Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 28 Aralık 2018
Türkiye’de birçok cemaat ve tarikatta çok ciddi bir Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Lozan düşmanlığı var. Acaba neden? Bu cevreler düşmanlıklarının gerçek nedenini bilmezler. Son zamanlarda medyada Fethullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi’nin zamanında Seferberlik Tetkik Kurulu’nun elemanı olduğu yönünde bazı yazılar yer aldı. Bu arada gençlik döneminde Necip Fazıl Kısakürek ile resimleri olan Sayın Savunma Bakanı Hulusi Bey’in, Kumpas kurbanı silah arkadaşlarına aynı ihtimamı göstermezken, Atatürk düşmanlarına hasta ziyaretlerinde bulunması, mecliste ciddi atışmalara neden oldu. Bütün bunlar, birbiriyle iç içe geçmiş konulardır. Gelin anlatalım.
İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin başkanıydı. İngiltere’yi temsil eden Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile aralarında çok çetin pazarlıklar geçiyordu. İnönü’yü kandırmak mümkün değildi; Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden hiç taviz vermiyordu. Bir gün çok sinirlenen Lord Curzon’un ağzından şu sözler döküldü:
“…Hiçbir sözümüzü kabul etmiyorsunuz, hepsini reddediyorsunuz. Hepsini cebimize atıyoruz. Yarın harap bir memleketi imar etmek için önümüzde diz çökecekseniz. Bizden yardım istediğiniz zaman bugün reddettiklerinizi birer birer çıkarıp önünüze koyacağım…”
Bu sözler İnönü’nün hafızasına bıçakla kazınır gibi kazındı. O sözleri ömrü boyunca unutmayacak ve ülkenin en sıkıntılı anında bile 1 kuruş borç için müttefiklerin kapısını çalmayacaktı(1). Atatürk, İnönü ve Lozan düşmanlığını, dinde imanda değil Lord Curzon’un yukarıdaki sözlerinde aramak gerek.
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye’nin hazinesinde İnönü’nün biriktirdiği 245 milyon dolar değerinde, o zaman için çok ciddi bir rezerv duruyordu. Savaş sonrasında Türkiye üzerinde Sovyet tehdidinin artması, İnönü’nün bu rezervi kullanamamasına sebep oldu.
1950 seçimlerini kazanan Adnan Menderes’in ilk işi bu rezervi bol keseden harcamak oldu. Ülkede her şey birden bollaşıvermişti. Güçlü ekonomi imajının sürmesi için devletin harcama yapmaya devam etmesi gerekiyordu. Harcamaları karşılamak amacıyla 1951 yılı itibariyle iç borçlanma yolu seçildi. Bu arada Amerika’dan gelen Marshall yardımları da artmıştı. Menderes, ülkenin ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınmanın ABD desteğiyle gerçekleşebileceğini zannediyordu. Türkiye’nin önde gelen girişimcilerinin, bazı Amerikan şirketlerinin mümessilliklerini almasıyla Amerikan malları ülkeye girmeye başladı. Tarımı geliştirecek olan on binlerce traktörün yanında, bir o kadar da Amerikan otomobili ülkeye geliyordu. Demiryolu yapımını bırakmış, petrol tüketecek otomobiller için asfalt yol yapmaya başlamıştık. Ülkeye, Amerikan beyaz eşyalarıyla birlikte coca-cola ve bluejeanler de girmiş, Hollywood filmlerinin etkisiyle Amerikan hayat tarzı moda olmuştu. 3-4 yıl içerisinde ülkede gözle görülür bir kalkınma oldu; artık insanlar daha mutluydu. Ama bu rüya kısa sürecekti.
Bu arada Amerika’nın hibe ettiği hurda silahları idame ettirmek için ciddi paralar harcıyorduk. Ülkeyi saran Amerikan traktör ve otomobillerinin, hatta beyaz eşyaların dahi yedek parçası ciddi paralar tutmaya başlamıştı. Ülkenin dış ticaret dengesi bozulmuş, döviz ihtiyacı inanılmaz ölçüde artmıştı. Artık Amerikan dış yardımları yetmez olmuştu. Menderes’in en önemli seçim kazanma araçlarından biri olan güçlü ekonomi algısı, giderek bozulmaya başlamıştı. Mart ve Haziran 1954’te sırasıyla Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Menderes, ABD’ye ziyaretlerde bulunarak ekonomik yardımın artırılmasını istediler. Menderes’in 300 milyon dolarlık ek yardım isteğini geri çeviren ABD, Türk ekonomisinin düzelmesinin ancak tarıma uygulanan sübvansiyonların azaltılmasıyla başarılabileceğini vurgulamış ve böylece ilk kez Türkiye’nin iç işlerine müdahale etmeye başlamıştı. Menderes, enflasyondaki artışı önlemek, bozulan dış ticaret dengesini kurmak, Türk Lirası’nın değerini korumak için ekonomiye çekidüzen vermek yerine, bunalımı atlatmak ve seçim kazanabilmek için sürekli borç para arama yolunu seçti. Bu dönemde Türk dış politikasının yürütülmesinde İnönü’nün sürdürdüğü, imparatorluk geleneğinin devamı olan gurur, boyun eğmeme, dik durma ve inatçılık ruhu artık ölmüş, yerini dilencilik almıştı. Döviz ihtiyacını karşılamak için düşünülen tek çare dış borç bulmaktı(2).
Nelson Rockefeller, 1950 yılında Başkan Harry Truman tarafından Uluslararası Kalkınma Tavsiye Kurulu’nun (International Development Advisory Board) başına getirilmişti. 1952 yılında benzer göreve, Hükümet Kurumlarına Tavsiye Komitesi’nin (Advisory Committee on Government Organization) başkanı olarak devam etti. Takiben aynı amaç doğrultusunda bir sonraki Başkan Dwight David Eisenhower’ın danışmanı oldu. Rockefeller’in asli görevi, komünizmle mücadele kapsamında Sovyetler Birliği’ni kuşatmak, komünizmin yayılmasını önlemek maksadıyla ekonomik sıkıntı çeken ülkeleri dış yardım ve borçlandırma yoluyla kapitalizme ve dolayısıyla ABD’ye göbeğinden bağlamaktı(3). Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’a 1956 yılında bir mektup yazarak, “Türkiye’nin oltaya takılmış bir balık olduğunu, bu nedenle de daha fazla yeme gereksinim duymadığını” yazarak, Türkiye’ye verilen kredilerin kesilmesini tavsiye etti(4).
Paranın kesilmesiyle birlikte Türk ekonomisi ciddi bir krizin içine girdi. Menderes hükümetleri döneminde ülkeyi Amerikalı ekonomi danışmanları sarmıştı. İstanbul’da bu uzmanlarla toplantılar yapılıyor, ABD’nin şarta bağladığı krediler, yine bu uzmanların taleplerinin yerine getirilmesiyle ödeniyordu. Örneğin; yabancı bir şirketin hazırladığı, petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan, “Petrol Yasası” mecliste kabul edildi. Parasızlıktan maliye İstanbul’da hazineye ait 10 bin arsa ve 500 binayı satışa çıkarmıştı. Kamu mallarının satışına böylece başlanmış oldu.
Menderes, 18 Ocak 1954’te Amerikalı iş adamları ve iktisatçıların önerileri doğrultusunda hazırlanan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nu yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Yalnızca yabancı girişimcilerin bireysel ve ortaklaşa kâr transferi üzerindeki engelleri tamamen kaldırmakla kalmayan bu kanun, ek olarak yabancı girişimcilere Türk yatırımcılara verilen hakların tamamından yararlanması için de düzenleme getirmekteydi. Dönemin ABD Dış Ekonomik Politika Komisyonu Başkanı Clarence B. Randall, yabancı sermayenin ülkeye girişine ve elde edilen kârın ülkeden çıkarılmasına sağladığı olanakların çok geniş olmasından dolayı, söz konusu kanunu, “dünyanın en liberal yabancı yatırım kanunu” olarak nitelendirmişti(5). Doğal olarak yabancıların verdiği tavsiyelerin hiçbiri, ekonomiyi kurtarmak için yeterli oymayıp, tam tersi planlandığı üzere batırdı.
