Geçen ay Türkiye’deki darbe girişiminin güvenlik üzerindeki etkileri nedeniyle ülkesi açısından kaygı duyan Çek savunma danışmanı Frantisek Sulc, Türkiye’nin dış politikasında gerçekçi bir yaklaşıma yönelmesinin NATO’nun son çeyrek asırda karşılaştığı en ciddi krize ve muhtemelen ittifakın çökmesine yol açabileceğinden endişeleniyor.
15 Temmuz Türkiye darbesiyle ilgili Çek medyasında süregelen tartışmalara katılan Sulc, kendisini Çekoslavakya Cumhuriyeti ‘‘NATO Resmi Enformasyon Merkezi’’ olarak tanıtan natoaktual.cz sitesinde yaptığı yorumda ‘‘Türkiye’den Avrupa’ya doğru yayılan İslamcılık tehdidinin analiz edilmesinde çok zaman harcandığını… fakat darbenin, özellikle NATO açısından daha büyük ve uzun vadeli etkileri üzerinde çok az durulduğu’’ uyarısında bulundu.
Sulc aslında, darbe sonrası ortaya çıkan manzaranın, ‘‘diğer olaylarla birlikte (Örneğin ABD’nin NATO politikasını yeniden değerlendirmesi, Avrupa ve Asya’daki ciddi krizler ve Vladimir Putin’in artan saldırgan tutumu vb.) ittifakın son 25 yılda karşılaştığı en ciddi varoluşsal krize yol açabileceğini öne sürmektedir.
Moskova tarafından yapılan sözde saldırgan hamlelerin ayrıntılarına girmemeyi tercih eden Sulc, yaptığı yorumda bu tehditlerin hepsinin bir araya gelmesinin sonuçlarının, 1990’lı yılların başlarında NATO ve Avrupa Birliğini güvenlik ve ekonomik istikrarı için seçen ‘‘Merkezi Avrupa için iyi olmayacağını’’ vurguladı. ‘‘Son 25 yıl boyunca bu iki organizasyon, liberalizm, daha doğrusu yeni liberalizmin parlayan örnekleridir.’’ Araştırmacı Sulc, darbe girişiminin ilk bakışta NATO açısından bir varoluş krizine dönüşeceğini ileri sürmenin abartılı göründüğünü kabul etmekte ve Türkiye, Yunanistan ve İtalya örneklerini vererek ‘‘İttifakın geçmişte de defalarca darbeler ve otokratlarla uğraşmak zorunda kaldığı ileri sürülebilir.’’ demektedir. Ne de olsa Portekiz’in NATO’nun kurucu üyesi olmasının ve Yunanistan ile Türkiye’nin ittifaka kabul edilmelerinin temeli demokrasi ve istikrardan ziyade ‘‘coğrafi ve jeopolitik’’ nedenlere dayanmaktadır. Sulc, Fransa NATO’nun askeri kanadından ayrılma kararı verdiğinde ve Sovyetler Birliği ile Varşova Paktının çöküşü sonrasında NATO’nun bir varoluş nedeni aradığında olduğu gibi ittifakın başka kriz durumlarını da atlattığını hatırlatmaktadır. Araştırmacının dikkat çektiği ‘‘bu örnekler’’ kesinlikle yerindedir ve bu aşamada NATO’nun parçalanacağını öne sürmek için bir neden bulunmamaktadır, bununla beraber bu sefer başka bir tehlike bulunmaktadır; biriken problemler ittifakı öylesine zayıflatacaktır ki ittifakta kalmak bazı üyeler için anlamını yitirecektir.
NATO’nun artan siyasileşmesi – giderek güvenlik ve istikrarın garantörü tanımından uzaklaşarak, ideolojik bir tanıma bürünmesi fakat demokratik prensipler, özgürlük ve liberalizmi yayan bir ittifak statüsünü de muhafaza etmesidir. Şüphesiz ittifakın askeri boyutu hala önemlidir fakat siyasete ağırlık vermesi, Soğuk Savaş sonrasındaki barış ortamı ve düşmanın olmaması ittifakı zayıflatmıştır.
