26 Ağustos 2016
Uzun bir süredir ülkelerine İran tarzı teokratik bir yönetimin gelmesinden korkan laik Türk elitleri, sonunda en korktukları şeyin başlarına geldiğini görebilirler. Geçtiğimiz ay içerisinde, hükümetine karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sonrasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan tasfiyeler, Türkiye’nin de, İran’ın 1979 yılında karşı karşıya kaldığı, otoriter bir İslamcı rejime doğru gittiğinin en önemli göstergesidir.
Türkiye’deki mevcut gidişat ile İslam Cumhuriyetini kuran 1979 İran devrimi arasında çok farklılıklar var, fakat çok dikkat çekici ve çarpıcı benzerlikler de mevcut. Devrim öncesinde İran’daki politik manzara, tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi, göreceli olarak dinamikti ve politik spektrumda; Marksist gruplardan laik ulusalcı partilere kadar uzanan ve birbirleri ile rekabet halinde olan çeşitli partiler ve hizipler mevcuttu. Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin mutlak bir hâkimiyetle ülkeyi yönettiği doğrudur ama ona karşı sokaklara dökülen milyonlarca İranlı çok çeşitli görüş ve ideolojilere sahiptiler.
Şahın yerine gelen teokratik rejim, karşısına çıkanların tamamını ezip geçmeyi başarmıştır. İran devrimi, doğasında tamamen İslamcı olmasa da, kudretli, kendinden emin ve karizmatik bir lider olan Ayetullah Humeyni liderliğindeki İslamcı güçler tarafından iktidar, sistematik ve etkili bir şekilde ele geçirilmiştir. İlahi bir kudret olarak doğmakta olan Erdoğan’la, bugün Türkiye de aynı uçurumun kenarındadır.
‘‘İlahi bir kudret olarak doğan Erdoğan’la, bugün Türkiye de aynı uçurumun kenarındadır.’’
Humeyni’nin İslami rejimi laiklik ve ulusalcılığı Müslüman İran’ı dejenere eden ‘‘Batı Zehirlenmesi’’ olarak görüyordu ve darbe sonrası İslami rejimi kitlesel tutuklamalar, infazlar ve devlet kurumlarının temizlenmesine iten nedenler de bunlardı. Ordu, İslamcıların en başta gelen hedefiydi. Yeni doğan İslam Cumhuriyeti şaha bağlı olan binlerce subayı infaz etti ve etkili bir savaş gücü olan konvansiyonel İran Ordusunu tamamen etkisiz hale getirdi. İran Devrim Muhafızları Ordusu ve yarı askeri Besic kuvvetleri, Irak ile savaşı sürdürmenin yanı sıra İslami Cumhuriyeti iç tehlikelere, özellikle de potansiyel askeri darbelere karşı korumak için kuruldu.
Erdoğan da ‘‘Allah’ın lütfu’’ olarak tanımladığı darbe girişimini, aynı şekilde Türkiye’deki laik devlet sistemini ortadan kaldırmak ve binlerce muhalifini tutuklamak maksadıyla kullanmaktadır. Tırpanla biçilenler arasında devlet memurları da bulunmaktadır, aslına bakılırsa, Erdoğan hükümetinin elinde darbe öncesinde, bütün devlet mekanizması içerisinde yer alan şüpheli muhalifleri kapsayan bir liste olduğu artık apaçık ortadadır. Fakat tıpkı İran’da olduğu gibi Türkiye’de de Erdoğan’ın tasfiye kampanyasının merkezinde ‘‘Türk Ordusu’’ bulunmaktadır. Türk ordusunun ülkenin İslamlaştırılmasına karşı siper olma imkân ve kabiliyetinin ortadan kalkmasının tek nedeni yapılan tasfiyeler değildir. Erdoğan’ın kendi yararına sokaklara döktüğü halkın darbeye tepkisi de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Cumhurbaşkanının mutlak iktidarı ele geçirmesine karşı çıkmasını engellemiştir.
