Fatih BENGİ, Sunsavunma.net, 18.10.2024
Dünyada siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel güçlerin oluşturduğu bir düzen vardır. Bu düzen zaman içinde ufak değişimler gösterse de kolay kolay değişmez. Düzenin büyük oyuncuları siyasî, ekonomik güçlerini koruyabilmek ve hatta geliştirmek amacıyla zaman zaman bazı girişimlerde bulunurlar. Bu ülkeler ekonomik ve siyasî manevralarını desteklemek için askerî güç kullanmayı pek sevmezler, caydırıcılık siyaseti ile sorunlarını çözmeye çalışırlar. Askerî operasyonlar için daha çok kendi amaçlarına uygun küçük ülkeleri kullanır, kendileri ise geri planda kalarak operasyonlara açık veya kapalı destek verirler. Kendi askeri güçlerini çok nadir ve çok sınırlı olarak harekâta dâhil ederler.
Strateji uzmanları millî gücün unsurlarını geleneksel olarak askerî, dış politik, ekonomik, sosyal ve kültürel güçler olarak tanımlar. Ülkenin uygulayacağı genel siyaset tartışılırken çoğunlukla askerî konular ve dış politika konuları gündeme getirilir, daha karmaşık olan ekonomi ile sosyal ve kültürel güç konuları üzerinde fazla durulmaz.
1980’lerden bu yana kurum ve kuralları oluşturularak ”küreselleşme/yeni Dünya düzeni” adı altında farklı bir kapitalist piyasa ekonomisi inşa edilmektedir. Bu yeni düzenin uygulanması sonuçlarını çok çabuk vermiş, dünya üzerinde hem ülkeler arası hem de ülkeler içi gelir dağılımı bozulma eğilimine girmiş, az sayıda kişi zenginleşirken daha büyük kitleler yoksullaşmıştır.
Küreselleşmeye karşı olan akımlar esasında dünya üzerinde iş birliği ve dayanışmaya dayalı bir küreselleşmeye değil, bugünkü şekliyle, küçük bir zengin çevrenin çıkarlarını korumaya ve arttırmaya yönelik küreselleşmeye karşı çıkmıştır. Küreselleşmeye karşı olanlar zengine hizmet ettiği kadar fakire de hizmet eden daha adil bir küreselleşme alternatifinin arayışı içindedir.
Soğuk Savaş döneminde benimsenen geleneksel güvenlik anlayışı ‘’devletlerin güvenliği’’ temelinde şekillenirken, Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik daha çok ‘’insan güvenliği’’ temelinde tanımlanmaya başlanmıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Dünya siyaseti ve ekonomisinde iki kavram öne çıkmaya başlamıştır: Yeni Dünya Düzeni ve Globalleşeme (Küreselleşme). Retorik olarak çok çekici ve insanlığa mutluluk vadeden bu iki kavram gerçek anlamda ise tamamen farklı sonuçlar yaratmıştır: ABD’li ekonomist Joseph E.Stiglitz’in tanımıyla;
– Küreselleşmenin kuralları gelişmiş ülkelerin lehine işlemiş,
– İleri teknolojik değerler çevre ve insan hayatının önünde yer almaya başlamış,
– Gelişmiş ülkelerin kârı ve kendi vatandaşlarına sağladığı avantaj demokratik değerlerin önüne geçmiş,
– Küreselleşmenin herkese ekonomik kazanç sağlamadığı sadece gelişmiş ülkelerin kazançlı çıktığı görülmüş,
– Ekonomik sistem politik ve kültürel olarak bir “Amerikalaştırma“ politikasına dönüşmüştür.
Gerçekten de Dünya ekonomisine bakıldığında gelişmekte olan ülkelerin millî gelirleri, gelişmiş ülkeler ile kıyaslandığında son 30 yıl içerisinde 5-10 misli küçülmüştür.
Dünya pazarları gelişmiş ülkelerdeki güçlerin yönettiği uluslararası şirketlerin kontrolüne geçmiştir. Yeni Dünya düzeninin vadettiği barış ortamı da gerçekleşmemiştir. Aksine Dünya çapında çatışmalar daha da yaygınlaşmış ve artmıştır. Bu çatışmaların çıkmasında gelişmiş ülkelerin petrol, maden, gıda ve su kaynaklarını kontrol etme arzusunun var olduğu gözlenmektedir.
