savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,4746
EURO
36,4066
ALTIN
2.957,53
BIST
9.356,86
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
17°C
Ankara
17°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Hafif Yağmurlu
17°C
Cumartesi Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazar Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazartesi Az Bulutlu
2°C

Atatürk’ü Unutturmaya Çalışanlar Türkiye’yi Sömürgeleştiriyor

Atatürk’ü Unutturmaya Çalışanlar Türkiye’yi Sömürgeleştiriyor

Atatürk’ü Unutturmaya Çalışanlar Türkiye’yi Sömürgeleştiriyor

Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 03 Eylül 2019

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, hâlâ bu ülkede tartışma konusu. Kimisi onu çok seviyor, kimisi hiç sevmiyor. İşin ilginç yanı onu sevenler de sevmeyenler de iyi tanımıyor, ne yaptığını kavrayamıyor.

Önce farklı bir bakış açısıyla Atatürk’ü size kısaca anlatmaya çalışacağım. Sonra günümüze geleceğiz. Atatürk ilkelerinden, Altı Ok’tan falan bahsedeceğimi zannetmeyin. Bugünü görmek takiben geleceği kurmak için klişelerden kurtulmamız gerekiyor. 

Atatürk’ü Anlamak

Atatürk, 1’inci Dünya Savaşı’nın yarattığı bir liderdi. 1’inci Dünya Savaşı niçin çıkmıştı? Savaşın amacı neydi. Kısaca hatırlayalım. Bütün savaşlarda olduğu gibi 1’inci Dünya Savaşı’nın da temelinde ekonomik paylaşım kavgası yatıyordu. Batılı devletler, Osmanlı’yı ve Afrika’da boşta kalan toprakları sömürgeleştirmek için savaştılar. Savaşın en önemli amaçlarından bir tanesi de 20’nci yüzyıla şekil verecek Ortadoğu petrollerinin paylaşımıydı.

Savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu parçalanınca topraklarından 19 devlet çıktı. Türkiye hariç, parçaların tamamı sömürge oldu. Osmanlı, parçalanmadan önce yarı sömürgeydi. Sevr Anlaşmasıyla ekonomik ve askeri anlamda tam sömürge yapılmış olacak, Anadolu’da Konya civarında küçücük bir toprak parçasına hapsedilecekti. 

Türkler, tarihin hiçbir döneminde boyunduruk altında yaşamadılar. Atatürk, Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin lideriydi, emperyalizm ile savaştı ve Sevr Anlaşmasını yırtıp attı. Daha da önemlisi Lozan Anlaşması ile Osmanlı’nın yarı sömürge durumuna son verdi. Ekonomimizi sömüren kapitülasyonları kaldırdı. Maliyemizi kontrol eden Duyun-u Umumiye’yi ülkeden kovdu. Böylece yıkılan devletimizin yeniden tam bağımsız olarak ayağa kalkmasını sağladı. 1’inci Dünya Savaşında toprak kaybetmiştik, bu kaçınılmazdı ama sömürge olmadık, bağımsız bir devlet olarak yeniden doğduk.

Bağımsız olduğumuz dönemde inanılmaz bir ilerleme kaydettik. Anadolu halkının karnı doydu. Nüfus arttı. Vatandaş okuma yazma öğrendi. Atatürk, devleti tarikatlar ve cemaat üzerine yapılanmış menfaat ve çıkar gruplarından alıp sokaktaki yurttaşa verdi. Dergâhtan şeyhin atadıkları değil okulunu başarıyla bitiren bu milletin çocukları yönetim kadrolarına gelmeye başladı. Atatürk, hanedanlığı kaldırıp parlamenter cumhuriyetle yönetimi halka teslim etti.

Bütün bunları yaparken Atatürk’ün kafasında tek bir düşünce vardı: Önce benim devletim, önce benim milletim. Atatürk’ün yaptığı her şey Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ve vatandaşlarının refah ve mutluluğu içindi. Atatürk çok ciddi bir başarıya imza attı. Batı’nın 500 yılda gerçekleştirdiği devrimi O, 15 yılda hayata geçirmeyi başardı. Onun döneminde ülke bir anlamda çağ atladı. 

Atatürk, devletin tek hâkimiyken, kendisi için servet biriktirmedi; akrabalarını kayırıp devletin kilit noktalarına getirmedi, eşine-dostuna, yandaşlara, sipariş ihaleler verip onları devletin-milletin sırtından zengin etmedi. Kendisi hanedan olup saraylarda yaşayabilecekken, saraylara hiç tenezzül etmedi. 

