İnsanlar sosyal varlıklardır, egemenlerin, denetim ve güç oluşturmak için dinlere müdahale etmediği dönemlerde, farklı dinlere mensup toplumların, birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek yan yana ve sorunsuz yaşadığı tarihi bir gerçektir. Dinler, ancak egemenlerin ve iktidar sahiplerinin denetimine girdiği andan itibaren özünü kaybeder, siyasallaşır ve çatışmalara neden olurlar.
Yazar: Fatih Bengi, Sun Savunma Net, 28 Aralık 2017
Dinin öz niteliği ve amacı; insanların ve toplumların manevi ihtiyaçlarını karşılamak, önemli bir boşluğu doldurmaktır. Evrensel etik değerler, paylaşım, eşitlik, adalet gibi kavramlar hep bir ihtiyacın ürünü olarak, tüm dinlerde ve kutsal kitaplarda vurgulanmıştır.
Genel olarak dinlerin gelişim evrelerine bakıldığında, onların, genelde “çağın koşullarına ayak uydurma” yönünde bir değişimden geçtiklerini görüyoruz. Bunun en belirgin örneği Hristiyanlıkta görülmektedir. Hristiyanlık, Luther Hareketi ile bir reformasyondan geçmiş, yükselen kapitalizm koşullarına uygun bir içerik ve biçim kazanmıştır. Protestanlık, bu gelişimin ürünü olarak şekillenmiştir. Kazanç ve kâr kutsanmış, “kazancın” buyruğu ile dinin bu yönde evrimleşmesinin, daha sonraki gelişmelere uyum sağlayabilmesinin önü açılmıştır.
Musevilik ise, bir taraftan kendi katı iç kuralları ile dikkat çekerken, diğer taraftan ise özellikle mülk sahibi kesimlerin, aşırı tutkusunu ifade eden tefecilik ve ticaretle özdeşleşmektedir. Bu ikinci yanı ile Museviliğin her döneme iyi uyum sağladığı görülmekte; çağın değişen koşullarına, “dünyasal işlere” uyumu ile dikkati çekmektedir. Ancak dinsel fanatizmin bu dinde halen etkili olduğu da bir gerçektir. Bu dinin kendi içinde ayrıca bir iktidar talebinin olmaması, kendi sermayesinin ve uluslararası sermayenin Yahudi etiketli kesimlerinin, zaten bu işlevi yerine getirdiği varsayılmakta, bu da güncel bir çatışmaya yol açmamaktadır. Bu çatışma, Siyonizm aracılığı ile kendi dışına, özellikle de İslam’a, Müslüman halklara karşı yönelmiş durumdadır. Filistin sorununun güncelliği, somut bir kanıt olarak ortada durmaktadır.
Bugün, “ılımlaşması” için emperyalizmin temsilcileri tarafından hedefe alınan din, İslam dinidir. Nedenini tek cümle ile ifade edecek olursak; ABD’nin çıkarlarının güvence altına alınmasıdır. Günümüzde, başta ABD olmak üzere, emperyalist büyük güçler, İslam’ı “uygarlaştırma’’ ve “ehlileştirme” peşindedirler. İslam halklarının, bir zamanlar insanlığın ilerlemesine yaptığı katkılar unutulmakta, onların da bir uygarlık yarattığının üzeri örtülmekte, bu halklar, “uygarlaştırılmaları” gereken barbar sürüleri olarak görülmektedir. İslam’ın yükseliş dönemi, özellikle 8’inci ve 9’uncu yüzyıldan 11’inci yüzyıla kadar olan dönem, “İslam Rönesans’ı” olarak da adlandırılmaktadır. İslam’ın yükseliş döneminde, bu dine mensup Arap halklarının tıp, astronomi, matematik ve bilimin çeşitli dallarında çok önemli bilim adamları yetiştirdiği bilinmektedir. Batı Rönesans’ının sonradan yararlandığı antik Yunan kaynaklarını Arapça’ya çeviren, koruyan ve tabii bu arada Yunan filozoflarından, özellikle de Aristo ve Platon’dan büyük ölçüde etkilenen İslam filozofları olmuştur. Orta Çağlarda, Batılılar, El Farabi’ye, “İkinci Usta” demektedirler. “Birinci Usta”, elbette Aristo’dur. El Farabi, Platon ve Aristo’ya dayanarak, idealist dinsel felsefeyi geliştirmiştir.