İran devriminin, ülkedeki muhalefet partilerinin tamamını ortadan kaldırması da dikkate değerdir. Ayetullah Humeyni devrimin ilk yıllarında kukla rolü oynamış fakat bunu yaparken halkın şaha olan kızgınlığını ve Birleşik Devletler ile Batıya yönelik kızgınlık ve şikâyetlerini mutlak iktidarı ele geçirmek için kullanmıştır; kendisi için yarattığı rol İran’ın tartışmasız, dini, politik ve askeri liderlik pozisyonudur. Ondan sonra gelen Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney, İran’ın politik sistemini, İslami cumhuriyetten ziyade, Allah’ın emirlerini, İran darbesi sonrasındaki devrimci anayasa ve hukuk sistemi yerine, kendisi ve takipçilerinin yorumlarına göre uygulayan bir İslami hükümet olarak görme eğilimindedir.
Photo credit: AFP PHOTO/STR/Getty Images; CHRIS MCGRATH/Getty Images
Türkiye’deki organize muhalefet de darbe sonrasında benzer bir durumla karşı karşıyadır. Bütün büyük Türk partileri darbeye karşı bir tutum sergilemişlerdir, fakat Erdoğan’a karşı gösterilecek sert bir muhalefet herkesi Türk devletine bağlı olmama suçlamasına maruz bırakabilir. Bu özellikle daha liberal olan ve Kürtlerin çoğunlukla yer aldığı, silahlı ve isyancı Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’ni desteklemekle suçlanan Halkların Demokrasi Partisi (HDP) için doğru olabilir. Erdoğan, yakın bir gelecekte ayrılıkçı PKK terör örgütüne karşı yürütülen mücadeleyi, darbeyi iç ulusal tehditler ve laiklik yanlıları ile ilişkilendirerek, iktidarını daha da sağlamlaştırmak maksadıyla kullanabilir.
Bunun da ötesinde Erdoğan başarısız darbe girişimini, parlamento gibi diğer seçilmiş kurumları devreden çıkararak daha güçlü bir başkanlık sistemi oluşturmada mazeret olarak kullanabilir. Darbeden önce Erdoğan’ın anayasayı değiştirme çabaları belirsizken, o şimdi kendisini ömür boyu olmasa da, uzun bir süre güçlü ve yetkili bir başkan yapacak olan anayasal değişikliklerin yapılmasını zorlayabilir. Türkiye giderek artan bir oranda, kendisini ulusun kurtarıcısı olarak tanımlayan Erdoğan etrafında oluşan bir kişiye bağlılık olayı ile karşı karşıyadır. Bir zamanlar güçlü olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve onun birçoğu devre dışı bırakılan üst düzey liderleri dahi Erdoğan’ın iktidarı zorla ele geçirmesinde bir araç görevi görmekteler.
Son olarak, İran’da İslamcıların iktidarlarını sağlamlaştırma yönündeki çabalarının asla tam olarak durmadığını belirtmekte de yarar var. Bu çabalar, özellikle ülkenin eğitim kurumlarında bugün dahi sürdürülen aşamalı bir süreçtir. Günümüzde İran’ın en üst dini lideri, laik eğitimcilerden oluşan ülkenin üniversite sisteminden kurtulmayı özellikle talep etmektedir. Çabaları, üniversitelerden binlerce profesör, dekan ve hatta politik muhalif olarak gördüğü öğrencileri atan, önceki cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedidinejat döneminde özellikle başarılı olmuştur. İran okullarındaki tasfiye, mevcut cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde büyük oranda durmuştur, fakat güvenlik birimleri, özellikle İran Devrim Muhafızları ve yarı askeri Besic kuvvetleri eğitim sistemini devamlı olarak muhalif yetiştiren bir kaynak olarak görmeye devam etmektedirler.
Erdoğan hükümeti de benzer şekilde Türkiye eğitim sistemini, Gülen taraftarı oldukları şüphesiyle binlerce profesör ve dekanı kovarak tasfiye etmeye çabalamaktadır. Türk hükümeti kamu okullarına din derslerini ilave etmiştir ve hatta devlet tarafından kontrol edilen bir vakıfça fonlanan ayrı bir dini eğitim sistemi oluşturmaya çabalıyor olabilir.
İslamcı İran ile yakında İslamcı olabilecek Türkiye arasında tam bir benzerlik yok.
