Yazar: Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 13 Şubat 2018
Türkiye çok zor bir dönemden geçiyor. Bir yandan emperyalizmin kardeşi kardeşe kırdırma planını bozmak için Afrin’de savaşırken, diğer yandan yine emperyalizmin maşası FETÖ ile mücadeleye devam ediyoruz. 15 Temmuz darbe davalarının sonuna gelindi. Bu yoğunluğun arasında, Türkiye’nin geleceğini önemli derecede etkileme potansiyeli olan 28 Şubat davasının savcı mütalaasından sonraki ilk duruşması sessizce yapıldı.
Bu davanın da Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi kumpas davalarının bir devamı olarak FETÖ tarafından kurgulandığı çok açık. Şimdiye kadar davada görev almış hakimlerden 12’si, savcılardan 5’i FETÖ üyeliği suçundan tutuklanmış veya firarda. Peki bu dava hâlâ niçin devam ediyor? Yoksa kumpas devam mı ediyor? Bu davanın Türkiye’nin geleceği için barındırdığı tehlikeler ne? Gelin biraz kafa yoralım.
Türkiye’de bir darbe geleneğinin olduğu doğrudur. Aslında bu gelenek, Osmanlı’dan Cumhuriyete sirayet etmiştir. Osmanlı döneminde yaşanan yeniçeri ayaklanmaları da aslında birer darbeydi. Ulufelerin (üç aylık maaş) zamanında dağıtılmaması, ayarı düşük akçe verilmesi (maaşın azaltılması-enflasyon) gibi sebeplerden birçok kez ayaklanan yeniçeriler, bazen birkaç vezirin feda edilmesiyle durdurulmuş; bazen de Padişah, tahtını bir başkasına bırakmak zorunda kalmıştır.
Zannedilenin aksine yeniçeriler ayaklanmalarında yalnız değildir; önemli halk kitleleri ve devlet yöneticilerinin bir kısmı da onlarla birlikte hareket etmiştir. Çünkü ekonomideki kötüye gidiş, halkın büyük bölümünü hoşnutsuzluğa sevk ederek ayaklanmalara destek olmasına neden olmuştur. Bir başka deyişle; kötü gidişat sebebiyle ayaklanan halka, yeniçeriler silahlı güç olarak öncülük etmiştir.
Bu noktada öncelik sırasına göre üç önemli tespitte bulunalım:
1) Bir ayaklanma ya da darbenin başarılı olabilmesi için halk desteği şarttır. Bu gerekliliği, yönetimden hoşnut olmayan, sokağa dökülmeye hazır büyük halk kitlelerinin varlığı şeklinde de ifade etmek mümkündür.
2) Muhalefetten birileri bu işe ön ayak olmalıdır.
3) Darbeyi başarıya ulaştıracak bir silahlı güç olmalıdır. Bu çoğu zaman asker olarak karşımıza çıkar.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde de bu kural pek değişmemiştir. Cumhuriyet döneminin ilk darbe girişimi 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh Sait ayaklanmasıdır. Mustafa Kemal’in yaptığı devrimler kapsamında, halifeliğin kaldırılması, şeriat bakanlığı ve şeriat mahkemelerinin kapatılması, dini eğitimin sonlandırılması ve bunlara benzer başka düzenlemelerle laik yönetimin benimsenmesi, din elden gidiyor vehmiyle büyük halk kitlelerini hoşnutsuzluğa sürüklemiştir.
Bu hoşnutsuzluğa liderlik eden cumhuriyet tarihinin ilk muhalif partisi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kışkırtmasıyla Şeyh Said ayaklanması patlak vermiş, bu ayaklanma bir silahlı güç olarak Mustafa Kemal yönetimini önce siyasal olarak yıpratmak, sonra da devirmek için bir araç olarak kullanılmak istenmiştir. Başarısız olan darbe girişimi, Musul-Kerkük’ün kaybedilmesiyle sonuçlanmıştır[1].
Bu çerçevedeki ikinci darbe denemesi, Mustafa Kemal’e 14 Haziran 1926 tarihinde, İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimidir. Suikast girişimi açığa çıkınca darbe başarısız olmuş, aralarında 8 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilinin de olduğu birçok kişinin idam edilmesiyle sonuçlanmıştır. Suikast girişimine karıştıkları gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar da tutuklanmış, ancak mahkûm olmalarına ordu ve halktan çok büyük tepki geleceği korkusuyla yargılanmadan beraat ettirilmişlerdir.