Avrupa’da, 17’nci yüzyılda “din mi-akıl mı” sorunu Descartes’le birlikte tartışılmış ve bu sorun aklın yararına çözülmüştür. Böylece iman ve irrasyonalizme karşı, rasyonel bakış açısı egemen olmuştur.
İslam Dünyası’nda ise, bu tartışma, çok erken bir dönemde, 11’inci yüzyılda gündeme gelmiştir. İslam bilgini Gazali, bu sorunu aklın değil, dinin yararına çözmüştür. Buna göre her şey akıl ve akla göre değil, Kur’an’la ve Kur’an’a göre açıklanmak zorundadır. Hiçbir düzeltme ve gelişme, Kur’an hükümlerine uygulanamaz, O zaten mükemmeldir ve tanrının kelamıdır. Yani siyasal İslam, ılımlı İslam, radikal İslam, demokratik İslam gibi sonradan uydurulmuş İslam anlayışları olmaz. Bir tek İslam vardır, o da Kuran’da bahsedilen İslam’dır.
İnsanlar sosyal varlıklardır, egemenlerin, denetim ve güç oluşturmak için dinlere müdahale etmediği dönemlerde, farklı dinlere mensup toplumların, birbirlerinin farklılıklarını kabul ederek yan yana ve sorunsuz yaşadığı tarihi bir gerçektir. Dinler, ancak egemenlerin ve iktidar sahiplerinin denetimine girdiği andan itibaren özünü kaybeder, siyasallaşır ve çatışmalara neden olurlar.
İngiliz felsefeci Thomas Hobbes’e göre, birbirinin karşıtı haline gelen insanlar, bir sözleşme yaparak hak ve özgürlüklerini devlet denilen oluşuma devrederler. Hatta can güvenlikleri için tiranlığı kaosa tercih ettikleri de tarihi bir vakadır. Böylece, kendileri için kargaşa ve savaş son bulur ve güvenlik içinde yaşamaya başlarlar. Böylece devlet, şiddet kullanma meşruiyetini bireylerin egemenlik tasarruflarından almış olur.
Toplum yaşamında diyaloğa en az gereksinim duyan kategori dinlerdir. Din savaşlarının, mezhep çatışmalarının özünde, toplumlar arası bir çelişkiden daha ziyade, egemenlerin çıkarları vardır. Medeniyetler arası diyalog ve hoşgörü, her türlü çatışmayı önleyen sihirli bir formül olarak takdim edilmeye başlanır. Aslında bu kavramlar batı merkezli tek yanlı bir yaklaşımın ürünüdürler.
Hristiyan medeniyetinin dışındakiler, mesela İslam medeniyeti çatışma kaynağı olarak gösterilip hoşgörü ve diyalog yoluyla bunlara batılı değerlerin aktarılması istenmektedir. Nitekim 1998 Şubat’ında “Dinler Arası Diyalog Toplantısı” adı altında papa ile görüşen Fethullah Gülen, batı dünyasına ılımlı İslam’ın temsilcisi olarak tanıtılmaktadır.
Bu nedenle “dinler arası diyalog, dinler buluşması” kavramları da birileri tarafından kasıtlı olarak icat edilmiş kavramlardır. Dinler arası diyalog, ılımlı İslam vb. söylemler, İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamak üzere icat edilmiş kavramlardır. ABD’nin yeryüzüne hâkimiyet iddiası ve bununla birlikte ortaya çıkan “güvenlik” ihtiyacının bir sonucudur. Dünyanın artan nüfusu, farklı yönetim biçimleri, toplumlar ve dinler arası çelişkiler nedeniyle, toplumlar üstü küresel bir güvenliğe ihtiyaç oluşmuştur. Güvenlik ve özgürlük birbirinin tamamlayanı değildir. Güvenlik politikası özgürlük alanının daraltılması anlamına gelmektedir. Güvenlik, devlet adına toplumu kontrol etmeyi, denetim altında tutmayı, sınırlamayı, boyun eğdirmeyi ve dışlamayı içerir.