Araştırmacı ayrıca, dünyanın son çeyrek asırda iki kutuplu sistemden çok kutuplu bir sisteme geçişinin üye ülkeler arasındaki bağları zayıflattığına ve üye ülkelere NATO’dan başka, güvenliklerini sağlamak için birçok alternatif sunduğuna da dikkat çekmektedir. Bunlara ilave olarak, ABD’nin liderliğinde yürütülen Irak işgali ve Afganis’tanda uzun süre devam eden çatışmalar gibi bir seri olaylar da NATO’nun prestijini sarsmış ve ittifakın bütünlüğüne daha fazla zarar vermiştir. Özellikle 2003 yılındaki, Fransa ve Almanya’nın katılmayı ve hatta desteklemeyi reddettiği Irak işgali, Sulc’a göre Türkiye’nin Avrupalıların yanında yer alarak Washington’a ilk işgal esnasında üslerini kullandırmamasıyla daha fazla bölünmelere neden olmuştur. Ankara o zamanlar, çok yakında olmayacağı açıkça ortaya çıkan, Avrupalılardan, Avrupa Birliğine tam üyeliği beklemiş olabilir. Bu olay, ‘‘belirli bir ölçüde Türkiye’nin laik elitlerini aşağılamış, öte yandan ise Erdoğan’ın pozisyonunu güçlendirmiştir; Türkiye, ortaya çıkan yeni Osmanlıcı politikası ile değişmiştir.’’ Dahası, Ankara’nın ihtirasları, ‘‘Arap Baharı’’ olarak bilinen ve bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğuna ait olan bütün Ortadoğu’yu kaplayan bir dizi isyanlar sonrasında daha da artmıştır. Sulc, ‘‘Bu problemlerin Türkiye’ye hedeflerini gerçekleştirmek için kullandığı ve kullanacağı fırsatlar sağladığını ve bunların genellikle ittifakın politikası ile örtüşmediğini’’ ileri sürmektedir. Sulc, bir zamanlar Robert D. Kaplan’ın ‘‘Coğrafyanın İntikamı’’ isimli kitabında yaptığı bir tespite atıfta bulunarak, Soğuk Savaş dönemi iki kutuplu dünyasının tarihin sayfaları arasına gömüldüğüne ve Ankara’nın Tahran ile birlikte Arap Dünyasına giderek çok daha fazla dahil olduğuna dikkat çekmektedir.
Araştırmacıya göre Türkiye’nin NATO açısından önemi de giderek zayıflamaktadır. ‘‘Bugün, Romanya ve Bulgaristan NATO’ya dâhil olduktan sonra Karadeniz’e çıkış, artık Rusya ile kara sınırı olmayan Türkiye olmadan da mümkün hale gelmiştir. Ankara’nın bölgede kendi çıkarlarını ön planda tutacağı ve Arap dünyasındaki artan faaliyetleri ile birleştiğinde bu faktör ‘Türkiye’nin, öngörülmezliği nedeniyle de, ittifak için öneminin sorgulanmasını‘ mümkün kılmaktadır.
Bu arada, liberal ve yeni liberal ideologların, Soğuk Savaş sonrasındaki 1990’lı yıllarda jeopolitiği değiştirdiğini veya en azından zayıflattığını ifade eden Sulc, jepolitiğin bütün etkisiyle geri döndüğünü ve ana oyunculardan bir tanesinin de, jeopolitiği kendi avantajına çok iyi kullanan Türkiye olduğunu sözlerine eklemektedir. Bu durum, Sulc’a göre en belirgin bir şekilde; Türkiye’nin önemli coğrafi konumunu pragmatik bir şekilde kullandığı, öte yandan yeni alternatifler arama ve Avrupalılarla ilişkilerin soğumasına yol açan, Ankara’nın Brüksel ile yaptığı mülteci krizi görüşmelerinde ortaya çıkmıştır.
Araştırmacı Sulc, ‘‘Eski moda iyi jeopolitiğin geri dönmesinin, Türkiye’nin birkaç olası katalizörden bir tanesi olarak görev yapabileceği, yukarıda bahsedilen varoluş krizini tetikleyerek ittifak için bir problem olabileceğini’’ öne sürmektedir. 19’uncu yüzyıl ve sonrasında, güçler arasındaki ilişkilerde oldukça tipik bir yaklaşım olan değerler ve pragmatizm (gerçekçilik) arasındaki seçim çok acı verici olabilir.