Atatürk, bir devletin itibarının, liderinin lüks içinde şaşaa ile yaşamasıyla değil, o devletin ekonomik gücü ve vatandaşlarının yaşam standartlarının artması ile dünyaya gösterilebileceğini biliyordu. O yüzden israfa hiç kaçmadı. Devletin malını hiç savurmadı. O savurmadığı için altındaki kadrolarda aynı davranış biçimini izlemek zorunda kaldı. Tasarrufu vatandaş değil önce devlet yaptı.

Atatürk’ün yaptığı en büyük şey ise hiç kuşkusuz düzen kurmaktı. Türkiye Cumhuriyeti devletini, başta Büyük Millet Meclisi olmak üzere tüm kurumlarıyla, anayasası, kanun ve yönetmelikleriyle öyle bir düzene kavuşturdu ki, her şey kurallar zincirinde bir saat gibi işlemeye başladı. Kurulan hukuk düzeni en tepedeki Cumhurbaşkanından en aşağıdaki memura kadar herkesi keyfilikten mahrum bırakmıştı. Hiç kimse kafasına göre bir şey yapamazdı. Her şeyin dayandığı bir hukuk, bir kanun veya bir kural vardı. Böylece belki de Türk tarihiden ilk defa liderden bağımsız işleyen bir devlet düzeni oluştu. Ondan sonra gelen liderler inanılmaz büyük hatalar yapmalarına rağmen, kurulu düzen sayesinde Türkiye Cumhuriyeti zaman zaman sıkıntılı dönemler geçirse de tökezlemeden yoluna devam etti. Hiçbir zaman beka tehlikesi yaşamadı. Bir devlet ne zaman düzeni kaybeder, tek adamın iki dudağı arasına kalırsa işte o zaman beka tehlikesi ile karşı karşıya kalır.

Yeni Sömürgecilik

Kısacası Atatürk, düzen, özgürlük, bağımsızlık ve sömürülmeye karşı koymak demektir. Atatürk antiemperyalist bir liderdi, emperyalizme karşı savaş verdi. Bu noktadan hareketle konuyu biraz açalım. 

Kaynak: CNN

Amerikalılar yüzlerce yıl ucuz işçi olarak köle çalıştırdılar. 1600’lü yıllardan itibaren başlayan kölelik sistemi, 1860’larda sonlandırıldı. Köleliğin kaldırılmasının gerçek sebebi belki de sistemin kârlılığının son bulmasıydı. Bir köleniz var diyelim. Onu yedireceksiniz, içireceksiniz, giydireceksiniz, barındıracaksınız, evlendireceksiniz, hastalanınca bakacaksınız, hatta yaşlanınca önüne bir kap yemek koyacaksınız. Bütün bu işler para gerektirir. Nereden bakarsanız pahalı bir yatırım. Vahşi kapitalizmin beşiği Amerika’da yeterince çalışacak iş gücü oluşunca kölelik birdenbire ortadan kalkıverdi. Kölelere artık özgürsünüz dediler. Kölelik boyut değiştirmişti. Kölelerin yerini asgari ücretle çalışan işçiler aldı. Çiftlik sahiplerinin yerini alan şirketler ve fabrikalar artık çalışanlarının temel ihtiyaçlarıyla bile ilgilenmek istemiyordu. Özgürlüklerini kazanan köleler, aldıkları asgari ücretle her türlü ihtiyaçlarını kendileri karşılamak zorundaydı. Acımasız kapitalist dünyada fakir ailelerin çocukları için asgari ücretle çalışmaktan başka çare yoktu. İş seçmek özgürlük olmuştu. Bir de bir gün zengin olma umudu.

Bir toplumun içerisinde kaçınılmaz olarak çeşitli sınıflar olacaktır. Birileri diğerlerine göre daha düşük ücretle daha zor işleri yapmak zorundadır. Doğanın kanunu maalesef böyle. Komünizm denendi olmadı. Aslına bakarsanız toplum içerisindeki sınıfsal farklılıkların benzeri ülkeler arasında da kendini tekrarlıyor. Kölelik gibi sömürgecilik de şekil değiştirdi. Asgari ücretle çalışan insanların kendi hür iradelerine sahip olduklarını zannetmeleri gibi bazı ülkeler de kendilerinin sömürge olmadığını, sadece az gelişmiş veya gelişmekte olan ülke olduklarını zannediyor.