Dünyanın büyük güçler arasında dengeleri sağlamak üzere kurulmuş bir düzeni vardır. Bu düzen kolay kolay bozulmaz, hatta Dünya savaşları dahi bu düzeni bozamamıştır. Büyük güçlerin uluslararası pozisyonları ya korunmuş ya da başka bir güç tarafından devralınmıştır. Büyük güçler derken sadece ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya’yı kastetmiyoruz. Dünyanın petrol, kömür, maden cevherleri, uluslararası ticareti deniz ulaştırmasını kontrol eden güçler, küçük ülkeleri temsil etseler de aslında Dünya ekonomisi ve siyasetine yön verebilen büyük güçlerdir. Büyük güçler arasında uyuşmazlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ancak büyük güçler doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınırlar ve bu amaçla güçleri daha küçük olan ülkeleri kullanırlar, kendileri ise arka planda kalarak ihtilafa katılırlar. Bu yöntemle anlaşmazlıklardan büyük yaralar almadan kurtulurlar, bunun ceremesini ise küçük ülkeler çekerler. 20. yüzyılın ortalarına kadar bu durum böyle devam ederken artık küçük siyasî gruplar, mikro milliyetçi oluşumlar da uluslararası ihtilaflarda vasıta olarak kullanılmaya başlamışlardır.
Dünya Ekonomisi:
Birleşmiş Milletler Dünya Ekonomik Durumu ve Görünümü (World Economic Situation and Prospect (2022) Dünya’daki ekonomik gelişmeleri şu şekilde özetliyor:
Gelişmiş ekonomilerde ve gelişmekte olan ülkelerde artan enflasyonist baskılar dünya ekonomisinde iyileşmeyi engelleyecek ilave riskler sunmaktadır. Küresel enflasyon 2024’te tahmini yüzde 4,6’ye yükselmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki federal para politikasında beklenmeyen alışılmadık değişiklikler yatırımcı beklentilerini aniden değiştirebilmektedir.
İstihdam seviyelerinin 2023-2024 döneminde; pandemi öncesi seviyelerin oldukça altında kalacağı beklenmektedir. İstihdam yaratma hızı, daha önceki istihdamı dengelemek için büyük ölçüde yetersiz kalmıştır.
Küresel yoksulluğun rekor seviyelerde kalması beklenmektedir. Pandeminin büyüme ve istihdam üzerindeki olumsuz etkileri ilerlemeyi önemli ölçüde baltalamıştır. Mevcut durum küresel yoksulluğun azaltılması konusundaki “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefine” ulaşma umutlarını etkilemektedir. Yakın vadede birçok gelişmekte olan ülkede yoksulluğun azaltılması pek mümkün görülmemektedir.
Dünya Politik Sistemi:
Bugün yaşadığımız Dünya’da İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra doruğa ulaşan, gizli, yavaş ve istikrarlı, çoğunlukla şiddet içermeyen yollarla ülkeleri kontrol eden bir sistem kuruldu.
Rüşvet, tuzak ve benzeri yollarla elitler kontrol altına alındı.
Belirli sermaye grupları ve uluslararası şirketler para arzının kontrolünü ele geçirdiler. Daha sonra kitlelerin zihinlerini şekillendirmek ve onların genel gündemlerine karşı direnişi kırmak için kullandıkları medyanın kontrolünü el geçirdiler. Bu yukarıdan aşağıya gizli fetih süreci sayesinde, hegemonyaya dayalı kültürel ve politik hâkimiyet elde ettiler .
Batı ülkeleri arasında sınırlar açılırken, bu ülkeler üçüncü dünya ülkelerinden gelenlere kapılarını kapattı. Özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinden milyonlarca beyaz olmayan yabancı batı ülkelerine iltica etmenin yollarını arıyor. Bunların çoğu binlerce yıl öncesine dayanan sınır anlaşmazlıkları, işgaller, karşılıklı soykırımlar gibi tarihsel çatışmaların yaşadığı ülkelerden geliyor.
