Yazar: Yılmaz Özdil
Allah yardımcımız olsun.”
Ekip lideri pasaportları dağıttı. Fotoğraflar gerçek, geriye kalan tüm bilgiler sahteydi. İş adamı kimliğinde görünüyorlardı. İyi de hangi ülkeye gidiyorlar, neyin ticaretini yapıyorlar? Ekip lideri hariç, hiçbiri bilmiyordu. Sadece “Afrika’ya gittikleri” söylenmişti. Kendi aralarında şakalaşıyorlardı, “muz cumhuriyetinden geldiğimize göre, herhalde muz tüccarıyız” diyorlardı! Altı saat uçtular, piste tekerlek koydular. Terminal binasında “Welcome to Entebbe International Airport” yazısını gördüler. Uganda’daydılar. Ta 23 sene evvel Filistinli korsanlar tarafından kaçırılan ve İsrail komandoları tarafından basılan Air France uçağının enkazı hala oradaydı. Başkent Kampala’da The Windsor Lake Victoria Otel’e yerleştiler. Beklediler. Dört gün sonra… Ekip lideri odaları tek tek aradı, lobide buluştular. O ana kadar gizlenen görevi açıkladı: “Kenya’ya gidiyoruz, bebek katilini alacağız!” Entebbe’ye geldiler, tam pasaport kontrolüne girerken, bir telefon… Görev ertelendi. Otele geri döndüler. Sabrın sınırlarını zorlayan bekleyiş başladı. Artık ne yapacaklarını biliyorlardı ama, bu sefer de saatler geçmek bilmiyordu. Ya görev iptal edilirse? Ya bu kadar yakınken elleri boş dönerlerse? Üç gün, üç sene gibi geçti. Nihayet beklenen an geldi. Bindiler, Nairobi Jomo Kenyatta Havalimanı’na indiler. Uçakta bekleyeceklerdi. Paket, kendi ayağıyla gelecekti. Pilot kuleye bilgi verdi: “İki saat sonra havalanacağız, rota Hollanda.” Ekibin Hollandalıya benzeyen sarışın mavi gözlü elemanı merdiven başına çıktı. Pilot, sağ motoru çalıştırdı. Üç otomobillik konvoy, aprona hışımla daldı, uçağın yanında zınk diye durdu. Hollanda’ya gidiyorum zanneden paket, indi. Hollandalı (!) gülümseyerek başıyla selamladı. Paket koşar adım merdivenleri tırmanırken, sol ve kuyruk motorları çalıştırıldı, kapı kapandı. “Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin!” Paket’i Bandırma’da teslim ettiler, tekrar havalandılar, başladıkları yere, Etimesgut’a indiler. MİT müsteşarı hangarda bekliyordu, tek tek kucakladı, duygusal bir konuşma yaptı. Çankaya Köşkü’ne götürdü. Cumhurbaşkanı Demirel, kahramanları Pembe Köşk’te, Atatürk’ün makam odasında karşıladı. “Sizlerle hatıra fotoğrafı çektiremiyorum. Çok gizli bir görevi başarıyla ifa ettiniz. Şartlar, bundan sonra da gizliliğin korunmasını gerektiriyor. Sizleri bir fotoğraf karesinde buluşturmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum” dedi. Birer kol saati hediye etti. Saatlerin arkasında “T.C. Cumhurbaşkanı, 18.2.1999” yazıyordu. Halbuki kanıt belliydi. Ve o saatlerden birinin sahibi rahmetli oldu. TSK’dan MİT’e geçmişti. Kıbrıs’tan Güneydoğu’ya sayısız kozmik görevde bulunmuş, hiçbirini şahsi ikbali için kullanmamış, sıra dışı hayatına rağmen sıradan kalmayı başarmış bir vatan evladıydı. İki tane mantar tabancası patlatanlar bile 22 tane kitap yazarken… Gerçek efsane albayın adını, rahmetli oluncaya kadar duyan olmadı. Karakterini özetleyebilmek için tek örnek vereyim… Hastalandı. Öğretmen eşi ve iki kızı, tembihliydi. Asla kimseden iltimas istemeyeceklerdi. Herhangi bir emekli vatandaş gibi, devlet hastanesine gittiler. Vaziyet kötüydü, akciğerde, beyinde tümör… İlerlemişti, derhal ameliyat gerekiyordu, yoğun bakımda yer yoktu. Madem subaysınız, Haydarpaşa GATA’ya gidin dediler, gönderdiler. GATA’ya geldiler, yoğun bakımda yer yoktu! Cumhuriyet tarihinin en önemli görevlerinden birini gerçekleştirmiş olan efsane albay, acil serviste, bir sedyede yatıyordu. Eşi, kızı çaresizce başında bekliyordu. Hani devamlı sallarız ya, “vatan sana minnettar” filan… İşte buydu. Neyse ki, GATA komutanı tesadüfen acil servise geldi, tesadüfen gördü, yoğun bakımda yer yaratıldı. Ama maalesef, ameliyat edilemeden vefat etti. Çünkü, ailesine bile yük olmak istememişti, hastalığının nereye varacağını biliyordu, üzülmesinler diye son dakikaya kadar ailesine bile söylememişti. Kasım ayında, baba ocağında, Konya Seydişehir’in Gökhüyük köyünde toprağa verildi. Ondan geriye bir büyük onur mirası, bir de madalya gibi kol saati kaldı. Ve bugün, Öcalan’la pazarlığa oturan MİT’in haline bakınca, bakanların koluna takılan saatlere bakınca… Diyorum ki, hakikaten “kâhin” gibi adamlarmış. “Muz cumhuriyetinden geliyoruz” derken, aslında ne kadar
Özel uçağa bindiler. Antalya’ya gittiler. Karpuzkaldıran askeri tesislerine yerleştiler. Uçağın kuyruğundaki Türk Bayrağı ve kimliğini gösteren işaretler kapatıldı. Üç gün sonra, vakit tamam… Tekrar havalandılar.
*
Bu zorunlu gizlilik, tırışkadan efsaneler, köfteden kahramanlar yarattı. Sadece dokuz kişiydiler ama, neredeyse dokuz bin kişi o uçakta bulunduğunu ima etti.
O saatler kimdeyse, uçakta onlar vardı.
Gazetelerde haber yapıldığı için, artık yazabiliriz…
“Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin” diyen ekip lideri, bordo bereli Albay Abdullah Soyluoğlu’ydu.