Gelişmiş ülkeler artık az para getiren, insan gücü gerektiren, iş kazası veya iş hastalıkları sebebiyle insan hayatını tehdit eden, çevreyi kirleten sanayi kollarını sömürge ülkelere kaydırıyor. Ekonomik sıkıntılarla boğuşan az gelişmiş ülkeler, işsizler ordusuna bir lokma ekmek bulabilmek için sermayeyi ve yatırımı kendisine çekmek için her türlü teşviki, yani her türlü tavizi veriyor. Küçük bir yatırımla büyük teşvikler koparan küresel şirketler, az gelişmiş ülkelerin asgari ücretli işçileriyle büyük paralar kazanıyor. Kazandıkları paraları ise doğru düzgün vergi ödemeden yurt dışına götürüyorlar. İşte bu kâr transferi ülkelerin yarı sömürge olarak kalmalarını sağlayan mekanizmanın belki de en önemli parçası. 

Bir örnekle konuyu somutlaştıralım. Günümüzde Kaz Dağlarında siyanürle altın çıkarılması, kamuoyunu meşgul eden en önemli tartışma konularından biri. 2001 yılında Kanadalı Teck Cominco Metals şirketi ihaleyle bölgede maden arama imtiyazını almış. Daha sonra 2010 yılında da bu hakkı 65 milyon dolar bedelle yine bir başka Kanadalı şirket Alamos Gold’a satmış. Alamos Gold kendisine yandaş bir taşeron bulmuş. Doğu Biga Madencilik şirketi, Alamos Gold adına bölgeden altını çıkartacak. Alamos Gold belki 100 milyon dolarlık küçük bir yatırımla milyarlarca dolar değerindeki altınımızı alıp götürürken geriye mahvedilmiş bir doğa bırakacak. 

Altından elde edecek kâr, bizim ülkemize kalsa belki ihtiyacımız var diye doğa katliamına ses çıkarmayabilirsiniz. Ama durum öyle değil. Bu işten taşeron şirket biraz para kazanacak, kazandığı paranın bir kısmını sus payı olarak siyasete aktaracak, bir de madende asgari ücretle çalışan işçiler, iş buldum diye sevinecek. Hepsi bu.

Kanada’da asgari ücret 2848 Kanada Doları. Bugünkü kurdan Türk Lirasına çevirecek olursak 12 bin TL eder. Bizdeki asgari ücret 2020 TL. Yani sıradan bir Kanadalı işçi benim işçimin tam 6 katı maaş alıyor. Bir başka deyişle Kanadalı işçinin hayat standardı benim işçimden 6 kat daha iyi. Satın alma gücü paritesini hesaba katsanız dahi bu oran 4-5 katın altına inmez. Sıradan Batılı işçi, aldığı asgari ücretle gelip benim ülkemde 5 yıldızlı bir tatil köyünde bir hafta tatil yapabiliyorken, o tatil köyünde asgari ücretle yabancıya hizmet eden benim garsonum, aldığı parayla bayramda memleketine gitmek için yol parasını denkleştiremiyor. 

Ülkenin Sömürge Kendinin Köle Olduğunu Nasıl Anlarsın?

Küresel sistem az gelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarını ve insan gücünü sömürmek üzere kurulmuş. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü, BM ve NATO gibi örgütler ve dolar ve avro gibi rezerv para birimleri bu sistemi devam ettiriyor. Günümüzde bir ülkenin sömürge olup olmadığını anlayabilmek için ülkedeki asgari ücretle çalışan işçi sayısına ve asgari ücretin ne kadar olduğuna bakmak gerekir.

2017 yılı Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ülkede istihdam edilen 28 milyon 83 bin kişiden 18,9 milyonu ücret ve yevmiyeyle çalışıyor. Yine TÜİK verilerine dayanan Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Araştırma Dairesinin 2018 yılında hazırladığı rapora göre, Türkiye’de 10 milyon işçi asgari ücret civarında, 1 milyon 800 bin işçi ise asgari ücretin altında bir ücretle çalışıyor. Tabi bu veriler kayıtlı işçiler üzerinden yapılan hesaplamaları yansıtıyor. Kayıtsızları katarsanız çok daha vahim bir tabloyla karşılaşırsınız.