ABD’nin İran’a ve Irak’a müdahalesi petrol arayışı ve hayati olarak ihtiyaç duyulan bir doğal kaynağın kontrolü amacıyla başladı. Petrol diplomasisi, ticarî ve nihayetinde askerî unsurlar tarafından yönetiliyor. Bu nedenle Woodrow Wilson’dan bu yana her ABD Başkanı, petrol çıkarlarını gözetmek için ABD dış politikasını formüle etmiştir. Başkan Wilson, ”Dünya yaşamına katılsak da katılmasak da katılımcıyız. Tüm ulusların çıkarları da bizim, geri kalan da. Modern uluslararası güç ekonomiktir, tıpkı tüm savaşların kökenin ekonomik olması gibi. Bir dahaki sefere oğullarınız ve kızlarınız ülke için savaşmaya çağrıldığında bunu hatırlayın.” sözünü unutmamak gerekir. Irak büyük petrol kaynakları içermeseydi, bugün ABD o ülkede savaşa girer miydi? Yerel petrol kıtlığı korkusu, oyunun itici gücü gibi görünüyor. Amerika’nın dış kaynaklar üzerindeki çekişmesi, uluslararası ilişkilerde ana faktör haline gelmiştir. ABD yönetiminde her başkanının uygulamaya koyduğu stratejilerin farklılık göstermesi ABD dış politikasının süreklilik ve değişim içerisinde olduğunu göstermektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan köklü değişim içerisinde, güvenliğin ve çıkarların sabit olmadığı, süreçler dâhilinde ve aktörler çerçevesinde yeniden inşa edilebilen kavramlar olduğu bir kez daha ortaya konmuştur.
Askerî Dengeler:
İkinci Dünya Savaşı ve Pandemi sonrasında askerî çatışmalarda bir azalma olmadı. Büyük güçlerin rekabeti sonucu birçok ülkenin savunma planlama konularına verdiği ağırlık arttı ve bu durum savunma harcamalarını arttırdı. Ortadoğu’da, Libya, Suriye ve Yemen’deki savaşlar devam etti hatta tırmanışa geçti. Fransa terörle mücadele misyonu adı altında Afrika’daki askerî faaliyetlerini artırırken Etiyopya’daki savaş ve Mozambik’teki isyan süreci devam etti, diğer bölgelerindeki kalıcı çatışmalar çözülmeden kaldı.
Orta Doğu devletleri, ABD’nin gelecekteki güç eğilimlerine ilişkin kararları da bekliyorlardı. 2021yılında ABD füze savunma bataryalarını geri çekti ve Biden yönetimi ABD’nin bölgesel varlığını ‘‘doğru boyutlandıracağını’’ söyledi. Ancak 2022 yılında beklenen Ulusal Güvenlik Stratejisi öncesinde özel detaylar yetersiz kaldı. ABD’nin “sonsuza dek savaşları’ sona erdireceğini söyleyen Geçici Ulusal Güvenlik Stratejik planlarına rağmen, hem Hint-Pasifik hem de Avrupa’da daha sağlam bir varlık geliştirme niyeti ortaya çıktı. ABD’nin Afganistan’dan ani çekilme karar sonrası Avrupalı devletlerin Washington’un bu kararını izlemekten başka bir şey yapabilecek askerî kapasiteye sahip olmadıkları gerçeğini ortaya çıkardı. ABD Avrupalı müttefiklerin hâlâ kendi savunmaları için daha fazlasını yapmaları bekliyor ancak karşılık göremiyordu. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesi ve ardından Ukrayna’yı işgali Avrupa ülkelerinde ciddi bir korku yarattı ve savunma politikalarına yeni bir bakış getirdi ve keskinleşmiş tehdit algıları sonucu Avrupa devletleri savunma harcamalarını arttırma kararları aldılar. 2021yılında Avrupa savunma harcamaları reel olarak diğer bölgelere göre %4,8 artarken 2014yılından bu yana yıllık % 16,5 ile% 17 arasında seyretmeye başladı. Bu da sonra küresel millî harcamalar toplamın % 18,7’sini oluşturmakta olup 1.92. trilyon ABD dolarıdır. Savunma harcamalarındaki artış enflasyonu da arttırmıştır.
Sosyo-Kültürel Değişim:
Küreselleşme sürecinde toplumlar arasında iletişim ve etkileşim sürekli olarak artmıştır. Tüketim ve popüler kültür alanında toplumlar birbirlerine benzemeye başlamıştır. Özellikle İngilizcenin küresel bir dil haline gelmesi gerçekleşmiştir. Uluslararası sinema, müzik faaliyetleri ve görsel medya tüm Dünya’da kültürel bir benzeşmeye yol açmıştır. Kılık kıyafet, dinlenilen müziklerin birbirlerine benzemesi nerdeyse farklı toplumlarda benzer bir kültürel yaklaşımı ortaya çıkarmıştır.
