Yazı ve Fotoğraf: Olay Salcan, 20 Ağustos 2018
Siem Reap, daha evvel küçük bir yerleşim yeri iken, bugün Angkor kompleksi ile dünyaca tanınan bir yer haline gelmiştir. Çok sayıda turistin buraya gelmesi ile de turistik bir bölge halini almıştır. Son derece kaliteli oteller var. Hayat da çok ucuz. İnsanlar çok iyi, sevecen ve sevimliler. Kamboçya, kendi özelliklerini koruyan bir ülke görünümünde. Zamanla değişeceği de bir gerçek. Kısa bir gelecekte şu anki Kamboçya’dan farklı bir konuma geleceği kaçınılmaz. Bu nedenle şimdiki durumu ile Kamboçya’yı görmek son derece güzel. Bunu Tayland’a gidince daha iyi anladım. Bu görünümdeki Kamboçya’yı kaçırmamak için gezi listenizin başına Kamboçya’yı eklemekte fayda var. Gerçekten Angkor kompleksi, sahip olduğu olağanüstü değerler ile bir insanın görmesi gereken yerlerin başında geliyor. Ayrıca Tonle Sap Gölü üzerindeki Choeung Kneas isimli yüzer köy de, başlıbaşına görülmeye değer ilginç yerlerden birisi.
Burada ülkenin tarihi, sosyal, ekonomik yapısı hakkında uzun uzun bir bilgi vermeyeceğim. Sonunda bu yazdıklarım, gezi yazıları ve ben de gezilerimde gördüklerimi yazıyorum. Ancak bir zamanlar bu eserleri yapacak kadar gelişmiş ve üstün bir medeniyet seviyesine kadar gelmiş bir ülkenin nasıl olur da bu kadar fakir duruma düşmüş olabileceğini anlayabilmek açısından bazı konulara değinmekte de fayda var.
Kamboçyalıların çoğu, kendilerini Khmer (Kimer) İmparatorluğundan gelme sayıyorlar ve kendilerine de (Khmer) Kimer diyorlar. 1884 yılında Fransız sömürgesi olan Kamboçya, II. Dünya Savaşı sırasında da Japonların istilasına uğramış. Savaş sonunda da tekrar Fransa’nın sömürgesi olmuş. 1953 yılında resmen bağımsızlığını ilan etmiş, ama Amerikan yanlısı liderin başarısız idaresi Kızıl Khmerler’in doğuşunun nedeni olmuş. Bunu fırsat bilen Amerika da, Kamboçya’yı bombalamaya başlamış. 1973 yılına kadar devam eden bu bombardımanlarda onbinlerce Kamboçyalı hayatını kaybetmiş. Kızıl Khmerlerin kendi halkına verdirdiği kayıpların yanında, Fransızların, Japonların ve Amerikalıların verdirdiği kayıplar çok hafif kalır. 1975-1979 yılları arasında ülkenin yönetimini ele geçiren Kızıl Khmerler, iki milyon Kamboçyalının infazlardan, açlıktan, zorunlu göçten, aşırı çalışmaktan ve tıbbi bakıma erişememekten ölmesine neden olmuş. Bugün bunun sorumlusu olarak gösterilen dört liderden birisi ölmüş, diğer üçü insanlığa karşı suç işlemek, soykırım yapmak, dini zulümde bulunmak, adam öldürmek ve işkence yapmak suçlarından mahkeme karşısında hesap vermektedirler.
Bu kadar büyük sıkıntılar çekmiş bu ülkenin, bu günlere gelebilmesi büyük bir başarı, ama en büyük başarı, bu olumsuz şartlara rağmen Angkor kompleksinin bugüne kadar ayakta kalabilmesi. Bu insanlık tarihi açısından büyük bir şans. Bunun ne demek olduğunu burayı görünce daha iyi anlıyorum. Emin olun burayı görmek bir ayrıcalık. Burası şehre yaklaşık beş kilometre mesafede. Birkaç kolaylık tesisi hariç hiçbir tesis yok. Bu nedenle de Siem Reap’da kalmak mecburiyetindeyim ve her gün buraya gitmek ve dönmek durumundayım. Tuktuklarla seyahat etmek de ayrı bir keyif. Çok da ucuz.
Tapınakları iki gün gezeceğim için iki günlük resimli biletimi alıyor ve boynuma asıyorum. Son derece iyi organize olmuşlar, siz sırada iken resminizi çekip biletinizi veriyorlar. Yalnız biletinizi hiç kaybetmeyin. Giriş kapıları dahil yol üzerinde dahi soruyorlar.