Şimdi gelelim Türkiye’deki asgari ücretin diğer ülkelerle kıyaslamasına. 27 Avrupa ülkesi arasında yapılan sıralamada Türkiye 22’nci sırada. Mesela 1’inci sıradaki Lüksemburg’da asgari ücret Türkiye’nin 5,6 katı. AB ülkeleri arasında en kötü durumda olan komşumuz Yunanistan’da bile asgari ücret neredeyse Türkiye’nin 2 katı. Söz gelimi bir Yunanlı, aldığı asgari ücretle yanında bir Türkü hizmetli olarak çalıştırabilir.

Türkiye’nin borçları ciddi boyutlara ulaşmış. Kısa vadede ödenmesi gereken milyarlarca dolar borç var. Bu borcu geri çevirmek ve iktidarda kalabilmek için kaynağa ihtiyaç var. Ekonomik sistemimizi döviz kazanma üzerine kurmadığımız için para bulabilmek adına sürekli varlıklarımızı satıyoruz. Madenlerimizi, dağlarımızı, taşlarımızı, fabrikalarımızı, şirketlerinizi yok pahasına satıyoruz. Sıra silah fabrikalarımıza geldi. 50 milyon dolar para bulamadığımız için tank ve palet fabrikamızı dahi sattık. Bu düzen değişmezse satılacak hiçbir şey kalmayana kadar bu süreç devam edecek. 

Durumun vahametinin daha iyi anlaşılması amacıyla açık konuşacak olursak, Türkiye, çalışan nüfusunun neredeyse yarıdan fazlasının asgari ücret ve altında bir maaşla çalıştığı, asgari ücretin ise gelişmiş ülkelerden 4-5 kat daha az olduğu, yarı sömürge bir ülke haline gelmiştir. Türk insanı ise gelişmiş ülkelere mal ve hizmet üreten modern köleler durumuna düşmüştür.

Atatürk, 1919’da Samsun’a çıktığında, Türkiye’yi sömürge, vatandaşlarını ise köle olmaktan kurtarmak için mücadeleye başlamış ve bunu başarmıştı. Bugün geldiğimiz noktada maalesef Türkiye, Osmanlının son döneminde olduğu gibi yarı sömürge haline gelmiştir. Gayet tabi bu yaşanan felakette Atatürk’ten sonra iktidara gelen bütün hükümetlerin payı vardır. Ama en büyük pay hiç kuşkusuz 18 yıldır tek başına iktidarda olan AKP Hükümetlerine aittir. 

Atatürk’ün mücadelesi unutuldukça, ülke geriye gitmektedir. Ülkeye yapılan hizmetler, yol, köprü, tünel inşa etmekle ölçülemez. Tek ölçü; ülkedeki asgari ücretli çalışan sayısı ve asgari ücretin diğer ülkelere göre ne olduğudur. 

Asgari ücret savaşında bir başka deyişle özgürlük ve bağımsızlık savaşında Reis, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yenilgisini almıştır. Ülke, sömürge olma yolunda vatandaş ise köleleşmektedir. AKP’nin yürürlüğe koyduğu, “betona para gömerek siyaseti finanse etme politikası”nın sonuçları daha yeni yeni kendini göstermeye başladı. Aslına bakarsanız bu iyi günlerimiz. Türk milleti, bu yanlış yatırımın gerçek sonuçlarını önümüzdeki 3-5 yılda görmeye başlayacak.

Türkiye’de Ciddi Bir Yönetim Zafiyeti Var

İşin daha da kötüsü, ülkedeki devlet düzeni her geçen gün daha da zayıflamaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan pragmatik, yani çıkar odaklı bir liderdir. Muhalefet olmayı asla kabul edemez. İktidarını korumak için her şeyi yapacak, her yolu deneyecek bir siyaset anlayışına sahiptir. 

Onun bu siyaset anlayışı, kendisini hep gücü tek elde toplamaya itmiştir. Gücü elde toplamak için önce denge ve fren mekanizmalarından Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi kurumları etkisizleştirmiş sonra Genelkurmay’ı saf dışı bırakmış, takiben Dışişleri Bakanlığından yargıya kadar devletin her noktasını, aykırı ses çıkaramayacak şekilde denetim altına almıştır. En son Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Türkiye Büyük Millet Meclisini de devre dışı bırakarak bütün yetkileri tekelinde toplamıştır. Mevcut durumda devletin hiçbir noktasında onsuz karar vermek mümkün değildir. 