ABD, güvenlik ihtiyacını ve tedbirlerini, toplumların rızası dahi olmadan kendisi oluşturmakta, kısacası güvenliğinin tehlikede olup olmadığına kendisi karar vermektedir. Güvenliği kimin veya kimlerin tehdit ettiğini tespit eden de ABD ve işbirlikçileridir. ABD’nin eski başkanı Bush “çerçeve”yi oldukça geniş tutarak “yanımızda olmayan karşımızdadır” demiştir. Bu dost-düşman ayrımının sınırlarını da “yeni bir haçlı seferine ihtiyaç var” sözleri ile açıklayan Bush, bütün İslam toplumunu hedefe koyarken, yine aynı dönemde bazı İslami tarikatların “makul” ve “mantıklı” kabul edilerek öne çıkarılması da toplumun rızası ile değil, ABD’nin tek taraflı iradesi ile gerçekleşmiştir.
Bu açıdan ılımlı İslam, ABD’nin kaos ve güvenlik sorunu yaratmak için oluşturduğu ve farklı ülkelerde işbirlikçileri ile pratikleştirdiği Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçasıdır. Ilımlı İslam öncesinde Hristiyan ve Budist tarikatlardan da “ılımlı dindar” ABD işbirlikçileri yaratılmıştır.
Bunların en bilinenleri; İspanya’da kuruculuğunu Josemaria Escriva de Balagar’ın yaptığı Opus Dei, Güney Kore’de kuruculuğunu Sun Myung’ın yaptığı Moon Tarikatı ve Türkiye’de ise terörist Fethullah Gülen’in kurduğu Gülen Tarikatı’dır. Irak’ta faaliyet gösteren Kesnizani Tarikatı da Gülen tarikatına benzemekte fakat sadece Irak’ta faaliyet göstermektedir.
Bu tarikatlardan her üçünün de birbirine benzer birçok ortak özellikleri vardır. Her üç tarikat da iki sözcüğü kabul eder: Hoşgörü ve Diyalog!
Kim tarafından kime hoşgörü? Kimlerle kimler arasında diyalog?
Moon Tarikatı Uzak Doğu, Asya ve Pasifik bölgesinde, Opus Dei Latin Amerika’da, Gülen ise Ortadoğu, Afrika ve Kafkasya’da örgütlenmiştir. Bu bölgeler; ABD karşıtlığının geliştiği, kapitalizmin hâlâ tam hâkimiyet kuramadığı; ABD’nin “diyalog” ihtiyacı duyduğu, küresel sömürüye “hoşgörü” talep ettiği alanlardır.
Her üç tarikat da milliyetçi ve anti komünist görünür. Fethullah Gülen de Komünizmle Mücadele Derneklerinin kurucularındandır. Bu üç tarikat da toplum yaşamının, toplum tarafından sürdürülebilirliğini mümkün görmezler. Her üç tarikat da dünyevi yaşamdan uzak, ruhani amaçlarla iştigal eden bir görüntü sergilerler. Kendi eğitim sistemleri içerisinde kendi elemanlarını yetiştirirler. Ancak her üç tarikat da maneviyatı, sadece iman ve ibadet boyutu ile sınırlı görmezler. Her üç tarikat da kapitalist sisteme uygun, pazar ekonomisi içinde çalışma, üretim ve ticaret yaparlar.
Moon, Opus Dei ve Gülen tarikatları; bankacılık, sanayi ve ticaret alanında örgütlenmiş ve kurumsallaşmışlardır. Denebilir ki dinin liberalleştirilmesinde bu üç tarikat, maneviyattan ve ruhanilikten daha çok “dünyevilik” boyutu ile meşgul olurlar. Her üç tarikat da doğrudan ve görünür şekilde, açıktan siyaset yapmazlar. Kendi çıkarlarına göre liberallerle, muhafazakârlarla, sosyal demokratlarla ittifaklar kurar; bu ilişkileri ile iktidarları yönetir ve yönlendirirler.
Opus Dei ve Gülen Tarikatı “Kültürler Arası Diyalog” gibi, ortalama kitlelerin sempatisini toplayan aktivitelere önem verir; bu başlık altında panel, seminer, kültürel etkinlikler düzenlerler. “Dinler Arası Diyalog” adı ile başlatılan bu türden uluslararası faaliyetlerin öncülüğünü İspanya ve Türkiye’nin yapıyor olması da asla bir tesadüf değildir. Bu tarikatların, beş kıtada yüzlerce ilköğrenim, lise ve üniversitesi, hastane, gazete, dergi, radyo ve televizyonu vardır.