Angkor, kapladığı ormanlık alan dahil 400 km2 alanla Güney-Doğu Asya’nın en önemli ve görkemli arkeolojik alanlarından birisi. Khmer İmpartorluğu’nun 9-15.yy arasındaki muhteşem kalıntıları burada. Çok sayıda mabedi bünyesinde bulunduran bu kompleksin genel adı, Angkor. Bu kompleksteki en önemli tapınak, hiç kuşkusuz, Angkor Wat. Ancak; Angkor Thom, Bayon ve Ta Prohm tapınakları da enteresan görüntüleri ile dikkat çekiciler. Bölgedeki tapınakların yapımında tuğla, kireç taşı ve kızıl kil kullanılmış. Ancak büyük bir çoğunlukla işlemesi de kolay olduğu için kireç taşı tercih edilmiş.
Bölge, UNESCO tarafından 1992 yılında Dünya Mirası Listesine dahil edilmiş. UNESCO ayrıca; tarihi eser yağmacılığından, su baskınlarından ve aşırı derecedeki turizm faaliyetlerinden korumak maksadıyla bu siteyi Tehlikede Olan Dünya Mirası Listesine dahil etmiş.
Şehir Tapınağı manasına gelen Angkor Wat, 12. yy’da devlet tapınağı olarak Kral II. Suryavarman tarafından Angkor’da inşa ettirilmiş. Kompleks de en iyi bir şekilde korunmuş. Yapılışından bu yana ayakta kalabilen görkemli bir dini merkez. İlk yapıldığında Hindular için tanrı Vishnu‘ya ithaf edilen tapınak, daha sonra Budizm için kullanılmış. Bu gün Kamboçya bayrağının üzerinde ülke sembolü olarak kullanılıyor. Dünyanın en büyük tapınağı olma özelliğine sahip.
Angkor Wat’ın efsanevi Meru Dağı’nı temsil eden sembolik özelliği var. Bu nedenle de Meru Dağı’nın beş tepesini temsil eden beş kuleden oluşan piramit şeklinde bir dağ olarak inşa edilmiş ve tapınağın çevresindeki duvar dünyanın sonundaki dağları, su kanalları da kozmik okyanusu temsil ediyor. Bazı tapınaklar ise, kralların kendi krallıklarını ve yönetimlerini sembolize etmek maksadıyla politik olarak yapılmışlar. Angkor Wat’ın uzaktan görünüşü çok heybetli. Görünen beş kulesi ile insanı büyülüyor. Ortadaki kule, kenarlardaki dört kuleden hem büyük hemde yüksek.
Tapınak, ulaşılabilmesi kolay olması için su kanalı üzerine inşa edilmiş, iki tarafındaki arslan heykellerinin bakışları arasından, uzun taş bir köprüyü yürüyerek geçiyor ve zamanında yalnızca kralların girdiği muhteşem kapıdan içeri giriyorum. Kapının içerisinde beni sekiz kollu, büyük bir Vishnu heykeli karşılıyor. Sağdaki bölmede bir rahip ibadetini yapıyor. Hayal dahi edemeyeceğim çok güzel bir manzaranın büyüsüne kendimi kaptırıyorum. Ancak bu gerçek ve ben de bunun tadını çıkarıyorum. Bunları yaşayabilmek için gezmek lazım.
Bu hayalden kurtulup kapının sonuna geldiğimde karşıma büyük bir bahçe çıkıyor. Ortasında da tapınağa giden bir yol var. Tapınağa biraz daha yaklaştığım için görkemini daha da görebiliyorum. Gerçekten muhteşem bir manzara. Bunun ancak masallarda olabileceğini, hayatta olamayacağını düşünürdüm, ama bu gerçek ve tam karşımda. İşin en güzel tarafı da, biraz sonra tamamını gezmek ve görmek için içine gireceğim. Gel de gezme. Gezdikce ve gördükce hayallerin gerçek olabileceğine inanıyorsunuz.
Yürüyüşüme devam ederken taşlar üzerine oyularak yapılmış kabartmalara hayranlıkla bakıyorum. Emin olun burada fotoğraf çekerken hiçbir yerde zorlanmadığım kadar çok zorlandım. O kadar çok çekilecek yer var ki hangisini çekeyim. Olacak gibi değil. Burası fotoğrafçılar için cennetin cenneti. Her zaman söylediğim gibi çekemediklerime üzülmek yerine, çekebildiklerime seviniyorum.