Cumhuriyet döneminin üçüncü darbe girişimi 23 Aralık 1930’da gerçekleşen Menemen Ayaklanması’dır. Yönetim şeklini değiştirerek halifeliği tekrar getirmeyi amaçlayan bu ayaklanma girişimi de kısa sürede bastırılarak darbe önlenmiştir.
Cumhuriyet döneminin dördüncü darbe girişimi ise sadece sözde kalmıştır. Demokrat Partili (DP) Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın siyasal anılarını içeren “Tek Parti Devrinden 27 Mayıs İhtilali’ne Demokratlar” isimli kitapta anlattığına göre, Genelkurmay Başkanlığı sona eren Mareşal Fevzi Çakmak, 1947 yılında DP’nin lider kadrosuna İsmet İnönü’ye karşı bir darbe yapma teklifinde bulunmuştur. Kendi evine misafirliğe davet ettiği DP’nin kurucusu Celal Bayar ve Refik Koraltan’a konuyu açan Fevzi Çakmak, destek bulamayınca bu niyetinden vaz geçmiştir[2].
Cumhuriyet dönemindeki darbe girişimlerinin tamamı yönetimi yıkarak, yeni kurulan devlet düzenini eski haline getirmeyi amaçlayan hareketlerdi.
DEVR-İ SABIK YARATMAYACAĞIZ SÖZÜNÜN TUTULMAMASI NELERE MALOLDU?
1946’da yapılan çok partili ilk seçimde “açık oy, gizli tasnif” sisteminin uygulanması, seçimin hiç de adil olmadığının bir göstergesidir. Anlaşılacağı üzere İsmet İnönü, Cumhuriyetin kazanımlarının kaybolacağı korkusuyla yönetimi, eski düzenin savunucusu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın bir devamı olarak görülen Demokrat Partiye bırakmak istememiştir.
1948 yılına gelindiğinde Celal Bayar’ın, İsmet İnönü’ye demokratik seçimlere izin verilmesi durumunda “devr-i sabık” yaratmayacağız sözünü vermesi üzerine İsmet İnönü serbest seçimlere izin vermiştir. Devr-i sabık yaratmayacağız sözü; Atatürk devrimleriyle, Cumhuriyetin kazanımlarıyla hesaplaşmayacağız, tek parti yönetimi dönemini sorgulamayacağız anlamına gelmekteydi.
1950’de yapılan seçimleri DP kazandı. Fakat “devr-i sabık” yaratmayacağız sözünde durdukları pek söylenemez. DP, dini söylemleri ön plana çıkaran ve sürekli CHP yönetimini suçlayan bir politika izledi. 1951 yılında Halkevleri ve Halkodaları devletleştirildi, mal varlıkları hazineye aktarıldı. 1953 yılında CHP’nin tüm mal varlığına haksız kazanç yoluyla elde edildiği iddiasıyla el konuldu. Bundan sonra iki parti arasındaki ilişkiler sürekli halkı kutuplaştırmaya sürükleyecek yönde sertleşti. Bu kapsamda Menderes, DP’li milletvekillerine hitaben; “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz, orduyu yedek subaylarla bile idare edebilirim, odunu aday göstersem milletvekili seçilir” gibi laflar ederken; İnönü, “Çareler tükenince ihtilal mubah olur, sizi ben bile kurtaramam’’ gibi sözler etmeye başlamıştı.
Sonuçta Cumhuriyet döneminin 27 Mayıs 1960 yapılan beşinci darbesi başarılı oldu. Çünkü iktidara kızgın halk kitleleri, muhalefet ve silahlı güç bir araya gelmişti. Devr-i sabık yaratmayacağız sözünün tutulmaması, Türkiye siyasetinde günümüzde de devam eden yeni bir devir başlattı. Bu konuya geri döneceğiz.
Bu arada 1960 darbesiyle birlikte, Cumhuriyet dönemi darbelerinde yeni bir aktör daha etkili olmaya başlamıştı. 27 Mayıs darbesinin kaçınılmaz olduğunu gören ABD, darbe öncesi ve sonrası darbeyi kontrol etmeye çalışmış, takip eden süreçte gladyo yapılanması üzerinden Türkiye siyasetini kontrol etmeyi başaran CIA bundan sonraki darbelerin tamamının mimarı olmuştur.
12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbeleri, ABD’nin komünizmle mücadele kapsamında Türkiye’deki sol hareketin büyümesini önlemek maksadıyla kurgulanan, her seferinde siyasal İslamcıların iş birliğiyle yapılan ve onların yükselişini sağlayan darbelerdir. 28 Şubat 1997’de de benzer şey olmuştur. Dünya Bankası, IMF, NATO ve AB karşıtı olan, anti-Amerikancı Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi iktidardan uzaklaştırırken “milli görüş gömleği”ni çıkartan Erdoğan liderliğindeki AKP iktidara taşınmıştır.