Şimdi gelelim meselenin bizi ilgilendiren kısmına; Ilımlı İslam’ın Türkiye’deki temsilcisi Gülen Hareketi ülkemizde nasıl oluştu? ABD 1947 yılında Truman Doktrini kapsamında; Türkiye ve Yunanistan’a, Sovyetler Birliği’nin doğrudan baskısı ve tehdidi altında olduğu gerekçesiyle, toplumda Marshall yardımları olarak bilinen askeri ve para yardımı yapmaya başladı. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasındaki tarihsel “saldırmazlık” ve “dostluk” antlaşması sona ermiş oluyordu.
Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin komünizmin “dolaylı” ya da “doğrudan” saldırı tehdidi altında olduğunun kabulü anlamına geliyordu. Böylece “Antikomünizm”, iktidarların iç ve dış politikalarının belirleyici öğesi haline gelecekti.
Özbek asıllı Ruzi Nazar ilginç bir kişiliktir, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rus ordusunda görevliyken Alman ordusuna esir düşmüş, Türk kökenli SS (Schutzstaffel) birliğine katılmış, subay olarak eğitilerek, askeri komutanlığın gözde subaylarından biri olmuştu. Savaş sonrasında CIA ve Alman istihbarat örgütünün kurucusu olan General Gehlen onu kanatları altına almış ve bu sayede CIA’nın üst kademelerine süratle tırmanmıştı.
Ruzi Nazar, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne istihbarat görevlisi olarak atanır. CIA’nın Ankara İstasyon Şefliğini yapan Paul Henze ile birlikte, Türkiye’de 60’lı ve 70’lı yılların kirli oyunlarında yer alır. Fethullah Gülen, Ruzi Nazar ve MİT ilişkisi bu tarihlerde başlar.
İşte böyle bir ortamda Fethullah Gülen de 1963 yılında Erzurum komünizmle mücadele derneğinin kurucuları arasında yer alır. Bu zat, ABD desteğiyle Türkiye’de Opus Dei tarikatına benzer bir yapılanma içine girer. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından, ABD Ankara Büyükelçisinin, “Darbeyi bizim çocuklar yaptı ve iyi gidiyor” sözlerini hepimiz hatırlarız.
Bu darbe, Carter’in “içini ferahlatmakla” kalmaz, Türkiye’nin yönünün İslamcı politikalara doğrultulmasının da ilk işaretidir. Askeri yönetim, din derslerini zorunlu hale getirir ve İmam Hatip okullarının sayısını artar. Türkiye, o günden başlayan ve bugüne kadar uzanan yeni bir sürece, Türkiye’yi baştan sona değiştirecek olan bir karşı-devrim sürecine girmiştir.
Emperyalistler bunu hep yapmışlardır. Kanlı darbeleri yaptıranlar, istediklerini aldıktan sonra, suç gömleğini cuntacıların sırtına giydirerek, “demokrasi” ve “özgürlük” savunuculuğuna yeniden soyunurlar.
Bireysel olarak; darbeden yana olmak, ya da darbeye karşı olmak, kişisel bir tercihten öte bir anlam taşımaz. Önemli olan darbenin içeriği ve onu yönlendiren dinamiklerdir. Fethullah Gülen de 12 Eylül’den sonra, darbecilere övgüler düzmektedir.
Huntington, ABD’nin yeni stratejilerinin çerçevesini 1992 yılında yaptığı bir konferansta çizmiştir. Medeniyetler Çatışması. Ve Türkiye de bu stratejide önemli bir yer tutmaktadır. Brzezinski, Avrasya egemenliği kapsamında, Türkiye’de istikrar ve güvenirliğin önemini vurgulamaktadır.
20 yıl Ortadoğu’da CIA şefliği yapan Graham Fuller’in, 2008’de kaleme aldığı ‘‘Yeni Türkiye Cumhuriyeti: İslam Dünyasında Mihver Devlet Olarak Türkiye’’ adlı kitabı liberal aydınlarımız tarafından pek beğenilir. Buna göre Türkiye, tarihiyle, özellikle de Mustafa Kemal ile hesaplaşmalı, Cumhuriyetin dayattığı “İslam Zulmü” sonlandırılmalıdır.