Ülkede gıda sıkıntısı dahi çekilmeye başlanmıştı. Yeni Zelanda’dan koyun eti ithal eder olmuştuk. 1958 yılına gelindiğinde artık ekonomi dibe vurmuştu. Dış borca şiddetle ihtiyaç duyan Menderes, daha fazla dayanamadı, ABD’nin dayatmalarına boyun eğerek ve IMF (Uluslararası Para Fonu) tavsiyesine uyarak 3 Ağustos 1958’de devalüasyon yaptı. 1946’dan beri değeri değişmeyen 1 doların fiyatını 2,80 liradan 9 liraya çıktı. Böylece ABD, Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Ödemeler Birliği’nden toplam 359 milyon dolar borç alınarak, küresel baronların kucağına düşülmüş oldu(6). Bu tarihten sonra Türkiye, bir türlü belini doğrultamayacak, günümüzde de devam eden ekonomik krizler, halk hareketleri, darbe ve muhtıralarla dolu çalkantılı bir döneme girecekti.
Lord Curzon, Lozan’da İnönü’nden istediklerini alamamıştı. Ama Rockefeller, Menderes’e diz çöktürerek yeni kapitülasyonların yolunu açmayı başarmıştı. Bu dönemde muhalefet partisi CHP’den, “kapitülasyonlar yeniden hortluyor” şeklinde cılız sesler duyuluyordu. Hatta CHP, 1954 seçim kampanyasını bu tema üzerine kurmuştu. Fakat bu yakarmaları duyan olmadı. Çünkü milletin kulağını tıkayan güçlü bir afyonlama projesi el altından devam ediyordu.
1952 yılında ABD Başkanı olan Eisenhower, Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ile beraber, o dönemde Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti üzerinden yükselen komünizm tehdidine karşılık “Yeni Bakış Stratejisi” (New Look Strategy) isimli Ulusal Güvenlik Konseyi kararlarını yürürlüğe koymuştu. Bu stratejinin en temel unsuru, psikolojik savaş faaliyetleriyle bağlantılı olarak, komünist tehdit altındaki ülkelerde CIA’nin gizli operasyonlar yürütecek olmasıydı(7).
Sovyetler Birliği, bütün dünyanın komünist olmasını arzulayan bir ütopya peşindeydi. Bu ütopya çerçevesinde uzun yıllar yeni bir insan tipi yaratmaya çalıştılar. Onlara göre; farklı din ve mezhep inançları, insanların bir araya gelmesinin önündeki en büyük engellerden biriydi. Herkesin kendi “Tanrı”sı diğerlerininkinden daha üstün olacağından, farklı inançlar insanlar arasında çatışmaya sebep oluyordu. Aynı şekilde etnik kimlikten kaynaklanan üstünlük duygusu da ciddi bir düşmanlık nedeniydi. Bu sorunları aşmak adına komünizmin, yayıldığı ülkelerde dini inanç ve etnik kimliği silmeye çalıştı. Kapitalist ABD ise komünizmle mücadelesini stratejisini işte bu zayıf nokta üzerine bina etmişti. Bütün dünyada, hangisi olursa olsun, dini inançlar teşvik edilecek, şoven milliyetçilik desteklenecekti. Bu şekilde komünizmin yayılmasının önüne geçilebilirdi.
Bu strateji, Menderes’in 1950 tarihinde iktidara gelmesiyle hemen karşılığını bulmuştu. Menderes, meclis kürsüsünde hükümet programı okurken söylediği şu sözlerle, “aşırı cereyanların ve solculuk” üzerine kararlılıkla gidileceğini belirtmişti(8):
“Bilhassa üzerinde duracağımız mesele, memleket içinde yıkıcı ve aşırı sol cereyanları kökünden temizlemek için icap eden tedbirleri almaktır. Biz günün şartları altında aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalaa etmek gafletinde bulunmayacağız”.
1950 yılından itibaren Türkiye’de “komünizmle mücadele dernekleri” kurulmaya başladı. Komünizmle mücadele derneklerini aynı amaç için kurulmuş başka isimdeki dernek, vakıf ve talebe birlikleri takip etti. Bunlardan bir tanesi de bu günkü iktidar kadrolarının içinde yetiştiği Milli Türk Talebe Birliği idi. O dönemde dini ve milliyetçi yayınlarda patlama yaşanmaya başladı.
ABD’nin komünizmle mücadele kapsamında dini duyguları ve milliyetçiliği kullanma stratejisi ile birlikte Türkiye’de yaşanan dönüşümü anlayabilmek için Ticanilerin lideri Kemal Pilavoğlu’ndan bir örnek verelim. Pilavoğlu, “Komünizme Hücum” adlı eserinde, komünizmle mücadele konusunda dinin rolüne dair şu görüşleri ileri sürüyordu(9):
“…Türkler, Büyük Millet. Dünyayı bir veba gibi sarıp tahrip eden komünizme karşı uyanık ol. Zira komünistlik dini ve milli kültürün en büyük düşmanıdır. (Yaşamak için) komünistliği ezmek milli olduğu kadar da dini ve insani bir borçtur… Komünistliğin hududu insanlığın sinelerine kadardır. İman dolu bir sine hiçbir zaman bu kuvvete yer vermez. O halde Bolşevikliği yıkacak atom kuvveti değil, Din ve Millet kuvvetidir…”
Menderes döneminde, ABD ile şu an sayı ve içeriğini halen bilmediğimiz bir sürü ikili anlaşma yapıldı. Muhtemelen bu anlaşmaların biri veya birkaçı kapsamında devlet, komünizmle mücadelenin destekçisi ve finansörü olmuştu. Millî İstihbarat Teşkilâtı da (MİT) bu işin içindeydi. Bugün açığa çıktığı üzere, Fethullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi gibi daha nicesini öğreneceğimiz isimler Özel Harp Dairesi’nin elemanıydı(10).
Ayrıca bu iş için doğrudan Menderes’ten para alan Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Peyami Safa gibi yazarlar da vardı. Örneğin Yassı Ada yargılamalarında “örtülü ödenek” davasında açığa çıktığı üzere Necip Fazıl Kısakürek, Menderes’e yazdığı bir mektupta, kalemini onun adına kullanmak için şöyle yalvarıyordu(11):
“…Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz…”
Devlet ve hükümetin desteğini arkasına alan bu ekip, durmaksızın kışkırtıcılık yapmaya başladı. 22 Kasım 1952 tarihinde gazeteci Ahmet Emin Yalman’a, Malatya’da, Hüseyin Üzmez, bir suikast düzenlemişti. Büyük Doğu dergisinin sahibi Necip Fazıl Kısakürek ve Serdengeçti dergisinin sahibi Osman Yüksel Serdengeçti, suikastla ilgili oldukları iddiasıyla tutuklandı. Said-i Nursi, mahkemeye verildi ve İslam Demokrat Partisi kapatıldı. Düzenlediği pek çok toplantı ve yayınladığı beyanname nedeniyle ırkçı ve mürteci ithamlarının merkezi olarak görülen Türk Milliyetçiler Derneği, yapılan tahkikatlarda Malatya Suikastı ile ilişkili bulundu ve “kanuna aykırı faaliyetlerde bulunmak”, “din ve ırk esasları üzerine kurulmuş olmak” gerekçesiyle, 4 Nisan 1953 tarihinde kapatılarak mallarına el koyuldu”(12).