Küreselleşme sosyo-kültürel yaşantıda derin çelişkiler ve paradokslara yol açan bir süreç oluşturmuştur. Küreselleşmenin sosyo-kültürel bölümünde ABD’nin baskın bir etkisi olmuştur. Batı toplumlarında muhtelif siyasi yapılanmalar ile bir bütünleşme süreci başlatılmışken, diğer gelişmekte veya geri kalmış ülkelerde mikro-milliyetçilik kışkırtılmış, bu ülkelerde bölücü unsurlar adeta teşvik edilmiştir. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde bütünleştirici/birleştirici akımlar ortaya çıkarken gelişmekte olan ülkelerde ise tam aksine birbirleri ile sürekli çatışma halinde bölücü akımların ortaya çıkması büyük bir paradokstur.
Sosyo-Ekonomik Düzen:
Dünya ekonomisinde sermaye küreselleşmiş ve çok güçlü olan bu sermaye grupları adeta devletlerin egemenliğine son vermiştir. Uluslararası hukuk yavaş yavaş ulusal hukukun yerini almaya başlamış, bunun sonucunda devletlerin egemenliklerini tam olarak kullanabilme imkânı ortadan kalkmıştır. Ulusal güvenlik yavaş yavaş yerini uluslararası güvenlik kavramına devretmeye başlamıştır. Bu süreçte ulus-devlet otoritesini yitirmeye başlamış ve birçok yetkisini uluslararası kuruluşlara devretmek zorunda kalmıştır. Geçmişte Dünya düzenini sağlayan resmi uluslararası kuruluşların yanı sıra hükümetler dışında kalan sivil toplum kuruluşları Hükümet dışı organizasyonlar(NGO), Sivil Toplum Kuruluşları da(CSO) birer baskı grupları olarak düzeninin değişiminde aktif roller almaya başlamışlardır. Yeni sosyo-ekonomik düzenin temel taşı bilgi ve bilgi paylaşımıdır. İletişim alanındaki teknolojik gelişme hem bilgiye ulaşımı hem de bilgiden faydalanmayı oldukça kolaylaştırmıştır.
Bir Ülkenin Gücü:
Bir ülkenin millî gücü değerlendirilirken sadece o ülkeye ait değerlerin alınması yeterli olmayacaktır. O ülke ile iş birliği halinde olan ülkelerin katkısı veya düşman ülkelerin o ülkenin milli gücü üzerinde yaratabileceği etkiler de dikkate alınmalıdır. Ülkenin dış politikası bu konuda çok önem arz etmektedir. Dış politikadaki destek ülkelerin artması ve düşman ülkelerin sayılarının azaltılması millî gücün büyüklüğünü arttıracaktır. Bir örnekleme yaparsak Ukrayna’nın politik alandaki başarısı, kendine destek ülkelerin güçlerinin katkısı ile büyük bir askerî güce sahip olan Rusya’nın askerî operasyonunu duraklatmış hatta geri adım atmasını sağlamıştır.
Uluslararası sistemin işleyişi ister realist ister liberal teorik zeminde değerlendirilsin yapılacak analizler;
Bu bağlamda mevcut dünya düzensizliğine dair iddiaları, dört boyutta inceleyebiliriz: Bunlardan birincisi, ABD’nin uluslararası sistemdeki belirleyici rolünün yıpranması ile ilgilidir. Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası alanda birçok “çökmüş devlet”, yönetilemeyen boşluklar ya da etkin bir merkezi otoritesi olmayan oldukça zayıf bazı devletler ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan tüm istikrarsız yapılara rağmen uluslararası sistem ABD merkezli tek kutupluluğa dönüşmüştür. Tek kutuplu sistemdeki üstünlüğünü sürdürmek, baba Bush’tan başlayıp Barack Obama ile son bulan süreçteki ABD başkanlarının büyük stratejik hedefleri olarak görülmüştür. ABD’nin uluslararası sistemdeki pozisyonu son 10-15 yılda ciddi dönüşümlere uğramış, güç kaybetmiştir. Bu göreli güç kaybı ile eş zamanlı olarak liberal normların düşüşe geçmesi, mevcut dünya düzenine dair tartışmaların ikinci dinamiğini oluşturmuştur. Bu durum hem siyasi hem de ekonomik bazı sonuçlar doğurarak zenginlik, askerî ve siyasi gücün Kuzey ve Batı’dan, Doğu ve Güney’e doğru kaymasına yol açmıştır. Aynı zamanda uluslararası sistem, ABD ve Avrupa’nın egemen olduğu Batılılaşma dalgasını geride bırakmıştır. Özellikle son küresel ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı durum bu zoraki düzene dair kuşku ve itirazları alevlendirmiştir. Rusya, Çin, İran, Afrika Birliği, BRICKS , Şanghay İş Birliği Örgütü gibi ülke ve kuruluşlar, Batıya karşı ayaklanmanın Doğu ve Güneyli oyuncularıdır. Ancak mevcut durum, otoriterleşme eğiliminden ziyade, bir norm olarak milliyetçiliğin realizmle birlikte yükselmesiyle ilgilidir.