CIA güdümünde 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde bulunan gladyo yapılanması FETÖ, geçmişte de 12 Eylül darbesini açıkça desteklemişti. 1997’de ise darbeyi hazırlamak için artan gücüne paralel olarak çok daha aktif bir rol oynadı. Bu gladyo yapılanmasının yaptığı operasyonlarla askeri darbeye teşvik etmesine, halkı kışkırtmasına rağmen, Süleyman Demirel’in tecrübesi sayesinde yaptığı siyasi manevralar darbeyi önlemiştir.
GLADYO’NUN KÖKÜNÜ KAZIDIK MI?
Bugün biz 28 Şubat yargılamalarıyla gladyonun darbeye teşvik ettiği bir grup askeri yargılayarak, gelecekteki darbelerden kurtulacağımızı zannediyoruz. Gerçekte ise askeri yargılayarak darbe mekanizmasının asıl kurgusunu yapanları yargıdan kaçırıyoruz. 1996 yılında Aczimendileri sokaklarda yürütenler kimlerdi acaba? Liderleri Müslüm Gündüz’ü yasak ilişki halinde Fadime Şahin ile birlikte yatakta kameralar eşliğinde basmayı başaranlar bugün ne yapıyor? Günümüzde darbe davası diye yanlış kişileri yargılayarak, gelecekteki darbeyi tezgahlama potansiyeli olanları koruma altına alıyoruz. İlgililerin haberi olsun.
12 Şubat tarihli duruşmada E. Alb. İsrafil Aydın’ın savunmasını izledim. Şahit olduklarım karşısında itiraf etmeliyim ki dehşete kapıldım. Biran için kendimi Silivri’de yargılandığımız FETÖ mahkemesinde gibi hissettim.
İsrafil Aydın hakkında “Batı Çalışma Grubu Kriz Masası Kurulu” başlıklı elektronik bir dosyada ismi geçtiği için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor. İddianameyi incelediğinizde Aydın hakkında başka da hiçbir delil bulamıyorsunuz. İsrafil Aydın’ın 1306 sayfalık iddianamenin başka da hiçbir yerinde ismi geçmiyor. İsminin geçtiği elektronik belgenin içinde bulunduğu 5 nolu CD’ye ise, 5. Ağır Ceza Mahkemesinin görevlendirmiş olduğu ODTÜ öğretim üyelerinden oluşan bilirkişi heyeti, burada sıralanamayacak uzun tespitler neticesinde delil olarak kullanılamayacağı raporu vermiş. Anlaşılacağı üzere 5 nolu CD, FETÖ’nün ürettiği sahte CD’lerin bir başkası.
İddianameden de anlaşılacağı üzere, İsrafil Aydın hiçbir belge hazırlamamış, hiçbir toplantıya katılmamış, hiçbir belgenin altında ismi ve imzası yok, hiçbir dokümanda adı geçmiyor, Batı Çalışma Grubunun toplantılarının yapıldığı Genelkurmay Başkanlığı’nda çalışmamış, o dönem içerisinde Karargâha ziyaretçi olarak bile gitmemiş. Bütün bu gerçekleri de Genelkurmay Başkanlığından aldığı resmî belgelerle ispatlamış. İşin ilginç yanı o tarihlerde Aydın’ın görev yaptığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhında görev yapan aynı ismi taşıyan iki İsrafil Aydın daha var. Savcının iddianamesinde ise suçlanan İsrafil Aydın’ın o dönemde binbaşı olan İsrafil Aydın ile aynı kişi olduğunu gösteren bir delil de yok.
FETÖ’nün sahte delil üreticilerinin aynı Balyoz ve Casusluk davalarında olduğu gibi terfi sırasındaki bir kurmay albayı tasfiye ederek kendi adamlarının önünü açmak maksadıyla, İsrafil Aydın’ın ismini bir sahte belgeye ilave ettikleri çok açık.
15 Temmuz’dan sonra FETÖ’cü hâkim ve savcıların tamamının meslekten uzaklaştırıldığı söylendi. Eğer böyleyse İsrafil Aydın’ın ismi hâlâ niçin 28 Şubat davasında geçiyor. Hakkında aklın almayacağı ölçüde ağır bir ceza olan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası niçin isteniyor? Yoksa İsrafil Aydın’ın isminin yer aldığı “Batı Çalışma Grubu Kriz Masası Kurulu” isimli elektronik ortamdaki Word belgesi sahte kabul edilirse bu belgede yer alan diğer 11 kişi de mi suçlanamayacak?