O dönemde yeni devletin bazı uygulamalarına tabandan gelen çok ciddi tepkiler vardı. 1922’de saltanat kaldırılmış, 1923’te Cumhuriyet ilan edilmişti. 1924’te halifelikle birlikte şeriat mahkemeleri de kapatılmış, din anayasadan çıkartılmıştı. Aynı yıl, Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile medreseler de kapatıldı. Bu süreci 1925 yılında Tekke ve Zaviyelerin kapatılması takip etti. Yine 1925 yılı, şapka kanunu ile fes terkedildi. 1928 yılında ezan Türkçeleştirildi. 1932 yılında ibadet Türkçe yapılmaya başlanmıştı. Devletin radikal ve bazısı yanlış laiklik uygulamaları, halkın yürütülen modernleşme çalışmalarına mesafeli durmasına neden oldu. Bu arada bazı tarikat ve cemaatler, halkın bu memnuniyetsizliğini istismar ediyordu.
Osmanlı döneminde devletin mahkemeleri, eğitim kurumları, bürokrasisi, lafın kısası devletin tamamı, tarikatlarla teşkilatlanmış, dünyaya sadece inanç ekseninden bakan, elit bir tabakanın, “Beyaz Türkler”in elindeydi. Mustafa Kemal, yukarıda saydığımız kanunları çıkararak devleti, eski sahiplerinin elinden almış, sıradan vatandaşların, Türk halkının eline teslim etmişti. İnanç ekseninde çeşitli tarikatlarda örgütlenmiş bu insanlar, devletin mahkemelerinden, eğitim kurumlarından, bürokrasisinden ekmek yiyor, bu sayede makam-mevki, şan-şöhret sahibi oluyorlardı. Mustafa Kemal, devleti laikleştirerek, eski elit tabakanın hâkimiyetine son vermişti. Doğal olarak tarikat ve cemaatler, kaybettikleri bu gücü yeniden kazanmak istiyordu. 1924 yılında bu maksatla kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) Mustafa Kemal tarafından kapatılmıştı. Bu gidişata bir tepki olarak 1925 yılında çıkan ve İngilizler tarafından kışkırtılan Şeyh Said isyanı, Mustafa Kemal yönetimini devirmek isteyen Nakşibendiler tarafından tezgâhlanmıştı. Bu girişim başarısız olunca bu sefer 1926 yılında Mustafa Kemal’e bir suikast planı yapıldı, fakat bu plan da deşifre oldu. Mustafa Kemal tarafından muhalefet partisi olarak kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası da eskiye dönmek isteyenlerin merkezi haline gelince, o da kapatıldı. Bu sefer 1930’da Menemen’de Nakşibendilerin kışkırttığı bir isyan provası daha yapıldı. Amaç yine Mustafa Kemal yönetimini devirmekti. Yeni Cumhuriyet, bütün bu girişimleri şiddetle bastırınca devletin eski sahipleri bir müddet yer altına çekilmek zorunda kaldı(13).
1950’de Menderes iktidarı ile yürürlüğe koyulan Amerika’nın komünizmle mücadele planı, devletin eski sahiplerinin imdadına yetişmişti. Hemen hemen hepsi saklandıkları yerden çıkıp var gücüyle iktidar mücadelesine tutuştu. Asıl bu durumdan siyaseten faydalanan Menderes’ti. Kendisini daha milli ve daha dindar bir iktidarmış gibi göstererek, halkın hoşnutsuzluğunu istismar ediyor ve böylece oy devşiriyordu.
Konuyu daha iyi anlatabilmek için bir örnek verelim. Said-i Nursi, 1959 yılı Aralık ayının sonunda dini propaganda yapmak ve Menderes Hükümeti’ne destek vermek için başladığı yurt gezisi kapsamında Ankara’ya gelmişti. Bu duruma çok sinirlenen İnönü, 8 Ocak 1960’ta Meclis’te yaptığı konuşmada, Menderes hükümetine şu sözlerle yüklendi(14):
“…Sizler Said-i Kürdi’yi neden Türkiye’de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?… Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum…”
Kürsüye gelen Menderes, İnönü’nün sözlerine şöyle cevap verdi(15):
“…Said-i Nursi gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kuran davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır. Bütün dünyasını ilme, Kuran’a ve ahirete feda etmiş bir zattır. Siz bundan ne istiyorsunuz?… Vatandaşların bir kısmı medeni, terakkiperver velhasıl ne kadar makbul sıfatlar varsa hepsi onlarda mevcut, diğer kısım vatandaşlar ise geri, zararlı ve her manası ile fena vatandaşlar. Hatta bu kısım vatandaşlar vaktiyle iki defa devleti batırmışlar ve bu defa yine batırabilirlermiş. Demek oluyor ki, Halk Partisi’ne rey verecek olanlar ileri, faydalı, iyi vatandaşlar, diğerleri, yani iktidarın lehine reyini kullanacaklar devleti batıran kişilerdir. Vatandaşların milyonlarcasını içine alan muazzam bir topluluğa hatta büyük ekseriyete bu kötü sıfatları takmak, vatandaşları böyle iki zıt karargâha bölmek kimin haddine? Bu cüret nereden geliyor?… Laikliğin manası maalesef bu memlekette yanlış anlaşılmış, yanlış anlatılmış, tatbik ve tezahüratı da bir din düşmanlığı şeklinde tecelli etmiştir… Tek parti tahakkümü daima “irtica vardır” bahanesiyle lüzumundan çok fazla devam ettirilmiş ve laiklik öyle bir tahakküm ve teaddinin aleti haline getirilmiştir. Vatandaşlar irtica töhmeti altında bulundurularak korkutulmak istenmiştir. İsmet İnönü’nün iftira ve isnatları ve bunun arkasında gizlenen tehditleri hak ve hakikat üzerinde en ufak bir tesir icra etmez. Yapılacak şey, bu muhterem milleti dininde, vicdanında, ibadetinde, tahtında rahat bırakmaktır. İkide bir bu uydurma ve düzmece irtica teraneleri ile mazinin hadiselerini hatırlatarak dehşet salmaya kalkışmak, bunda muvaffak olunacağını zannetmek hüsran olur. Laiklik ve irtica. Anlaşılıyor ki bunlar son kozlarıdır. 10 senedir kullana kullana eskitip tüketemedikleri mevzuu hemen hemen kalmamış gibidir…”
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. O günlerde mecliste memleketin çöken ekonomisi, ABD ve Batı’ya verilen tavizler konuşulmuyor böylece kapitülasyonların, yeniden ülkeyi avcunun içine almakta olduğu halkın gözünden kaçıyordu. Bu arada yabancı istihbarat boş durmuyor devşirdiği sözde din adamları ile masum halkın temiz İslam inancının içine sızıyordu.
Günümüzden bir örnekle ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım. Saray tarihçisi Fesli Kadir, müritlerine yaptığı bir konuşmada Kurtuluş Savaşı’na ilişkin(16):
“Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı” diyor.
Konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacak iki örnek daha verelim(17):
“Burada Büyük Ortadoğu Projesine taraftarım. Burada Amerika bir menfaat elde edecekmiş etmeyecekse bana niye yardım etsin zaten? Babasının hayrına amcanın oğlu değilsin. Elbette onun da bir menfaati olacak. Amerika’nın ihtiyacı petrole. Benim de ihtiyacım tarihi müesseselerime dönmeye. Bu menfaati mukabilinde bana yardımcı oluyorsa Allah kâfirden razı olmaz ama mefhumu kastederek söylüyorum. Allah razı olsun. Ya, Amerika’nın desteğiyle gelen Amerikan kuklası bir halife gelse, gelsin de kim gelirse gelsin. Hilafeti geri getirelim. Bunun ispatı nedir? Bu iş için Clinton zamanında çalışan heyetten bana da teklif geldi bu iş nasıl gerçekleşir. Fesuphanallah ben durup dururken bu raporu yazmadım ki.”