Üçüncü dinamik, yükselen güçler ve güvenliğin bölgeselleşmesi ile ilgilidir. Son küreselleşme dalgası, otonom bölgesel güvenlik unsurlarının ortaya çıkmasının yolunu açan yeni bir bölgeselleşme anlayışını da tetiklemiş ve bölgesel güçlerin yükselişine neden olmuştur.
Dördüncü dinamik ise uluslararası sistemdeki “ortak güvenlik” fikriyatıdır. Bu, güvenlik odaklı çok uluslu ittifak yapılarında çözülmelere ya da irtifa kaybına sebep olmuştur.
Ortak güvenlik sistemindeki devletler, tehditler ortadan kalktığında daha başına buyruk hâle gelirken, diplomatik anlamda bir arada kalmayı taahhüt etseler de “genel olarak en güçlü ve sisteme en az ihtiyacı olan devlet tarafından” ihanete uğrayabilmişlerdir. Bu kapsamda millî güvenlik politikası, ortak güvenlik payesi ve buna bağlı kurumlarla icra edilmek yerine, birbirinin güvenlik kaygılarını anlayan ve algılayan devletlerin bir araya gelmesine doğru kaymaktadır. Daha somut bir şekilde ifade edilirse ABD’nin başını çektiği güvenlik yapılanmaları ve kurumların, ABD’nin icraatlarına bağlı olarak zayıfladığı ve sistemdeki diğer büyük oyuncular (Rusya, Çin, vs.)tarafından dengeleyici eğilimleri teşvik ettiği söylenebilir.
ABD sistem içerisindeki mevcut gücünü arttırmak ve daha çok rekabet edebilmek için dış politika kararlarında çıkar prensibine daha fazla yönelirken Çin ise sistem içerisinde diğer devlet tarafından kolay kabul görmek ve yükselen güçler karşısında mevcut konumunu her geçen gün arttırmak adına değer prensibi çerçevesinde bir dış politika yürütmeye çalışmaktadır. ABD’nin liberal ve inşacı kimliğinin realist temelli kuramlardan daha fazla beslenmeye başlaması sonucunda sistem içerisinde ortaya çıkan güç boşluğu Çin’in lehine sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
11 Eylül terör saldırıları sonucunda ABD gücünün gerilemesiyle yükselişe geçen yeni güçler uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye ve dönüştürmeye çalışmıştır. Özellikle, Bush dönemiyle ABD’nin artan liberal karşıtı eylemleri liberal dünya düzeni içerisinde önemli bir sorunun varlığını ortaya koymaktadır. ABD’nin ‘’bir ülkenin iç değerleriyle uluslararası değerleri uyumlu olmalıdır’’ ilkesi çerçevesinde şekillenen dış politika anlayışından vazgeçmesi, müttefikleri ile sorunlarının her geçen gün artması ya da aldığı kararların uluslararası toplum tarafından kınanması dış politikasında yaşanan köklü değişiklerin göstergesidir. ABD’nin 11 Eylül terör olayları sonrasında, uluslararası gelişmeleri açıklamada güç odaklı projeksiyonlarını devreye sokması veya güvenlikleştirme politikalarına söylem ve eylemlerinde daha fazla yer vermesi realist politikalarının daha fazla önem kazandığının göstergesidir. Batı hegemonyal düzeni içerisinde artan askerî operasyonlar, ekonomik krizler ve meşru yönetim algısında yaşanan belirsizlikler içe dönük politikaların ön plana çıkmasına ve küresel yönetişim üzerindeki sorunların arka plana atılmasına yol açmıştır. Çin, yenidünya düzeni arayışını ilkeler, normlar ve kurumlar aracılığıyla inşa ederek küresel aktör olma yolunda ilerleyen bir ülkedir. Çin’in 2008 finansal krizi sonrasında ekonomik büyümesini hızlı bir şekilde devam ettirebilmesi küresel sistemin yeniden şekillenmesi için önemli bir fırsattır. Uluslararası sistemi değiştirebilecek kapasiteye sahip olan Çin, küresel politikalar üzerinde bir dönüşümü sağlayabilmesi için normatif düzen inşasına ve rıza ile yönetim modeline daha fazla önem vermesi gerekmektedir. ABD ve Çin rekabeti kapsamında ortaya konan en önemli çıkarım ise ABD’nin güç ve çıkar odaklı stratejilere daha fazla yönelmesi ortak çözümler bulmayı zorlaştırmış, değerler bütününe zarar vermiş ve ABD yönetiminin meşruluğunun sorgulanmasına yol açmıştır.
