Özlem Uzun, Sun Savunma Net, 23 Temmuz 2020
Hepimiz biliyoruz, içimiz yanıyor, kahroluyoruz korkunç tünellerde hissediyoruz kendimizi hızla sağdan, soldan çıkan canavar görünümlü erk’ler ile başımızın dertte olduğu biliyoruz, biliyoruz da yine de tam bir fiyasko olan kanunlarımız, kanun uygulayıcılarımız yastığa başını nasıl koyup da uyuyor aklımızın sınırları içerisinde algılayamıyoruz ..
Eğilip o sevimli kız veya erkek çocuklarının neye?
niçin? neden? kurban edildiğini, şu vicdan denen muhasebenin terazi kefesine sığdıramıyoruz…
Bu yazı, bıkmamış, usanmamış bir ilkbahar soğuğu günü zorunlu kayda geçiyor.
Bu yazı, hayal ettiğim, insanlığa ihtiyaç duyulan, nazır bir odada geçiyor.
Balkondaki saksıların yeşermesi ile sırtıma doladığım şalımın-ki ben söyleyemediklerimi de boğazıma halka halka sardığım, içimde kırlangıçların ilk şarkısı, aklımda kışın son dolunayı…
Bir an ki, hayal kurmaya meyil veriyor inceden. İnsanı mutlu hikâyelere, çıkıp da bir yükseltiye aşağı süzülmeye heveslendiriyor, canın yanmayacak gibi.
Bu yazı, tam da o iskelede aldığım nefesle, onlarca yılın dibine dalacak kadar güçlü hissettiğim o yolculuktan, umut etmeyi örselenmediği, ötelenmediği çocukluklardan geçiyor…
Hayat kadar ölçülebilen, yönlenebilen, idame ettirilen bir kulvarın dahi çizgilerini birer birer esneten yegâne eylem nedir derseniz, minicik bedenleri korumaktır, emniyetle bakıp büyütmektir derim.
Zamana, avlulara, akıllara sığmadan hayat kurmak.
Zira küçük bedenlerin büyümelerini izlemenin sonu, tünelin ucundaki parlaklık gibi umut yakıyor hayata.
Belki dedirtiyor insana, belki mümkündür. ‘Belki’ mümkünattır, olasılıklardır, boğazında birikenlere açılan ayrı bir odadır.
Attığımız adımdan şüphe duymadan önce, yeniliğe, bilinmeyene -kim bilir o ihtimale en güzel sürpriz’imiz diyebilirdik- güvenmek için sebep lazım.
Umutlarımız, hayallerimiz ve belkilerimiz olmasa nasıl tutarız hayatın kenarından?
Hiçbir şeyin imkânsız olmadığına inanmasaydık, otuzlarca düğüm sarmasaydık boynumuza, her sabaha belki diye başlamasaydık nasıl koşardık yüreğimizin ardından dizlerimiz kanayarak?
Çıplak ayak koşarken nasıl yaşardık?
Hisleriyle var olan, kendini sevdiği kadar var sayan ve hep de bu yüzden ve sadece bu yüzden dünyasını iyi ihtimallerden dokuyan bir çocuğun ceplerinden umuttan başka ne çıkar?
Fazla mı naif, dünyaya fazla mı fazla umutkâr?
Oysa ürpermeyen kalpten kork diyor dost, üzülmeyen, bölüşmeyen, dahi düşlemeyenden kork. Hayatın inanmaktan başka telafisi yok.
‘Hayalimiz çok bizim, hep de eksikliğini hissetdik’ derken;
Unutmuştu bir zamanlar gözlerini kapatıp, o ninni’yi mırıldanıp gönlünden geçirdiğini.
Masmavi bir denizde son nefesini veren şairin ‘aşk nedir bilsen tutamazdın kendini’ deyişini.
Sana düşlerini hatırlatmayı çok isterdim çocuk.
Güvenimizden kırıldığımızda bütün insanlığa küsecek kadar incinmeye karşı umut yeşertmenin şifasını, belki de olur ve belki de öyledir demenin boynumuzdan kaç halkayı azalttığını göstermeyi çok istedim çocuk.
Yaraların vardı, yalanların vardı, günün birinde üzerinden atılmayı bekleyen prangaların.!!!
Kim olsa taş gibi katılaşırdı sabrı.
İzin verseler sana anlatırdım.
‘Hayat, derdim, elbet bir gün gönlüne göre yaşayacağın kadar adil davranır, endişelenme. Vicdanın huzurlu olduğu sürece tüm ihtimaller sana hediye. ‘
Yine de, yeniden, birlikte büyüdüğün her şey, herkes, her heves sana tekrar hatırlatmak için yanında olsaydı çocuk,
Olsaydı, korusa, kollasaydı da o minik bedenin utancını yaşamasaydık…
Bir değil bin kez pişman edebilseydik masallardaki kahramanlar canlansaydı da kurtarsaydı ‘erk’im diyenlerden seni keşke çocuk keşke umuda mavi gökyüzünün görünmez rüzgârıyla kanat takabilseydik…
Utanıyoruz çocuk, çok yorulduk,..
Bizi sakın affetme çocuk, sakın affetme……..