“Dünyada süper güç olacak Türkiye. Çin Yahudi emperyalizminin kaptan gemisi, Türkiye İslam enternasyonal gücünün kaptan gemisi olarak milattan evvelki gibi iki süper güç olarak karşı karşıya gelecek. Ne Amerika kalacak ne Avrupa Birliği kalacak. İkisini de Yahudi yıkacak. Azami 15 sene sürer bu dediğim. 21. Asrın lider ülkesi Çin ve Türkiye’dir.”
Bu üç örnekten sonra şimdi gelelim sadede. İspanya’nın başkenti Madrid’deki ARCO Çağdaş Sanat Fuarında yer alan İspanyol sanatçı Eugenio Merino’nun “Cennete Giden Merdiven” isimli bir heykeli var. Bu heykelde secdeye gelmiş bir Müslümanın sırtında diz çözmüş dua eden bir Hristiyan, onunda omuzlarına basarak ayakta Tevrat okuyan bir Musevi tasvir edilmiş. Fesli Kadir, işte Cennete Giden Merdiven heykelinin verdiği mesajı Müslümanların beynine kazımaya çalışıyor. Verilmek istenilen mesajı tercüme etmeye çalışalım:
“Türkiye çok büyük olacak denilerek gururlar okşanıyor bu arada bu işin ancak dindarlıkla alacağı yalanı pompalanıyor. Diğer yandan bilinçaltına; “gâvurlar” dünyayı ele geçirmiş, memleketinizi işgal etmişler, ülkenizin yeraltı yerüstü bütün kaynaklarına el koymuşlar, yabancı şirketler her şeyinizi satın almış, dükkânlarınızı yabancı mallar basmış, sizi asgari ücretle köleliğe mahkûm etmişler, bunlar önemli değildir, yeter ki siz, cennete gidebilmek için şart olan ibadetinizi yerine getirin” mesajı veriliyor. “Bu sizin için yeterlidir. Dinin sadece ritüellerini yapın, Kuran’ın ne emrettiğini unutun. Özgürlük, bağımsızlık, barış, adalet, adil paylaşım, bütün bunları yok sayın” mesajı, genç beyinlere kazınıyor”.
Bütün dünyada Müslümanların sefalet içinde yaşıyor olmasının ana sebebi işte bu din anlayışıdır. Allah yolunda Cihat bu mudur? İslam, bütün yeryüzünde tüm insanlığın kula kulluktan kurtulmasını emreder. Bütün İslam ülkeleri geri kalmış, yarı sömürge haline gelmişken, Müslümanlar birbirlerini kesip, Hristiyan dünyaya sığınırken, “i’lâ-yı kelimetullah”ı, yani Allah’ın hükümlerini dünyaya nasıl hâkim kılacaksınız? Bütün insanlığı Müslümanlaştırıp, cenneti dünyaya nasıl getireceksiniz?
Sözün özü, Menderes’in yol verdiği “komünizmle mücadele” kılıfıyla şekillen yeni din anlayışı, Türk İslam inancını kökünden değiştirmeye başlamıştı. Dinin sadece namaz, oruç, başörtüsü gibi çok küçük bir kısmını kapsayan ritüellerine takılıp kalındı. Hızla Araplaşmaya başlamıştık.
Menderes’in sonunu hepimiz biliyoruz. Menderes iktidarda kalmak için her yol mubah şeklinde bir yaklaşım sergilemeye başlamıştı. Muhalefetin üzerinde korkunç bir baskı kurdu. Sendikalar kapatılıyor, sivrilen muhalif siyasetçi, gazeteci ve sanatçılar hapse atılıyordu. “Vatan Cephesi” adı altında vatandaşlar, muhalefetle sokak mücadelesi için örgütleniyordu. Muhalefetin lideri İnönü dahi memlekette dolaşamaz hale gelmişti. Ülke patlama noktasına doğru hızla ilerlerken, Batı’dan yeterince borç para bulamayan Menderes, Sovyetler Birliği’nden borç alma girişimlerinde bulununca, ABD tarafından ipi çekildi(18).
Menderes iktidar olduğu ilk 7 yıl içerisinde 15 bin yeni cami açtırmış, tarikat ve cemaatlere büyük destek vermiş, din ve milliyetçilik üzerinden politika yapmıştı. Onun bu politikaları sayesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin en gayri milli hükümeti, halk tarafından en milli ve en dindar hükümet zannedildi. Bu arada kapitülasyonlar tekrar geri gelirken, Türkiye kendi kaynaklarıyla kalkınmaya devam etmek yerine, borçlanma ile yalancı refah peşinde koşmaya başlayarak yavaş yavaş bağımsızlığını yitirmeye başladı.
1950’li yılların sonuna doğru Ortadoğu’da sosyalist hareketler güçlenerek, Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde iktidarı ele geçirmişti. Batı’nın sömürgesinden kurtulmuş olan bu ülkeler, ayakta kalabilmek için Sovyetler Birliği’ne yöneliyordu. Bu yönelim, Batı’nın can damarı olan Ortadoğu petrollerini tehlikeye sokmuştu. Anglo-Amerikan istihbaratı, bu yönelimle mücadele için bildik yöntemi; “İslam’ı politize etmeyi” seçmişti. Desteklenecek grup olarak Müslüman Kardeşler hareketi belirlendi. Hareketin himaye ve finansman görevi Suudi Arabistan’a verildi. Bu operasyon kapsamında, 1962 yılında Rabıta (Dünya İslam Birliği) örgütü kuruldu. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında kurulan Rabıta, kısa süre sonra Türkiye’de de etkili olmaya başladı.
Örneğin, bugün ismi tartışmaya açılan Mehmet Şevki Eygi’nin Bugün Gazetesi, Suudi Arabistan kökenli din inancının propaganda araçlarından birisiydi. Salih Özcan’ın sahip olduğu İttihat gazetesi bu işin merkezinde yer alıyordu. Aynı şekilde Topbaş ailesinin sahip olduğu Sabah gazetesi de aynı istikamette çalışıyordu. İlim Yayma Cemiyeti ve Bereket Vakfı gibi kuruluşlar Müslüman Kardeşler Örgütünün inançları doğrultusunda yayın yapıyorlar ve bu sayede Rabıta’dan parasal destek alıyorlardı. O yıllarda Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de, milliyetçi çizgiden hızla “Suudi İslam”ı çizgisine kaydı. Bu kayışta MTTB’nin başkanı sıfatıyla AKP’li meclis eski başkanı İsmail Kahraman’ın da önemli bir katkısı olmuştu. MTTB, “düşman evimize girmiştir” bildirileriyle anti-komünizmin bayraktarlığını yapıyordu. Bugün iktidarda olan kadroların MTTB’de yetişmiş olduğunun altını çizelim. Bu dönemin kilit oyuncusu Nurcu Sahil Özcan, Suudi sermayesinin desteğiyle Müslüman Kardeşler’in ideologları Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi’nin eserlerini Türkçeye çevirerek yayımlıyordu. Bu operasyon kapsamında Anglo-Amerikan istihbaratı tarafından seçilmiş bu kitaplar zamanla Elmalılı, Babanzade, Çantay gibi Osmanlı ilim insanlarının klasiklerinin yerini almaya başladı(19).
Aslında yapılan operasyon çok basitti. Yabancı istihbarat “guguk kuşu” taktiğini uyguluyordu. Guguk kuşu kendisi kuluçkaya yatmaz. Başka bir kuşun yumurtalarını yuvadan atarak kendi yumurtaları onların yerine yerleştirir. Böylece yavrularına bedavadan başkasının bakmasını sağlar. Kandırılarak başkasının yavrularına bakan annenin halini düşünün!