Bütün bu çelişkiler insanın kafasını karıştırıp olmadık düşüncelere sevk ediyor. İnsanın aklına; “acaba kumpas hâlâ devam mı ediyor; yoksa gladyo hâlâ aktif mi; ya da bu dava bir hukuk davası olmaktan çıkıp intikam davası mı olmuş?” gibisinden sorular geliyor.
Taraf gazetesi eski köşe yazarı Alper Görmüş, 04 Kasım 2011 tarihli yazısında FETÖ’nün kurup yönettiği Yazarlar Vakfı’nda “askerî vesayet ve demokrasi”nin tartışıldığı bir toplantıya katıldığını, toplantıda birisinin; “belki de askerî vesayeti ortadan kaldırmanın yegâne yolunun, başarısız kalmış bir askerî darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu” söylediğini yazmıştı. Bu planın bir parçası olarak Ergenekon, Balyoz ve Casusluk kumpas davalarını gördük. İşte 12 Eylül ve 28 Şubat davaları da bu planın bir parçasıydı.
FETÖ’nün, Hükümete askeri vesayetten kurtuluyoruz diye pazarladığı bu davalardan 12 Eylül ve 28 Şubat davasının bir amacı daha vardı. FETÖ, bu iki dava ile gladyonun tezgahladığı darbeleri askerlerin üzerine yıkarak bu kirli yapıyı temize çıkartmak, darbelerdeki ABD’nin rolünü bir daha sorgulanmamak üzere kapatmak istiyordu.
Şimdi devr-i sabık yaratma konusuna tekrar dönelim. Benim gözlemlediğim, birileri 28 Şubat davasını “başörtüsü” davasına çevirmek istiyor. Mağdur ve müştekilerinin arasında çok sayıda AKP’li milletvekili ve bürokratın yanı sıra Erdoğan’ın kızları da var. Onların varlığı ve dini hassasiyetleri davayı hukuki statüden çıkartıp bir intikam davası gibi algılanmasına neden oluyor. Davanın 28 Şubat’a yetiştirilmek istenmesi bu algıyı daha da güçlendiriyor.
Eğer bu davada hukukun dışına çıkılıp siyasi cezalar verilirse hiç kuşkunuz olmasın geleceğin devr-i sabıkını yaratarak, Türkiye üzerinde oynanan oyunları devam etmek isteyenlerin eline çok büyük bir koz verilmiş olacaktır. O zaman Adnan Menderes döneminde başlayan bu hesaplaşmayı hiç bitirmezler. Toplumsal barışımızı bir türlü sağlayamayız.
Genelkurmay Eski Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun söylediği rivayet edilen; “28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek” lafının kaç yıl sürdüğünü gördük. Hiç kimse iktidarının baki olacağını zannetmesin. Hukukun dışına çıkıldığı takdirde, bunun yarattığı toplumsal tepkiler üzerinden yeni oyunlar tezgahlanır ve gün gelir geçmişin intikamını aldığını zannedenler kendilerini mahkeme karşısında bulabilirler.
Maalesef bu kısır döngüden hep oyun kurucu dış güçler yararlanmıştır. Hem geçmişteki tüm darbelerden kârlı çıkıp bugün hâlâ mağduru oymamak, hem de FETÖ’nün kurguladığı bir kumpas davadan faydalanarak birkaç askerden intikam alarak gelecekteki darbelerden kurtulunacağını zannetmek hiç de akılcı bir yaklaşım değildir. Gelin bu oyunu bozalım. Devr-i sabık yaratmayacağız sözünde durup, hukukun dışına çıkmayalım.
Toplumsal beraberliğe çok ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Bugün, emperyalizm ile açık bir savaş halindeyiz. Her gün şehit haberleri geliyor. Savaş hali demek, ekonomik zorlukların da kapıda olduğu anlamına gelir. Böylesine bir dönemde iç cephe her şeyden çok daha önemlidir. Ne demek istediğimizi Mustafa Kemal Atatürk’ten bir alıntıyla anlatarak noktayı koyalım:
“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten “kaleyi içinden almak”, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur. Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur…”
[1] Konu hakkında ayrıntılı bilgiyi odatv’de yayınlanan “6 kişi nasıl koca kasabada isyan çıkardı” başlıklı yazımızı da okuyabilirsiniz.
[2] http://www.haber7.com/guncel/haber/1023193-ismet-inonunun-66-yillik-sirri