Taşlar üzerine oyulmuş çeşitli kabartmalar her yerde var. Son derece ilgi çekici ve güzeller. Emin olun detayları hiç kaçırmamışlar. Savaşlarını anlatmışlar. Tanrılarını ve tanrılar arasındaki ilişkileri tasvir etmişler. Krallarını, tanrılara ibadetlerini, danslarını, eğlencelerini, cenaze törenlerini, cennet ve cehennemi, festivalleri, resmi törenlerini resmetmişler. Özellikle zamanın kadın dansçıları olan apsaraların çeşitli figürleri çok kullanılmış. O zamanlar çok popüler olmalılar ki her yerde görünüyorlar. Gerçekten de bu kabartmalar, Khmerlerin o günkü yaşamları konusunda çok detaylı bilgi veren tarihi ve değerli belgeler. Bunları sadece süs olsun diye tapınak duvarlarına yapmadıkları belli oluyor. Gerçekte bunlar yazılı birer belge.
Burayı geçtikten sonra duvarlarla çevrili bir avluya geliyorum. Burada Meru Dağı’nı temsil eden beş kule mevcut, ancak ortadaki kule insanı ürkütecek kadar büyük ve heybetli. Bu kuleye çıkan dik merdivenler var. Çoğu kimse de çıkıyor. Bu kadar çıkan olduğuna göre demek ki görülmeye değer. Bir anda kendimi merdivenlerde, yukarıya tırmanırken buluyorum. Oldukça dik ve yüksek. Herkes gibi azami dikkat gösteriyorum. En tepeye çıktığımda, koridorlarla birbirine bağlanmış dar odalarla çevrili, ortası avlu olan bir terasla karşılaşıyorum. Dışarıya bakan pencereler var. Buradaki görüntü son derece güzel. Ayrıca tapınağın dört bir yönünden çevreyi görebiliyorum. Ormanlık bir alanla çevrelenmiş bir tapınak. Buradan diğer bazı tapınakları da görebiliyorum. Tapınağın kapladığı alanın büyüklüğünü yukarıdan çok daha iyi anlayabiliyorum. Dünyanın en büyük ve muhteşem tapınağını görebilmenin hazzı içerisinde burayı terk ediyorum.
Bu tapınağın yapımına 12. yy’ın sonlarında başlanmış ve 13. yy’ın sonlarına doğru tamamlanmış. Tapınağın içerisine girmeden evvel tapınağı koruyan arslanlar var. Sağlı sollu duvarlarda da kabartmalar mevcut. O kadar güzel resmetmişler ki, kabartmalara bakarak ne anlatmak istediklerini anlıyorum. Birilerinin anlatmasına bile gerek yok. Yalnız burada kabartmaları yapan ustanın sanıyorum espri anlayışı çok kuvvetli ki, insanı güldüren figürler yapmış. Burada da gerçek hayattan alıntılar var. Konular genelde aynı, ama hikayeler farklı. Örneğin teknelerle nehirde yapılan savaşlar konu edilmiş. Denize düşen bir askerin kendisine saldıran timsahtan kaçmak için tekrar tekneye tırmanırken timsahın dişlerini pantolona geçirip aşağıya doğru çekmesi esprili bir şekilde anlatılmış. Ayrıca başındaki sepette meyve taşıyan kadının sepetinden ağaçtaki maymunun meyveyi çalması çok eğlenceli bir şekilde resmedilmiş. Hatta savaşa giden bir kıtada öndeki savaşçının arkasında gelen kadının elindeki kaplumbağaya askeri ısıttırması son derece güzel. Ayrıca birbirlerinin bitlerini temizleyen kadınlar, Çinliler ile Kamboçyalılar arasındaki horoz döğüşleri, domuz güreşi figürleri bunların içerisinden verilebilecek birkaç örnek.
Kapılardan geçtikten sonra tapınağın kendisine ulaşıyorum. Odaları birbirlerine bağlayan koridorlar var. Çevre kulelerdeki taşlara yüzler, oyularak yapılmış. Orijinalinde 49 kule varken bu gün 37 kule ayakta kalabilmiş. Bu kulelerin dört tarafında birer, yani toplamda dört yüz varken, bugün bazısında üç ve bazısında iki yüz kalmış. Bu yüzlerin tamamı gülen yüz. Üçüncü kattaki terasta ise taşlara oyulmuş çok daha fazla gülen yüz var. Gerçekten görülmeye değer. Aşağıda girişte bulunan espri dolu kabartmalar ve tapınakta birçok gülen yüz bana gülmeyi hatırlatıyor. Bunlar etrafa olumluluk katıyor. Tüm bunlar da tapınağa ayrı bir hava veriyor ve diğerlerinden farklılık yaratıyor. Benim gezdiklerim içerisinde en çok beğendiğim tapınaklardan birisi.
