoğan’ın Suriye ve diğer yerlerde, Sünni cihatçılar ile tehlikeli bir şekilde oynaşması ve cilveleşmesinin farkında olacak kadar akıllı olduğumuzu ve bunu kesinlikle onaylamadığımızı bilmek zorundadır. Ve mülteci silahının Erdoğan tarafından Avrupalı müttefiklerimizin altını oymak ve istikrarını bozmak maksadıyla kullanılmasının da kesinlikle kabul edilmeyeceğini bütün Türk halkı bilmek zorundadır.
Kendi yararına Obama yönetimi, geç te olsa üzerine düşenleri yapmaktadır. Obama yönetiminin bu tutumu, başkanın yabancı savaşçılar konusunda Türkiye’yi eleştirmesinde ve Atlantic dergisiyle yaptığı görüşmede Erdoğan hakkında ifade ettiği görüşlerinde açık bir şekilde kanıtlanmıştır. Diğer örnekler: Erdoğan’ın Mart ayı içinde Washington’da katılacağı bir nükleer zirve esnasında, Türkiye’de çok dikkat çektiği öne sürülen bir tersleme ile resmi bir Beyaz Ev görüşme talebinin geri çevrilmesidir. Geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada ABD Dışişleri Bakanlığı, Erdoğan’ın milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması yönündeki çabalarının, Türkiye’de ifade özgürlüğü açısından bir tehdit olduğunu ifade etmiştir. Fakat belki de en önemlisi, Obama yönetiminin, Erdoğan’ın Amerika’nın Suriye’de YPG ile giderek genişleyen askeri iş birliği konusundaki sürekli feryatlarını dikkate dahi almamasıdır.
ABD’nin ciddi bir şekilde ele alması gereken daha büyük bir hamle daha vardır, bu hamle; Birleşik Devletler ve NATO açısından, Irak-Suriye bölgesinde yürütülen operasyonlarda, geçmişte ve günümüzde çok önemli olan İncirlik hava üssü için daha uygun bir yer bulmaktır. Amerika’nın İncirlik hava üssüne bağımlılığı hiç şüphesiz Erdoğan’a büyük bir avantaj da sağlayarak, ABD’nin Erdoğan’ın en tahripkâr politikalarını ele alırken ağır davranmasına neden olmuştur. Gerçekten de acil ABD taleplerine rağmen Erdoğan, Türkiye’nin PKK ile olan savaşını yeniden başlatma yönündeki tartışmalı kararı ile birlikte, sadece Amerikan uçaklarının İslami Devlet terör örgütüne karşı yürütülen savaşta İncirlik hava üssünden kalkış yapmalarına izin vermiştir. Ve Obama yönetimi, Erdoğan’ın ABD’nin YPG ile olan iş birliğini kesmesi yönündeki taleplerini reddederken, ABD’nin İncirlik üssüne erişiminin tehlikeye girdiği yönündeki endişeler, ABD’nin Suriyeli Kürtler ile olan ilişkilerininin kapsamını, İslami Devlete karşı yürütülen mücadelenin sürat ve etkinliğini de azaltarak, neredeyse kesin olarak daraltmıştır.
İncirlik hava üssü için alternatif bulma çalışmalarına başlama yönündeki bir ABD kararı, Erdoğan’ın hamlesine karşı güçlü bir tepki olacak ve Washington’un, ABD çıkarlarının Erdoğan’ın tehlikeli politikaları karşısında rehin tutulamayacağını ve böyle bir durumda başta Irak Kürdistanı, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün olmak üzere bölgede daha güvenilir ve istekli ortaklar bulmaya hazır olduğunu gösterecektir.
Erdoğan Türkiye’si problemi yıllardır büyümeye devam etmektedir. Ve yıllardır ABD yetkilileri, problemin korktukları kadar büyük olmadığını veya kendi kendine çözüleceğini umarak bu problemle uğraşmaktan kaçınmışlar ve bu şekilde davranarak kendilerini tarihsel ve uzun yıllar devam eden ve her nasılsa dünyanın jeostratejik olarak önemli bir bölgesini işgal eden müttefikleri hakkında zor kararlar vermekten korumuşlardır. Fakat takdiri ilahi işe karışmamızı engelleyememiştir. Aksine Erdoğan problemi, ABD çıkarlarına daha büyük riskler yaratarak giderek daha da kötüleşmekte ve yayılmaktadır. Önünde sonunda hesaplaşma günü gelip çatacaktır. Birleşik Devletler şimdiden zararın etkilerini hafifletmek maksadıyla çalışmaya başlamalıdır.
Çevirenin Notları: Yazı aslına sadık kalınarak çevrilmiştir ve yazar ile Foreign Policy’nin görüşlerini yansıtmaktadır. Yazının çevrilmesi Sun Savunma Net ve çevirenin yazıdaki düşünceleri paylaştığı anlamına gelmemektedir.
Türk toplumu tarafından artık büyük bir tehdit olarak algılanmakta olan ABD basınında, 15 Temmuz askeri darbesinden sadece bir ay önce kaleme alınan bu yazı sanki darbenin habercisi gibidir.
Erdoğan’ı problem olarak nitelendiren ve önünde sonunda HESAPLAŞMA GÜNÜ gelecektir diyen bu yazı aslında yaklaşmakta olan darbenin ayak sesleridir.
ABD önce kendi problemini çözmelidir. Sun Savunma Net web sitesinde Türkçeye çevrilerek yayımlanan Richard Evans imzalı ‘‘Kral Deli Donald’’ başlıklı yazıyı okumanızı öneririm: http://sunsavunma.net/analiz/kral-deli-donald/
Türkiye, kendi problemlerini çözebilecek kabiliyette, uzun yıllara dayanan bir devlet geleneği olan demokratik bir ülkedir. Yazının orijinaline aşağıdaki link üzerinden erişebilirsiniz.
http://foreignpolicy.com/2016/06/15/how-do-you-solve-a-problem-like-erdogan/