Türkiye’de tepeden inme şekilde birdenbire laik düzene geçmenin sıkıntıları vardı. Halk, daha laikliğin kıymetini anlayamamıştı. Bu arada tarikatlar ve cemaatler eski güçlerine kavuşmak istiyordu. Bütün bu hisler bir çeşit eskiye dönüş özlemi yaratmış, yıkılan Osmanlının sanki boşuna yıkılmış olduğu gibi bir hava doğmuştu. İşte bu havadan Anglo-Amerikan istihbaratı çok iyi faydalandı. Bizim Osmanlı’dan kalmış dini kitaplarımızı, Arap ideologlarının kitaplarıyla değiştirdiler. Böylece bir süre sonra yumurtadan çıkan civcivler bize benzememeye başladı. İşin kötüsü onlar kendilerini Osmanlı zannediyor, diğerlerini Batı taklitçisi olarak suçluyordu. Aslında kendilerinin de Osmanlı ile pek alakası yoktu. Artık mutasyon geçirmiş yeni bir İslamcı kuşak piyasaya çıkmıştı. Bu operasyon nedeniyle, 600 yıl İslam’a önderlik etmiş Türklerin İslam inancı hızla değişmeye başladı. Genç beyinler Arap Sabunuyla yıkanıyor, Türkiye, hızla Araplaşma yolunda ilerliyordu.
Artık dindar insanların bir kısmı, ne olursa olsun iktidarın kendilerine ait olmasını istiyordu. Makyavelist bir yaklaşım benimsenmişti. Cihat, sadece inançsız veya başka inanca sahip olan insanlara karşı değil, sözde İslam toplumlarına karşı da uygulanmalıydı. Bir başka deyişle, laik yönetimler altında ezilen Müslümanlar, Cihat kavramını kendi yönetici ve devletlerine karşı da kullanabilirlerdi. Böylece mutasyon geçirmiş bu kadro, Cihat’taki Darül Harp kavramını Türkiye’ye getirmiş oldu. Artık din karşıtı olarak gördükleri iktidarları yıkmak için her şey mubahtı. Hatta kumpaslar kurulabilir, yalan söylenebilir, çalınabilir, sahtekârlık yapılabilirdi. Kısacası dinin yasakladığı her şey düşman gördükleri toplumun diğer kesimlerine karşı, iktidarı ele geçirmek adına caiz olmuştu. CIA yumurtalarından çıkan bu kadrolar, bahse konu yöntemle hızla iktidara yürümeye başladılar.
Menderes’in yürüklüğe koyulmasına sebep olduğu “Arap İslam anlayışı”, ondan sonra da tüm hızıyla yoluna devam etti. Günümüzde de devam ediyor. Yabancı istihbaratın amacı, Batı’ya olan kızgınlığı içeri döndürerek, tarafları dinci-laik çatışmasında birbirlerine boynuzundan bağlarken Türk milletinin başına gelenlere uyanmasını önlemekti.
Takvimler 1964’ü gösterdiğinde Fesli Kadir, “Lozan Zafer mi hezimet mi” kitabının ilk cildini piyasaya çıkardı. Ona göre Lozan Anlaşması bir hezimetti. Misak-ı Millî’nin hedeflerine ulaşılamamış, Batum’u, Antakya’yı, Adaları, Batı Trakya’yı alamamış; Kıbrıs’ı, Mısır’ı ve Sudan’ı İngilizlere bırakmıştık. Fesli Kadir, Lozan’a sadece sınırları belirleyen bir anlaşma olarak bakıyordu. Oysaki Lozan, ekonomik ve hukuki temelli bir bağımsızlık anlaşmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti Lozan Anlaşması’yla yarı sömürge olmaktan kurtulmuştu. Atatürk ve İnönü Serv Antlaşması’nı yırtıp çöpe atmıştı. Osmanlı’nın borçları, ayrılan devletler arasında paylaştırılarak yeni Cumhuriyetin borç yükü azaltılmıştı. Bizi sömüren Düyun-u Umumiye İdaresi’ne son vermiştik. Azınlıklara tanınan ayrıcalıklar kaldırılarak, yabancı devletlerin içi işlerimize karışmasının önüne geçilmişti. En önemlisi, kapitülasyonlar kaldırılarak, ülkemizde faaliyet gösteren yabancı ticaret kuruluşlarının T.C. yasalarına uyması sağlanmış, gümrüklerimiz bizim kontrolümüze geçmişti. Ülkenin ithalat ve ihracatı artık bizim denetimimizdeydi. Hristiyan kiliselerinin siyasi faaliyetleri bitirildi. Yabancı okullara, Türkiye’nin koyduğu yasalara uyma zorunluğu getirilerek, dini ve siyasi içerikli eğitim yapmaları ve misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaları önlendi. Lozan tam bir bağımsızlık anlaşmasıydı.
Yabancı istihbaratın amacı, Lozan’ı sadece bir sınır anlaşmasına indirgeyerek, kapitülasyonların tekrar gelmiş olduğunu, Türkiye’nin bağımsızlığını yeniden kaybetmeye başladığını, inançlı insanların fark etmesini önlemekti. Bugün küçücük İsrail’in bütün dünyada sözü geçiyor. ABD’nin hiç kimsenin toprağında gözü yok ama dünyanın her yerinde askeri üssü var. Türkiye’deki otomobillerin neredeyse yarısı Alman malıdır. Taşımızı, toprağımızı, yaylalarımızı, derelerimizi, madenlerimizi, bütün şirketlerimizi yabancılara satmışız, borç para bulamasak ekmek yapacak buğday alamayacağız. Durum bu kadar vahimken, oturmuş hâlâ “Lozan’da şu adaları keşke kaybetmeseydik” tartışması yapıyoruz! Başımıza neler geldiğinden haberimiz yok. Gücünüz varsa, Musul-Kerkük petrollerini sizin şirketleriniz çıkartır; dünya, sizin cep telefonlarınızla konuşur; Avrupa, sizin tarım ürünlerinizle karnını doyurur. Artık savaşın boyutu değişti; dünyada hiçbir ülke toprak kazanmanın peşinde değil. Hepsi halklarının refahını sağlamak için teknoloji yarışından kopmamaya çalışıyor.
Tekrar konumuza dönelim. Eğer yabancı istihbaratın bu yöndeki faaliyetleri devam etmeseydi, İnönü hükümetleri veya benzer düşüncedeki bağımsızlıkçı hükümetler iktidarda kalır, maazallah inançlı insanlar da dönen tezgâhın farkına varabilirlerdi.
Operasyonun devamında Fesli Kadir’in “Hatıratım” kitabı piyasaya sürüldü. Hikâyeye göre, Lozan görüşmelerine 2’nci delege olarak katılan Rıza Nur, Atatürk’e suikast ile suçlanınca 1926 yılında Fransa’ya kaçmıştı. Yurt dışında yaşarken, 1935 yılında hatıralarını kaleme alarak, 1960 yılına kadar yayınlanmamak kaydıyla “British Museum”a göndermişti. Her nasılsa 1968 yılında Rıza Nur’un British Museum’a teslim ettiği hatıralarının mikro filmleri Fesli Kadir’in eline geçti!
Rıza Nur, hatıralarını birilerinin etkisi altında mı kaleme almıştı veya kafası yerinde miydi ya da İngilizler uydurma Ermeni soykırımı iddialarını içeren kendi yazdıkları Mavi Kitap’taki gibi Rıza Nur’un hatıralarında da oynamalar mı yapmıştı? Bilemiyoruz. Fesli Kadir’e bu mikro filmleri kim ne amaçla verdi? O da meçhul!
Atatürk ve İnönü’ye inanılmaz iftiralar atan bu kitap yayınlanınca büyük ses getirdi. “İki Ayyaşın kirli çamaşırları ortaya dökülmüştü!” Bu cümleyi mecazi anlamda kullanıyorum. Bu kitap sayesinde dini çevreler, Atatürk’ün emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi unuttu; yok içki içerdi, yok kadına düşkündü, yok dinsizdi gibi hurafelerin peşinde güncelden ve dünya meselelerinden koptu.