Amerika’nın saygın üniversiteleri, İslam’ı, tarihin zaman-mekân boyutlarının dışına taşımak için özel çaba gösterirler. Ilımlı İslam’ın baş mimarlarından Harvard’lı Noah Feldman, ‘‘After Jihad-Cihat Sonrası’’ adlı kitabında, Türkiye’nin “Atatürk’ün zorlayıcı laik rejimini” terk edip, İslamcı bir yapıya dönmesi gerektiğini savunmuştur. Müslüman Kardeşler hareketini destekleyen Noah Feldman, Irak anayasasına şeriat hükümlerini koyan danışmandır.
CIA, İslamcılarla aile bağları da kurmuştur. Graham Fuller’in kızı Samanta Ankara (Türkiye’de doğan kızına Ankara’nın adını vermiş!), 1990 yılında Çeçen kökenli Ruslan Çarnayev’le evlenir. Bişkek’e yerleşirler. Ama Ruslan’ın iki yeğeni CIA bursu ile Amerika’ya gelir, Boston maratonunda bombalı eyleme katılır.
Bu gelişmelere paralel olarak terörün şekli de değişmektedir. Paramiliter teröristler yerine dinci El-Kaideci teröristler ön plana geçer. Bu taktiksel bir değişikliktir. CIA ve MI6, denetimindeki bu örgütler yeni gelişmeyle birlikte görevlendirildikleri bölgelerde üslenmiş bulunmaktadır.
Türk-İslam sentezinin Türklük yanı aşınmakta, İslamlık yanı ağırlık kazanmaktadır. Fethullah Gülen 1999 yılında CIA aracıyla Amerika’ya taşınır. Washington’a yakın bir yere yerleşir. Komşusu ise aynı yıl Türkiye’den gelen Yusuf Turani’dir. Bir Uygur türkü olan Turani, kendisini Özgür Uygur Devlet Başkanı ilan etmiştir. Aynı dönemlerde Ayman el-Zevahiri ve Yasin el-Kadı; Türkiye, Azerbaycan, Kosova ve Arnavutluk arasında mekik dokumaktadır Zevahiri, Azerbaycan’da, Bakü’de ABD ajanlarıyla bir araya gelmektedir. 1997 yılında başlayan bu ilişki İkiz Kuleler saldırısına kadar (11 Eylül 2001) sürer.
İşte tam da bu sırada, Gülen hareketi de Azerbaycan’da sessiz sedasız örgütlenmektedir.
Gülen’in okul serüveni, İstanbul’da bir, İzmir’de bir okulla, 1982 yılında başlar. Yurtdışında; Azerbaycan ve Gürcistan’da 1990 yılından itibaren Gülen ekipleri çalışmalarını yoğunlaştırır. İlk okulunu Azerbaycan’da açar. Gülen hareketi için bu “küçük adım”, Avrasya politikaları için “büyük adım” demektir. Gülen okulları eski Sovyet topraklarında hızla yayılır. Yüzlerce Amerikalı “İngilizce öğretmeni” bu okullara taşınır, Ücretlerini CIA karşılamaktadır.
İran’da Şah rejimi sonrasındaki yönetim değişmiştir. Hem ABD hem Gülen, İran İslam Cumhuriyetine karşıdırlar. Fethullah Gülen 1999 yılında Zaman Gazetesine verdiği bir röportajında; “İran’la aramızda mezhep farkı yoktur din farkı vardır”. “İran Müslüman değildir” anlamına gelen bir yorum yapar. Tabi bu çıkışı, özellikle ABD’nin çok hoşuna gider. Yine Fethullah Gülen; “Bu kadar kötülüğün kol gezdiği bir dünyada, herkesin üstünde mutlak ve evrensel bir otoriteye ihtiyaç vardır” derken düpedüz ABD’yi işaret etmektedir.
Yakın zamanda, Gazze’ye yardım götüren Türkiye’ye ait Mavi Marmara gemisinin İsrail tarafından basılması olayında Gülen, “İsrail haklıdır, otoriteye karşı çıkılmaz” diyerek kendi tarikat mensuplarını dahi çok şaşırtmıştır.