Tapınağın inşası 12. yy’ın sonlarından 13. yy’a kadar devam etmiş. Tapınaklar içerisinde en enteresan olanı da bu tapınak. Çok özel bir tapınak. Bu tapınağın diğer tapınaklardan maksat, mimari ve sanatsal olarak hiçbir farkı yok. Tek farklı buradaki ağaçlar. Bu da tapınağı çok özel kılıyor. Ağaçlar bu tapınağa mistik ve gizemli bir hava vermişler. Tapınağa girer girmez, tapınaktaki ağaçları görünce emin olun şaşkınlığımdan ağzım bir karış açık, gözlerim de yuvalarından fırlayacak gibi bakakalıyorum. Ağzımdan hayret nidasından başka bir şey çıkmıyor. Benim bildiğim ağaçlar toprakta yetişir ve toprağa kök salarlar. Buradaki ağaçlar, hiç böyle değil. Binaların üzerinde yetişmişler ve aşağıya doğru kök salmışlar. Bunlar çok ama çok büyükler ve iriler. Kökleri ise başka bir alem. Öyle salkım saçak değiller. Devasa kökler bunlar. Ağaçların kökleri binaları bir oya gibi işlemişler. Muhteşem görüntü veriyorlar. Nerede bir çatlak bulmuşlarsa girmişler, nerede bir çatlak varsa çıkmışlar. Aynı bir iğne işi ve nakış gibi. Eskiden kasnaklar üzerine nakış yapılırdı. Burada da binalar kasnak, kökler ve ağaçlar bu nakşa şekil ve hayat veren iplikler. Burada doğadan daha büyük bir sanatkar olmadığını bir kere daha görüyorum.
Bölgede iki çeşit bitki örtüsü var. Birisi, iri ve yüksek olan ağaçlar ki bunlara ipek pamuğu ağacı deniyor. Diğeri ise, daha küçük ve duvarlara tutunarak yükselen yeşil yapraklı ve gri renkli kökleri olan bir çeşit incir ağacı. Yeşil, gri ve kahverenginin olağanüstü beraberliği görülmeye değer. Bu manzaranın beni hayrete düşürecek kadar güzel olmasının yanında, ne kadar çok yazara ve film yapımcısına ilham verdiğini de düşünüyorum. Burası, insanı tuvali ile gelip resim yapmaya teşvik eden bir yer. Çoğu çizgi filmlerde gördüğümüz ve ancak hayallerde olabilir diye düşünebileceğimiz bir tapınak. Gerçeğini görünce şoka giriyorum. Tabii ki bu şok, öldürücü değil. Keyif verici.
Şoktan çıkıp da, kendime gelip etrafa daha iyi bakmaya başlayınca; ağaçların, bu yüzlerce yıllık tapınak duvarlarına kökleri ile destek oldukları; aynı zamanda çatlakları kökleri ile genişlettikleri için duvarların yıkılmasına neden olabilecekleri yorumunu yapıyorum. Bazı ağaçların da fırtınalar nedeni ile binaların üzerlerine düşüp zarar verebileceklerini, bu durumdaki bazı manzaraları görerek anlıyorum. Bu ağaçların görüntüsü yalnızca bu tapınakta var, diğer tapınaklarda rastlamadım. Aynı bölgede ve sık bir ormanın içerisinde bulunan bu tapınakların tamamında da aynı ağaçların, aynı şekilde yetişmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonunda diğer tapınaklardaki ağaçların tapınaklara zarar vermemesi için temizlendiklerini, yalnızca bir örnek olsun diye bu tapınakta bırakıldıklarını öğreniyorum. Çok da iyi olmuş.
Asırlardır, savaşlara, talanlara, tahrip ve yıkılmalara karşı koyan bu eserler, tabiatın yağmur, sel, fırtına ve ağaçlarının verdiği zararlara da direnerek bu güne ayakta kalabilmişler. Ne mutlu ki bugüne gelebilmişler. Yoksa insanlık, insanlığın yaptığı bu muhteşem eseri göremeyecekti. Ben de, bunları görebilmekle çok şanslıyım.
Hoşça kalın.