Atatürk’ün özel hayatından bize ne? Bizim bakmamız gereken onun devlet hayatında yaptığı icraatlardı. Dindar insanlar, kendi geleceklerini şekillendirecek Atatürk’ün yaptığı örnek icraatları unutmuş, o günkü politik durumla hiç ilgisi olmayan, fuzuli düşüncelerin içine dalmıştı. Bu kitap Türkiye’ye yapılan sömürgeleştirme operasyonunun en önemli parçasıydı. Türk milletinin dini duyguları istismar edilerek, bağımsızlık fikrini unutturmak için yazılmıştı. Atatürk ve onun yolunu devam ettiren İnönü’nün ne yapmaya çalıştığı, dindar çevreler tarafından o zaman anlaşılmış olsaydı, yabancı istihbaratın Türkiye’yi bu günkü durma getirmesi mümkün olmazdı.
Şimdi yavaş yavaş günümüze gelelim. 12 Eylül darbesi tüm partilerle birlikte Milli Selamet Partisi’ni kapatınca, Necmettin Erbakan dâhil, bugün Saadet Partisinin lideri olan Temel Karamollaoğlu gibi partinin birçok yöneticisi hapse girerken Fesli Kadir, yurt dışına kaçtı. Önce Almanya’ya gitti sonra 1983 yılında İngiltere’ye iltica etti. Oradaki koruyucusu Şeyh Nazım Kıbrısi’idi. Kıbrısi’nin MİT ve Genelkurmay arşivlerinde “İngiliz casusu” belgesi vardı(20).
Bakın bu şeyh Arap Baharı (Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırma operasyonu) başlamadan önce, 20 Eylül 2010 tarihinde www.osmanli.de internet sitesinde Osmanlı Dergâhı New York başlığıyla yayınlanan röportajında şöyle diyordu:
“…Bu muharremden gelen muharreme kadar bize olan, bir haber olduğu da, Türk çökecek, Şam çökecek, Bağdat çökecek, İran çökecek, Mısır çökecek Libya çökecek, Hicaz çökecek Yemen çökecek, Sudan çökecek, Somali çökecek, Pakistan çökecek, Afganistan çökecek, Kafkaslar çökecek. Bitti bu rejimler yürümez. İnişi bulduğu için böyleydi. Bütün memleketlerde demokrasi dediğin berbat şey; bitecek. Çünkü yokuşa geldi, çıkamadı. Şimdiye kadar inişi buldu gidiyor. Şimdi millet birbirini yiyor. İki parti var Türk’te mesela. Biri, o birini beğenmiyor. Öteki o birini beğenmiyor. E bunun getireceği nizam da aynıdır, öbürünün üstünde durduğu nizam da aynıdır. Ne faydası var. Onun için değişecek. Şimdi demokrasi yerine hiyerarşi yani saltanat gelecek. Saltanatı bir kişi idare eder; bunlar bin kişi idare edemiyor, berbat ediyor. Bitti; Alaman da çöker. Fransız çökmeye hazır. İspanya çöker. İngiliz imparatorluktur. Daha fazla salahiyetler gelecektir. Hör majestiden sonra yerine gelecek oğlu, tam salahiyetle şeye gelecek, hükme gelecek. Ne parlamento dinler ne öteki, lordlar-mortlar falan onun tarafıdır zaten. Süpürecek parlamenterleri. Rus zaten terelelli oldu, sallanıp duruyor, yıkılacak. Çin içinden kaynayor. Japon imparatorluktur. Hindistan tek olacak. Afganistan tek olacak. İran tek olacak. Yemen’deki muzur gavun gidecek. Gene imam gelecek. Efenim, halife meselesinde yine orta şarka hükmedecek on devlete hükmedecek bir sultan gelecek… Dünya sallanıyor böyle kopacak, düşecek yere hepsi. Beceremediler, idare edemediler, demokrasiden millet memnun kalmadı, zulüm sistemi oldu; zulüm rejim bitti…”
Halk hareketi Tunus’ta 17 Aralık 2010, Mısır’da ise, 17 Ocak 2011 tarihinde başlamıştı. Her ne hikmetse, New York’taki dergâhında yaşayan Şeyh Nazım Kıbrıs-i Hazretleri’ne bir yerlerden vahiy gelerek, yaklaşık 3 ay önce bu olayları tahmin etmesini sağlamıştı!
Gelin şimdi de Fesli Kadir’in Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) hakkındaki düşüncelerine bakalım. Bu arada Büyük Doğu Projesi ile Büyük Doğu dergisinin arasındaki isim benzerliği de çok ilginç. Galiba birileri nelerden hoşlanacağımızı çok iyi biliyor. Kendisine, “AKP’nin Irak’ın işgaline destek vermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorlar:
“Amerika’nın Irak’ı işgali mi? AKP’yi ben ona ikna etmeye çalıştım. İki saatten fazla Tayyip ile ben konuştum. Bu iş için Ankara’ya gittim” diyor.
Bir başka konuşmasında şu görüşleri dile getiriyor(21):
“Bu Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye için bir nimettir. Bunu tenkit edenlerin kulakları çınlasın… Clinton zamanında ben de rapor verdim bana da sordular. …İslam âlemi üzerinden ben bir ameliyat yapmak istiyorum diyemiyorlar. Bunu Ortadoğu adıyla yapmak istiyorlar…. Ortadoğu ismi altında İslam âlemi projesidir. Nedir o İslam âlemi? Bütün enerji kaynakları İslam âlemindedir. Cumhuriyetçi parti diyor ki ben kuvvetliyim buraya girerim vururum kırarım bu kaynakları silah kuvvetiyle alırım. Demokrat parti diyor ki hayır bu doğru değildir. Biz yabancı olarak orada bulunduğumuz zaman bize tabii olarak bir aksi emel doğar dayak yeriz diyorlar yani. Buraya bir taşeron kullanarak girelim diyorlar; o taşeron Türkiye’dir”.
Bu hayallerle çıktığımız Şam seferinde başımıza neler geldiğini hepimiz görüyoruz. Federal yapıya geçmeyi düşünürken, açılım hikâyesiyle binin üzerinde şehit verdik. Bu arada PKK’nın kandırdığı binlerce genç heba oldu. Suriye sınırımızda PKK kantonları kuruldu. Şimdi onları temizlemeye çalışıyoruz. 4,5 milyon Suriyeli ülkemize sığındı; 30 milyar dolardan fazla para harcadık. Irak ve Suriye parçalanmak üzere. Bu arada İsrail, Kudüs’ü başkent ilan etti!
Merak ediyorum, acaba Fesli Kadir bu projeyi desteklemek için Amerikalılara yazdığı rapordan veya Erdoğan’ı ikna çabası karşılığında para almış mıdır? 1968 yılında yayınladığı “Hatıratım” kitabından da çok büyük paralar kazanmıştı. Acaba bu kazancın hepsi kitap satışlarından mıydı? Kendisi hayattayken cevap verse de biz de bilsek.
Bu arada aynı paralelde Adnan Hoca lakaplı Adnan Oktar’ın da bir sürü açıklaması var. Hatta eski istihbaratçı Mahir Kaynak da Adnan Oktar’ın A9 kanalına çıkarak benzer açıklamalarda bulunmuştu. Konu uzamasın diye onların örneklerine burada yer vermiyoruz.
Burada kimseye casus falan da demek istemiyoruz. Yabancı istihbaratın görevi doğru adamı tespit edip ona yol vermek, önünü açmaktır. Kullanılan elemanlar bir şizofren gibi kendi hayallerine öylesine inanmalılar ki başkalarını da inandırabilsinler. Yoksa operasyon başarılı olmaz. Yabancı istihbarata doğrudan çalışan bir kişi, bu işi başaramaz. Bu kişiler, çoğu zaman kendilerinin kullanıldığının farkında bile değildir.