Bütün bu gelişmeler, FETÖ denen terör örgütünü kimin kurdurduğunu ve kime hizmet ettiğini bize göstermiyor mu? Kısaca, Opus Dei, Moon ve Gülen tarikatlarının üçü de ABD işbirlikçisidir. Moon, Opus Dei ve Gülen tarikatları, ABD’nin desteği ile dünyanın değişik ülkelerinde okullar, vakıflar ve şirketler kurmasının ve birbirlerine tıpatıp benzer teşkilatlanmasının sebebi sizce nedir?
Bence bu üç tarikat, ABD’nin uydurduğu ve ABD’nin “güvenlik” ihtiyacının sonucudur. Çünkü günümüzde dünya nüfusunun sadece %3’üne sahip olmasına rağmen, dünyanın doğal kaynaklarının üçte birini tüketen ABD, bu eşitsizliği ancak şiddetle ve güvenlik politikaları ile sürdürebilir.
Günümüz toplumlarının ise böyle bir güvenlik ihtiyacı yoktur. Ama ABD’nin vardır. Yeryüzünün tamamına egemen olmak gibi büyük hedeflere yönelen ABD’nin önündeki en büyük ve en dinamik engel, her geçen gün Batı ve ABD karşıtı bir karakter kazanan İslam ülkeleridir.
Nitekim dünyanın dört bir yanında kendi işbirlikçi yönetimlerini kuran, kimi ülkelerde aile despotluklarını, kimi yerlerde askeri diktatörlükleri iktidara taşıyan ABD, yine de mutlak hâkimiyeti kuramamaktadır. Afganistan, Irak ve Suriye işgallerinden sonra daha da keskinleşen ABD karşıtlığı karşısında ABD, Orta Doğuda yeni işbirlikçiler ve yeni mekanizmalar bulmak zorundadır. Ancak bu işbirlikçilerin “yerli” ve “Müslüman” olması daha etkili ve inandırıcı olacaktır. Eğer bunu başaramazsa Asya ve Afrika’dan tümüyle tasfiye olması da kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısıyla ABD’de, Pennsylvania’daki çiftliğinde yaşayan Fethullah Gülen’in “ılımlı İslam”, “dinler arası diyalog” gibi bir derdi yoktur. O, klasik bir işbirlikçidir ve ABD’ye oynamaktadır. Bütün bu verilerden hareketle, ılımlı İslam sadece bir örtü değil, bir örgütlenme, kontrol altına alma ve boyun eğmeyenleri tasfiye ideolojisidir.
Sonuç olarak; uygarlık, ortak tarihsel ve toplumsal ilişkiler tabanından beslenen, benzer kültürlerin bir sentezidir. İslam uygarlığı, dünya uygarlığının ebesidir.
Medeniyetler Çatışmasında, İslam Medeniyeti, çatışmanın hedefi haline getirilmiştir. Daha da ilginç olanı, o hedefe yönlendirilenler, İslam’ın başıbozuk çete birlikleridir. “İslam’ı İslam’a kırdırma” görüntüsünü, keyifle dünyaya izlettirmektedirler. Bu olayların gerçek sebebini zaten kendileri toplanan misyonerler kongresinde yapılan konuşmada şöyle açıklıyorlar;
“Sizin göreviniz, Müslümanların Hristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları dinlerini sorgular, tartışır hale getirmektir. Bu sağlanırsa gerisi kendiliğinden gelir. Bizim yapmak istediğimizi kendi kendilerine yaparlar.”
Küresel kapitalizm sürdüğü sürece küresel güçler manipülasyonlarına devam edecek ve siyasal İslam’ın varlığını sürdürmesini isteyecektir. Çünkü ‘‘Küresel Kapitalizm’’ ve ‘‘Siyasal İslam’’ partnerlerdir ve meşruiyet sağlamak için ikisinin de birbirine ihtiyacı vardır.
Küresel güçlerin terörizme, terörizmin de küresel güçlere ihtiyacı var. Çünkü küresel güçler, terörizmin yarattığı atmosfer sayesinde varlıklarını ve uygulamalarını meşrulaştırmaktadırlar.
Kaynak: Gazete Ne Haber