Uluslararası sistem içerisinde ABD karşısında potansiyel güç olan Çin’in statükoyu zorlaştıran eylemleri, iktisadi gelişimi, gelişen güç kapasitesi ve normatif düzene yaptığı vurgu dengeleri değiştirmeye yönelik çabalarını göstermektedir. ABD’nin realist kuram kapsamında sahip olduğu üstünlüğünü kaybetmeye başlaması, dünyanın geri kalanını peşinden sürükleyecek bir ideal yaratma konusunda sorunlar yaşaması ve mevcut rolünü tek başına sürdürebilecek kapasitesinin zayıflaması mevcut düzen içerisinde değişimi tetiklemiştir. ABD’nin aksine, Çin’in yumuşak ve sert gücün sentezini başarılı birşekilde yürütmesi ulusal yapı içerisinde aldığı kararları dış politika kararları ile aynı çizgide ilerletmesi ve ortak sorunlar karşısında küresel yönetimin önemli bir paydaşı olması sistem içerisinde daha fazla yer edinmeye başladığını göstermektedir. “ABD ile Çin arasındaki yaşanan bu rekabet ilişkisi sistem içerisinde herhangi bir güç geçişine yol açacak mı sorusunu akla getirmektedir.” Çin mevcut düzende meydan okuyucu bir güç olmak istemediğini, yükselişini ‘’barışçıl gelişim, ortak kazanç ve karşılıklı iş birliği’’ çerçevesinde devam ettireceğini iddia etmektedir.
Organski kuramının güç geçişi teorisi kapsamında, güç geçişi piramidinde baskın gücün karşısında büyük güç olarak Çin yer almaktadır. Uluslararası sistem içerisinde mevcut düzenden memnun olmayan devlet;sistemi ya tek başına değiştirir ya da diğer memnun olmayan güçler ile beraber koalisyon kurarak değişimi gerçekleştirir. Bu çerçevede, Çin yumuşak güç mekanizmalarını devreye sokarak sistemi tek başına kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Örneğin,Çin’in yumuşak güç aracı olan Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında ekonomik temelli ortaya koyduğu projelerin siyasî zeminde karşılığını bulması teoriden pratiğe dönüşen bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yumuşak gücün sert güce nazaran daha etkili sonuçlar doğurduğu ve yeni Dünya düzeninde normatif gücün daha önemli olduğu görülmüştür. Çin, yeni Dünya düzenini inşa ederken yumuşak güç politikalarını öne çıkartarak ödüllendirme, teşvik etme veya cezbetme yöntemlerine başvurmaktadır. Çin’in ekonomik dayanışma örneği olan Kuşak ve Yol Girişimi, bu projenin finansal altyapısını oluşturan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası mevcut düzene yönelik alternatif kuruluşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çin’in alternatif oluşumlara yönelik artan yatırımları küresel güç mücadelesine yeni bir ivme kazandırmıştır.Gelecekte Uluslararası sistem içerisinde , bu iki devlet arasında bir güç geçişi yaşanabilir .