Bakın bugün Komünizmle mücadele projesi kapsamında devşirilen Fethullah Gülen’in kime çalıştığını açıkça görebiliyoruz. Geçmişte Şeyh Nazım Kıbrısi’nin dizinin dibinde oturan, şimdi hapiste olan Adnan Hoca’nın kimler tarafından desteklendiği ortaya çıktı. Yarın bir gün bu kervana başkaları da eklenecektir.
Menderes döneminden başlayıp ondan sonra da devam eden, Atatürk, İnönü ve Lozan Anlaşması’nın niçin kötülendiğini anlatmaya çalıştık. Bir cümle ile bu konuyu özetledikten sonra günümüze gelelim: Yabancı istihbaratın, uzun ve yoğun çabaları sonucu, Türkiye’de halkın bir kesiminde, Atatürk ve İnönü düşmanlığı yapan siyasetçilerin daha milliyetçi, daha dindar olduğu yönünde yanlış bir algı oluştu.
Geçenlerde birileri Erdoğan’ın eline, İnönü’yü Amerikan bayrağı ile gösteren manipüle edilmiş bir fotoğrafı tutuşturup kürsüye çıkarttı. Acaba bunu niye yaptılar? Yine Erdoğan’a miting meydanlarında; “…Tarihte olduğu gibi meydanda kazanırsınız ama masada kaybedersiniz. Lozan’da öyle olmadı mı? Şimdi Kılıçdaroğlu’na sorarsan Lozan’da kazandığımızı söyler. (Halktan yuh sesleri geliyor) Ondan sonra da adaların faturasını AK Partiye kesmeye kalkar(22)…” gibi, Lozan’ı küçümseyen sözleri kimler söyletiyor? Bu metin yazarlarının amacı nedir?
Aynı Menderes döneminde olduğu gibi, bugün de tekrarlanan, Atatürk, İnönü ve Lozan düşmanlığı operasyonunun iki amacı vardır: 1) Oy devşirmek, 2) Memlekettin başına gelen vahim olayları vatandaşın gözünden kaçırmak. Bu operasyonun birinci amacı siyasetçilerin; ikinci amacı dış güçlerin işine yarar. Bu ikinci yönün üzerinde biraz duralım.
Erdoğan iktidara gelir gelmez ultra-neo-liberal politikalar izlemeye başladı. O dönemde McKinsey’den veya bir başka yabancı kuruluştan danışmanlık hizmeti alınıp alınmadığını bilemiyoruz! Ama kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) haraç mezat satıldığını hep birlikte gördük. Yaptıkları bu işi “parayı veren düdüğü çalar” sözleriyle sevinçle anlatıyorlardı. Gerçekten Nasrettin Hoca’nın bu sözü çok doğrudur. Ama düdüğü kimin çalacağına gelin biraz bakalım.
ABD menşeili Chas. T. Main Stratejik Danışmanlık Şirketi, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, IMF, ABD Hazine Departmanı ve Fortune 500 gibi şirketlere Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu’daki ülkelerle nasıl işbirliği kurulacağına dair danışmanlık hizmeti veriyordu. Şirket aynı zamanda hedef ülkelere de danışmanlık hizmeti vermekteydi. Şirkette uzun yıllar baş ekonomist olarak çalışan John Perkins’in, “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” isimli üç ciltlik bir kitabı var(23). Perkins kitabında özetle; hedef ülkelere döviz getirmeyecek büyük projeler için milyarlarca dolar kredi verildiğini, bu projelerin kısa süre sonra döviz yokluğu sebebiyle ülkeleri ekonomik krize soktuğunu, ekonomik krizi aşmak ve dolayısıyla iktidarda kalmak hevesiyle hükümetlerin yeni borçlanmalara ihtiyaç duyduğunu, yeni borçların ise askeri, ekonomik ve politik dayatmaların kabulüyle verildiğini anlatıyor.
AKP hükümetlerinin özelleştirilme adı altında devlet ve milletin malını satıştan elde ettiği 66,2 milyar dolar, yabancıların verdiği akılla yürürlüğe koyulan, “beton politikası” için yeterli değildi. Uluslararası finans kuruluşları kesenin ağzını açtılar. Erdoğan, “yap-işlet-devret” modelini muhalefetin bilmediğini, bu işi bir tek kendisinin bildiğini iddia ediyordu. Bu modelle devlet, hiç para harcamadan yollar, köprüler, tüneller yapacaktı. Erdoğan’ın bu modeli uyguladığı dönemde, Türkiye’nin borç stoku 129,6 milyar dolardan 2017 sonu itibariyle 453,2 milyar dolara çıktı(24). Evet, Erdoğan, çok sayıda yol, köprü ve tünel yaptı. Bu projeler kapsamında devletin cebinden para çıkmaması gerekiyordu. Ancak her ne hikmetse kimin yaptığı bilinmeyen yanlış hesaplamalarla verilen köprü, tünel geçiş garantileri, devleti çok büyük bir borçla karşı karşıya bıraktı. Bu tuzaktaki en kritik nokta, bu projelerin ülkeye 1 kuruş döviz kazandırmazken, inanılmaz ölçüde kredi geri ödemesi sebebiyle döviz çıkışına sebep olmasıdır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, yabancı finans kuruluşları sıcak para akışını birdenbire kesince, Dolar anında 4,93 TL’ye fırladı. Paniğe kapılan Erdoğan, koşa koşa Londra’nın yolunu tutu, ağırlandığı Chatham House’da bir konuşma yaptı. Chatham House’un, Rothschild ailesinin kurduğu bir düşünce kuruluşu olduğunun altını çizelim. Erdoğan’ın Londra ziyaretinin amacı para dilenmekti. Erdoğan da II. Abdülhamit gibi küresel para baronlarının kucağına düşmüştü. Parayı verenin düdüğü çalma zamanı böylece gelmiş oldu. Erdoğan ne yazık ki Nasrettin Hoca’nın fıkrasını hiç anlamamıştı; borç alan emir alır…
Yerel seçimlerden sonra Erdoğan’ın hangi dayatmaları kabul ettiğini hep beraber göreceğiz. Bir tahminde bulunacak olursak; borç para bulmak için “Varlık Fonu”na devredilen, Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, ETİ Maden, ÇAYKUR ve THY gibi şirketler birer birer “özelleştirilme” adı altında yabancılara satılacak. İç ve dış politikadaki dayatmaları ise “kazan kazan” yöntemiyle bize yutturmaya çalışacaklar. Mesela, 1 milyonu geçmeyen Kürt nüfusu ile hiçbir zaman Suriye’nin 1/3’ünü elinde tutmayı başaramayacak PKK’yı, bölgeden temizleyeceğiz. Bu bizim kazancımızmış gibi gözükecek ama karşılığında yeni bir çözüm süreci ile federal sisteme geçme tartışmaları yeniden başlatılarak, böylece Kürt meselesi ve Türkiye’nin parçalanması canlı tutulacak. Bu gidişin ilk işarlarını AKP’li yetkililerin katılımıyla İngiltere merkezli düşünce kuruluşu Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) Oslo ve Londra’da düzenlediği toplantılarda gördük. Mesela dış politikada, Kıbrıs’a deniz üssü kuracağız; bu bir başarı gibi algılanırken, Kıbrıs’ın bizden kopmasıyla Akdeniz’de çok geniş deniz alanlarını ve altında yatan doğalgaz rezervlerini kaybedeceğiz. Erdoğan’a ise bütün bu yapılanların iyi olduğunu, metin yazarlarının hatiplik yeteneğiyle Türk milletine pazarlamak düşecek.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama sadede geri dönelim. Erdoğan’a yaptırılan Atatürk, İnönü ve Lozan düşmanlığı, bu kötü gidişi örterek onu iktidarda tutmaya yöneliktir. Konuyu iyi anlaşılması maksadıyla biraz daha açmamız gerekiyor. Sömürgecilerin Afrika kıyılarına
ilk çıktıkları dönemi tasvir eden bir resmi zihninizde canlandırmaya çalışın. Avrupalı sömürgecilerin ellerinde top, tüfek, tabanca, kılıç vardı. Zavallı kabileler ise kendilerini ilkel ok ve mızraklarla savunmaya çalışıyordu. Teknolojideki geri kalmışlıkları onların köleleşmesine neden oldu. Günümüzün mücadelesinde silahlar değişti. Sömürgeciler bu sefer topraklarımıza ellerinde cep telefonları, bilgisayarlar, otomobiller ve GDO’lu tohumlarla geliyorlar. Uluslararası şirketler özelleştirme yoluyla kendimizi az da olsa savunmamıza yarayacak mızrak ve oklarımızı bile satın alıyor. Sümerbank’tan şeker fabrikalarına kadar hepsini özelleştirdik. Sırada silah fabrikalarımız var. Hatırlayın zamanında sigara fabrikalarımızı da özelleştirmiştik, bugün yerli sigara markamız kaldı mı? Silah fabrikalarımızın ve diğerlerinin de başına aynı şeyler gelecektir.