Kendi tabanını sıkı tutmak için hep bir düşman yaratma yolunu seçmiş, bunu yaparken “ya bendensiniz ya da düşman” taktiğini kullanarak toplumu sürekli kutuplaştırmıştır. Kendisine biat derecesinde bağlı olmayan, beraber yola çıktığı dava arkadaşlarını dahi birer birer tasfiye ederek, inanılmaz büyüklükte bir düşman kitlesine sahip olmuş, böylece ülkeyi patlamaya hazır bir bomba haline getirmiştir. 

Erdoğan’ın bu uygulamaları ve siyaset anlayışı, aynı zamanda devleti onsuz yönetilemez hâle getirmiştir. Bir benzetmeyle mevcut durumu anlatacak olursak; devleti ayakta tutan bütün kolonları birer birer yıktığı için kubbeyi tek başına kendisi ayakta tutmaya çalışmaktadır. Erdoğan’ın otoritesi ve yarattığı korku, şimdilik devletin çarklarının dönmesini sağlamakta, problem yokmuş gibi bir hava yaratmaktadır.

En büyük destekçisi, devlete yakınlığı ile bilinen MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hâlâ onu desteklemeye devam etmesinin arkasında yatan gerekçe, büyük ihtimalle Erdoğan sonrası ülkenin kaosa sürüklenebileceği korkusudur. Benzer şeyi küçük destekçisi Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek için de söylemek mümkündür. Diğer yandan Perinçek, Erdoğan’ı ABD ile yolları ayırmaya çalıştığı ve Avrasya’ya yöneldiği için desteklemektedir. Aslına bakarsanız bu iki lider ve onlar gibi düşünenler, ülkeyi yarı sömürge, vatandaşını köle ve devleti yönetilemez hale getiren Erdoğan’a, devletin bekası kaygısıyla destek vermeye devam ederek, başarısız bir lideri ödüllendirme yolunu seçmektedirler.

Erdoğan her seçimde, her referandumda, yapılan her anayasa ve kanun değişiklikleriyle kendisine daha fazla güç verilmesini talep etmiş, ne var ki kendisi güçlendikçe devlet zayıflamıştır. İşler iyiye gideceğine maalesef hep kötüye gitmiştir. Bundan sonra da bu eğilimin değişme ihtimali yoktur. Yok, Amerikancılar yeniden iktidara gelecekmiş, yok PKK yönetimde söz sahibi olacakmış, yok FETÖ yeniden canlanacakmış gibi vehimlerle Erdoğan’ın iktidarını uzatmak, kurumsal yapının sürekli zayıflamasına sebep olmakta, devlet her geçen gün daha da yönetilmez hâle getirmektedir. İki kötüden birini tercih etmek çözüm değildir. Çözüm doğru iktidarı yaratmakta yatıyor.

Erdoğan da bir fanidir. Hiç seçim kaybetmese de Allah geçinden versin, bir gün Erdoğan’sız bir Türkiye’ye uyanacağız. O zaman ne olacak? Gerçekle ne kadar erken yüzleşirsek, zarardan o kadar erken dönmüş oluruz. Erdoğan sağlıklıyken, onsuz bir Türkiye’ye hazırlanmak mecburiyetindeyiz. Daha akıllı, daha uyanık, dış odakların güdüm ve akıl hocalığından kurtulmuş, devletin bekası ve milletin refahı için çalışacak, etnik ve mezhep temelinde kimlik siyaseti yapmayacak, kısacası Atatürkçü yeni bir iktidar için çalışmak zorundayız. Yıkılmakta olan, yanlış bir iktidarı zorla ayakta tutmaya çalışarak devletin bekasını sağlayamayız; olsa olsa onunla birlikte kaybederek oyunda saf dışı kalırız. Doğru strateji Atatürkçü bir iktidar için çalışmaktır. Yeni kurulacak hükümette söz sahibi olmak isteyen, aynı zamanda yarı sömürge ve modern köle olmak istemeyen herkesin artık bu bilinçle hareket etmesi gerekmektedir.

Bütün bu tespitlerden sonra Atatürk ile başladığımız yazıyı “Atatürkçü kime denir” tanımımla bitirelim: 

“Liderden bağımsız saat gibi işleyen bir devlet düzeni inşa etmeye çalışana; devlet ve milletin çıkarını her zaman ve her şartta kendi ve akrabalarının çıkarlarından üstün tutana; yaptığı icraatlarla devletin gücünü ve milletin refahını artırmada başarılı olana Atatürkçü denir.” Gerisi hikâyedir…

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.