İslamcı İran ile yakın gelecekte İslamcı olabilecek Türkiye arasında tam bir benzerlik söz konusu değil. Erdoğan ve AKP defalarca seçim kazandılar; Türkiye bir halk devrimi yaşamadı; mevcut kriz Türkiye’nin seçilmiş hükümetine yapılan darbe girişimi ile tetiklendi. Ordu gibi laik kurumlar, oldukça azalsalar da henüz tamamen ezilmediler. Darbeyi organize etmekle suçlanan ve sonrasındaki tasfiyelerin hedefi olan Gülen hareketinin, cumhurbaşkanının sürekli olarak tekrarladığı gibi Erdoğan yönetimi için büyük bir tehdit olmaya devam etmesi de olasıdır. Bir zamanlar iktidara gelmesine yardım eden kuvvetleri bastırma gibi benzer otoriter taktikler kullanmasına rağmen Erdoğan asla bir Humeyni değildir. Erdoğan’ın arkasında Humeyni’ninki gibi tüm ulusun desteği ve benzersiz bir dini otorite bulunmamaktadır.
Fakat İslami Cumhuriyet’te olduğu gibi Erdoğan da devlet kurumları ve toplumun İslamlaştırılmasını, ortaya çıkan fırsatlara bağlı olan aşamalı bir süreç olarak görmektedir. İran İslam Cumhuriyeti’nde uygulandığı gibi Erdoğan da, otoritesine meydan okuyabilecek medya ve akademik kurumların altını oymaktadır. Washington için en kaygılandırıcı olan ise Erdoğan’ın halkın gözünde kredibilitesini yükseltmek için Amerikan karşıtlığına bel bağlayarak İslami Devlet ve bölgedeki diğer tehditlerle olan mücadeleleri sekteye uğratmasıdır. Şimdi hayal etmek zor olabilir fakat İran da Washington’un en önemli rakibi olmadan önce bir zamanlar ABD’nin bölgede yakın bir müttefikiydi.
Türkiye ve İran farklı olabilirler fakat en dikkat çekici benzerlik gözden kaçırılmamalıdır: Milyonlarca Türk ve İranlı bir zamanlar uluslarının askeri ve monarşik yönetimlerden kurtulduklarını zannederken kendilerini güçlü ve otoriter dini rejimlerin pençelerinde buldular. İran’ın trajedisi 1979 yılında başladı; Türkiye ise kendi tehlikeli yolculuğuna yeni başlıyor.
ÇN: Yazıda ifade edilen görüşler yazara aittir. Metin aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten ulaşılabilir.
http://www.rand.org/blog/2016/08/what-erdogan-and-khomeini-have-in-common.html
YAZAR: ALİREZA NADER RAND Corporation ‘da üst düzey uluslararası politika analizcisi olarak çalışmaktadır ve The Days After a Deal With Iran: Continuity and Change in Iranian Foreign Policy ‘nin yazarıdır. Yorumları ve makaleleri ABD ve uluslararası medyada çeşitli yayınlarda yer almıştır. Nader’in diğer RAND yayınları Israel and Iran: A Dangerous Rivalry; The Next Supreme Leader: Succession in the Islamic Republic of Iran; Saudi-Iranian Relations Since the Fall of Saddam: Rivalry, Cooperation, and Implications for U.S. Policy; The Rise of the Pasdaran: Assessing the Domestic Roles of Iran’s Islamic Revolutionary Guards Corps. RAND’a katılmadan önce Center for Naval Analyses kurumunda araştırmacı olarak görev yapmıştır. Ana dili Farsçadır. Yüksek lisans derecesini George Washington Üniversitesinden almıştır.
ÇEVİREN: Ercan caner Elektrik ve Elektronik Mühendisliğinin yanı sıra, uçak ve helikopter lisanslarına sahiptir. Türkiye Hava Sahası Yönetimi alanında doktora tez çalışmalarını sürdüren Caner’in İnsansız Hava Araçları (2014) ve Taarruz Helikopterleri (2015) konulu makaleleri yayımlanmıştır. 36 yılı kapsayan TSK, BM ve NATO deneyimlerine sahiptir.
E-mail:ercancaner@gmail.com