Bu saldırı karşısında Erdoğan ne yapıyor dersiniz? Ben size ne yaptığını söyleyeyim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2019 yılı bütçesi, %34,36 oranında artırılarak, 10,5 milyar liraya çıkarıldı. Bilim ve Teknoloji, Ulaştırma ve Altyapı, Enerji bakanlıklarının bütçelerinde %56’yı aşan kesintiler yapıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın bütçesinin tam 4,1 katı(25). Hatırlanacak olursa sırasıyla Erdoğan, meclis eski başkanı İsmail Kahraman ve son olarak 10 Kasım’dan bir gün önce Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, hastanede yatan Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etmişti. Fesli Kadir’in talebelerinin ne yapmasını bekliyordunuz? Onlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesini artırarak ülkede kendi İslam anlayışlarının daha fazla yayılması yoluyla sürekli iktidarda kalmayı hesaplıyorlar. Peki, bu yaptıkları Müslümanlara hizmet midir?
Emperyalizm elinde silahla kapınıza dayanmış, insanlarınız 300 doları geçmeyen asgari ücretle köle olmaya başlamışken, siz ona aynı silahla karşı koymak yerine, cami ve imam hatiplere yatırım yapıyor, Kanal İstanbul gibi projeleri hayata geçireceğim diyerek parayı betona gömmeye devam etmek istiyorsunuz. Bir tane küresel marka yaratamamışsınız. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının resmi bütçesi haricinde, dernek, vakıf, kuran kursu, sadaka, kurban, camiye yardım vb. yollarla dine harcadığımız paraların yarısını bilim, teknoloji ve araştırma-geliştirmeye harcasak, inanın ki Müslümanlar bu dünyada daha onurlu ve daha refah içinde yaşardı. Dik durmanın yolu buradan geçiyor. Artık devletçiliğe yeniden dönmek zorundayız. 21’ici Yüzyılın devletçiliği, devletin bilime, teknolojiye, ARGE ve eğitime yatırım yapmasından geçiyor.
Erdoğan’ın iktidarda kalmak uğruna din ve milliyetçilik üzerinden yürüttüğü politikalar, T.C. tarihinin gelmiş geçmiş, en gayri milli hükümetinin, saf Türk halkı tarafından en milli ve en dindar hükümet olarak algılanmasından başka bir işe yaramıyor. İnönü; “Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını gördüm” demişti ya, galiba üçüncüsünün yolunda hızla ilerliyoruz, vatandaşın gidişattan haberi yok.
Dinin siyasete alet edilmesi, aslında çok daha büyük bir tehlikeyi beraberinde getiriyor. Ülkede ne olduğu belirsiz yeni yeni bir sürü tarikat ve cemaat türedi. İslam ile yakından uzaktan alakası olmayan, birbirine iple bağlanan, zikir törenlerinde hoplayıp zıplayan, histeri nöbetleriyle kendinden geçip yerlerde yatıp yuvarlanan Müslüman tipleri çıktı ortaya. Gelecekte aydınlarımızı öldürecek, vatandaşımızı kesecek, canlı bomba olup patlayacak özel kuvvetler bu tiplerin arasından çıkacak. Emperyalizm, nereye yatırım yapacağını iyi biliyor. Devlet ise dönen tezgâhın farkında dahi değil. Erdoğan iktidardan düştüğünde, bu tipleri kim durduracak? Müslüman uyan uyan birileri senin inancınla oynuyor! Ortadoğu ülkesi olmaya, üçüncü kere batmaya çok az kaldı.
Erdoğan’ın çevresini bir danışmanlar ordusu kuşatmış, ona kimlerin akıl verdiğini bilemiyoruz; maalesef önünü görmekte zorlanıyor. Tek adam yönetimleri böyledir. Denge ve denetim mekanizması olmadan bu tuzaktan kurtulamayız. Acilen parlamenter sisteme geri dönmemiz gerekiyor.
Yazılımı yabancı istihbarat tarafından yapılan, Menderes’in önünü açtığı ve Erdoğan ile zirveye ulaşan, Türkiye’yi Araplaştırma tuzağı o kadar başarılı oldu ki, “BEYAZ TÜRKLER”in yerini alan “BEYAZ ARAPLAR”, siyasetten, bürokrasiye, medyadan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kadar ülkenin bütün kadrolarını ele geçirdi. Üstelik bu kadrolar kendilerinin CIA yumurtalarından çıktığının farkında da değiller. Bu acı gerçekten hareketle şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz:
Ne yazık ki AKP Hükümetleri ne yerlidir ne de milli.
Ne Osmanlılıkla ne de Türklükle bir alakaları yoktur.
Yaptıkları icraatlar Müslümanlara zerre kadar fayda sağlamamakta, onları asgari ücretle köleliğe mahkûm etmekten başka işe yaramamaktadır.
Tek amaçları iktidarda kalmak olan bu hükümetler, hızla ülkeyi batırmakta, millet ise başına gelenin farkında değildir.
Batı imalatı Arap Sabunu beyinlere kalıcı hasarlar vermektedir…
Yobazlarin bu defa daha hazirlikli ve kararli geldikleri, anayasayi bike degistirdikleri ve Kemalustlerin en güçlü destegi olan irdu da bu anlamda rasfiye edilmustir! Dolayisiyla Reis Menderese kader anlaminda benzemeyebilir! Bir sey daha, aslinda tüm bu felgitlerin dügümününün nereden basladigini bir türkü çözenemissiniz! Kürt sorununu insanca çözmediginiz müddetçe bu tür gelgitler hep devam edecek! Size bunu ayritilandirabilirim ama kusaca söyle diyeyim; siz en güçlü döneminizi yasarkan nasil oldu da bu yobazlar göstere göstere gelip tepenize bindiler! Siz tüm gücünüzle Kürtlere çullandiniz, köylerini yakip yiktiniz, insanlari asit çukurlarinda erittiniz ve size destek gerekiyordu, bu yobazlarin eline düstünüz, onlar da yillardir böyle bir firsat kollutirlardi! Şimdi bu oyun yine başa dönecek ama siz olmadan!Bu yobazlar sizin işinizi bitirdikten sonra yine Kürtlere dönecek ve aradan başkaları türeyecek! Bu ülkeye refah ve nizam Kürt sorununun insanca ce adilce çözüldüğü gün huzur gelecek ve bunu kim başarırsa o kalıcı olacak! Yani yazınızdan çıkardığım, herşeyinizi kaybetmenize rağmen hala nedenini çözememişsiniz!