Sulc’a göre daha da kötü olan ise, ideoloji ve reelpolitik arasındaki bu seçimin Avrupa’nın askersizleştirildiği, savunması için neredeyse tamamen ABD’ye bağımlı olduğu bir durumda ve bir zamanlar ABD içindeki politik güçlerin (Donald Trump’a rağmen) ciddi olarak Avrupa’dan çekilmeyi düşündüğü bir anda yapılması gerektiğidir.
Bu nedenle Sulc, Batı tarafından desteklenen laik ve demokratik değerleri açık bir şekilde reddeden ve Rusya ile dost olan Türkiye’nin suçlarının bedeli olarak ittifaktan atılmayla cezalandırılması sorusunu sormanın uygun ve yerinde olduğunu ileri sürmektedir.
‘‘Bu konu hakkında ittifakın sözcüleri ve Batılı politikacılar tarafından verilen demeçler çok aydınlatıcı değildir. Bu çok hassas bir konu olduğundan yaklaşımları hiç de şaşırtıcı değildir. Türkiye olmadan ittifak nasıl görünürdü? İşbirliğine yanaşmayan bir Türkiye ile ittifak nasıl görünürdü? Ankara diğer NATO üyeleri ile birlikte ‘‘şeytanın avukatı’’ olabilir mi? NATO’nun İsrail, Gürcistan, Ukrayna, Ürdün ve diğer ülkelerle olan girişimlerini Ankara kasıtlı olarak engelleyebilir mi?’’ Araştırmacı Sulc’a göre; ABD’de yaklaşan başkanlık seçimleri Birleşik Devletleri dahi, Moskova ile Soğuk Savaştan ziyade işbirliği yapmayı tercih eden Türkiye dâhil diğer NATO ittifakı üye ülkeleri arasına sokabilir. Avrupa’nın güney ve güneydoğu sınırlarının geleneksel ve asimetrik tehditlere – Afganistan parçalanırken – Soğuk Savaş zamanındaki caydırıcılık ve Balkanlardaki operasyonların hatıraları solarken – maruz kaldığı bu şartlar altında, ittifakın üzerine inşa edileceği olumlu örnekler bulmak çok zor. Bu nedenle, ittifakın güvenilir bir şekilde korunabilmesi için Sulc, birkaç önemli adımlar (Rusya, Çin ve diğerlerini rakip olarak veya ittifakın aleni düşmanları olarak adlandırarak üye ülkeleri askeri bütçelerini artırmaya zorlamak, askeri güç kullanımını artırmak dahil) atılmadıkça NATO’nun parçalanmaya mahkum olduğunu ileri sürmektedir.
Sulc, ‘‘yukarıda özetlenen fikirlerin ihtiras dolu ve imkânsız görülebileceğini, fakat açık, somut ve görülebilir adımlar atılmadıkça, ittifakın politik ağırlığını kaybedeceğini, önce dışarıda, sonra da içeride, kapısına kilit vurarak, eksikliğinde bir ittifakın asla olamayacağı üyelerinin güvenini kaybedeceği’’ uyarısı ile sözlerini tamamlamaktadır.
ÇEVİREN: Ercan Caner Elektrik ve Elektronik Mühendisliğinin yanı sıra, uçak ve helikopter lisanslarına sahiptir. Yüksek lisans derecesini Gazi Üniversitesi’nden Avrupa Birliği – Türkiye İlişkileri alanında alan Caner, halen Türkiye Hava Sahası Yönetimi alanında Haliç Üniversitesi’nde doktora tez çalışmalarını sürdürmektedir. İnsansız Hava Araçları (2014) ve Taarruz Helikopterleri (2015) konulu makaleleri yayımlanmıştır. 36 yılı kapsayan TSK, BM ve NATO deneyimlerine sahiptir.
E-mail:ercancaner@gmail.com
Twitter: @ercancaner1963
ÇN: Yazıda ifade edilen görüşler yazara aittir. Metin aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten ulaşılabilir.
http://sputniknews.com/politics/20160820/1044461162/turkey-realism-nato-mission-analysis.html