ABD hegemonyası geri çekilirken oluşan güç boşlukları Çin ve Rusya başta olmak üzere diğer büyük güçlere ve Brezilya’dan İran’a, İsrail’den Hindistan’a çok sayıda orta boy güce benzer bir stratejik manevra alanı açmaktadır. Bu da gevşek çok kutupluluğun çoğu gözlemci tarafından tehlikeli bulunan en önemli özelliğinin, yani uluslararası ilişkilerde akışkan ve hızla değişen bir seyrin oluşmasına yol açmaktadır. Yerleşik kural ve alışkanlıkların yıkılıp gelenekselleşmiş davranış biçimlerinin terk edilmesi, sistem içindeki aktörleri daha önce hiç yapmadıkları ya da yapmaya cüret edemedikleri hamlelere itmektedir. ABD ve İran arasında yaşanan son gerilimi, bu durumun bir yansıması olarak görmek mümkündür. Öte yandan, hızlı ve tahmin edilemeyen değişimler, aynı aktörlerde giderek daha da derinleşen bir beka kaygısı yaratmakta ve bu kaygı da hızla silahlanma ile yabancı karşıtı ve milliyetçi politikaların önünü açmaktadır.
Bu gelişmeler nihai olarak sistemin iki ‘uyuyan devi’ Almanya ve Japonya’nın da benzer politikalara yönelmesine yol açabilir. Bu iki devlet; ekonomik güçleri, teknolojik yetenekleri ve nüfusları ile mütenasip biçimde silahlanırsa sistemdeki gevşeklik de büyük olasılıkla sona erecektir. Fakat bu, henüz gerçekleşmiş değildir. Dolayısıyla, halen gevşek çok kutuplu dünyayı en iyi anlatan terimlerden biri de, Charles A. Kupchan’ın aynı adlı kitabında ifadesini bulan ‘Hiç Kimsenin Dünyası’ (No One’s World) ifadesidir.
Tarihsel olarak Batı ile Doğu arasında bir denge alanı olagelmiş Türkiye için bu ‘kimseye ait olmayan’ yeni dünya, hem tehlikeler hem de fırsatlar içermektedir. Nitekim güncel Türk dış politikası, büyük güçler arasında manevra yaparak bekasını korumayı hedefleyen orta boy bir gücün dış politika önceliklerini yansıtmaktadır. Suriye’den Doğu Akdeniz’e, AB ile ilişkilerden Rusya ve ABD arasında kurulmaya çalışılan dengeye kadar Türkiye’nin yaptıkları, beka sorunları artan ama aynı zamanda büyük güçler arasında manevra alanı da genişleyen bir orta boy gücün karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır.
Bu tür dönemlerde Türkiye gibi ülkelerin dikkat etmesi gereken temel konu, büyük güçlerden herhangi biri ile doğrudan çatışmaya girmemek ve aynı anda tüm büyük güçleri karşısına almamaktır. Suriye krizi boyunca yaşananlar bu çerçevede değerlendirilmeli, bundan sonra benzer krizlerde pozisyon alınırken bu temel düstur unutulmamalıdır. Yine Türkiye gibi orta boy güçlerin dikkat etmesi gereken bir diğer konu; manevra alanının genişliğini büyük güçler arasındaki mesafenin, derinliğini ise adı geçen orta boy gücün kabiliyetlerinin belirlediğidir. Bir diğer ifadeyle eğer büyük güçler bir konu üzerinde genel olarak uzlaşıyorlarsa, orta boy gücün manevra alanı daralıyor demektir. Eğer uzlaşmıyorlar ve pozisyonları birbirine uzak ise o zaman aradaki orta boy gücün manevra alanı da genişleyecektir.
Öte yandan, bu manevra alanından gereğince yararlanabilmekse orta boy gücün bunu gerçekleştirebilecek ekonomik, teknolojik, askerî vb. kabiliyetlere sahip olup olmamasıyla alâkalıdır. Eğer bu kabiliyetler yoksa boşluklarını hamasetle doldurmak mümkün değildir. Uzun vadede bu kabiliyetlerin geliştirilmesi, ilgili ülkenin bir taraftan uluslararası sistemdeki konumunu geliştirirken diğer taraftan beka kaygılarının kaynaklarını azaltacaktır. Unutulmamalı ki gevşek çok kutuplu sistemler, aynı zamanda, büyük güçlerin uluslararası ilişkilerde normalde başka aktörlerle paylaşmadıkları kabiliyet ve teknolojileri paylaştıkları dönemlerdir. Bu durumdan ülkenin askerî, ekonomik ve yüksek teknoloji altyapısını geliştirmek için faydalanarak, görece güç farklarının azalmasını sağlayacak bilinçli ve uzun erimli politikalar gütmek, diğer bir ifadeyle ‘krizi fırsata çevirmek’ her orta güç gibi Türkiye için de en akıllıca yol olacaktır.