Yazar: Ali Seymen, Sun Savunma Net, 4 Şubat 2019
Uçuş hayatımız sadece İstanbul üzerinde veya Akdeniz, Ege kıyılarında geçmedi. Bunun bir de öncesi var. Bugün için çok uzaklarda kalmış olsa da, hayatımızın belli bir dönemine damgasını vuran yaşanmışlıklar acı, tatlı anlarıyla, bizi bir gölge gibi takip eder, sualtı batıkları gibi zaman zaman su üstüne çıkarlar. Bazen söze, bazen de aşağıdaki gibi yazıya düşerler. İşte size uzak hatıralardan bir yaşam kesiti:
Kara Harp Okulunu bitirip 1981 yılı Eylül ayında Tuzla Piyade Okulu’na bir yıllık sınıf eğitimine başladığımızda kurs tabur komutanımız Muammer Binbaşı bize bir hitabında “Askerlik hayatınızda mutlaka bir savaş görecek sizin devreler” demişti. 1982 yılında o günkü teğmenlik hülyaları içinde bir anlam verememiştim bu sözlere. Ufukta hiçte öyle bir savaş gözükmüyordu. Çok değil 2-3 yıl sonra, günümüze kadar devam edecek olan terör belasına bulaşmıştı ülkemiz. 1985 yılı Mart ayında UH-1 helikopteri ile kendimizi memleketin güneydoğusunda bulduk. O zamanlar Kobra yok, Sikorsky yok, gece görüş gözlüğü, termal kamera yok, insansız hava aracı yok. Sadece emektar tek motorlu UH-1 helikopteri mevcut.
Bir çanta spor malzemesi, bir çanta dolusu kitap, bir çanta çamaşır kafilesiyle çoğu zaman helikopterle, bazen kargo uçağı ile bazen de tüm riskleri göze alıp otobüsle görev yerlerine intikal ederdik.
Görev yerlerimiz; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun tüm şehirleri. Özellikle de Batman, Siirt, Şırnak, Mardin, Hakkâri, Şemdinli, Dağlarımız; Cudi, Namaz, Gabar, Herekol, Cıraf, Tanin Tanin, İkiyaka, Sümbül dağları, kuzeyde, Tendürek, Ağrı. Vadilerimiz; Dereler, Habur, Hezil, Zap vadisi ve daha niceleri.
Bu dağ isimleri, vadi isimleri sıradan bir isimden ibarettir bilmeyenler için. Normal zamanlarda çok güzel doğa fotoğrafları çekilebilir, ressamlar çok güzel resimler yapabilir.
Ama saatlerce pusuda bekleyen, eksi 20 derecelerde nöbet tutan askerlerimiz ve bizim gibi tüm mezralarına kadar ezbere bilenler için ise ayak parmaklarından beynine kadar tüm hücrelerine kazınmıştır bir daha aklından çıkmamak üzere bu dağlar.
Tek motorlu UH-1 helikopteriyle başlıca görevimiz, bu dağlarda konuşlanmış askerlerimize erzak ikmali, timleri dağlara bırakma, dağlardan alma, bazen çatışma bölgesinden yaralı askerlerimizi alıp hastaneye taşıma, cephane taşıma. En zoru da şehitlerimizi taşıma. Bütün yük UH-1’lerin üzerinde. Sonraları 1990’lı yıllardan itibaren tüm pilotlar envantere giren gelişmiş helikopterlere intibak etse de, UH-1 pilotluğu bir başkadır oralarda. Kendine özgü PAT PAT sesini, onlarca mil ötelerden tanırsın. Uçuşun, inişin, kalkışın her anını hissettirir. Uygun kullanmazsan bedel de ödetir.
UH-1 helikopteri ile dağ pilotu olmak kolay değildir. Dağların dilinden anlamak gerekir. Hangi tepeye inerken, hangi geçidi aşarken bastırıcı veya kaldırıcı hava akımlarının etkisinde kalacağını bilmek gerekir. Sıcak havalarda, yüksek irtifa inişlerinde güç düşüklüğüne hazır olmak gerekir. Yamaç inişleri için yamaçları tanımak gerekir. Sadece dağları değil, helikopterini de iyi tanımak gerekir. Performans hesabını iyi yapmak gerekir. İniş yerine, mevsime bağlı olarak 5-10 kilonun hesabını yapmak gerekir. Bir at gibidir helikopter, eyerlerini kullanmayı iyi bilirsen sana emniyetli uçuş sağlar.
En çokta günbatımlarından önceki anlar veya gece çatışmaları elimizi kolumuzu bağlar. Gece uçuş kabiliyetimiz yoktu o zamanlar. Bu yüzden gece karanlığında askerlerimize yardıma gidememenin sıkıntısını çok yaşadık.
Bazen istemeden de olsa tipiye yakalandık, rüzgârlarla dans ettik, türbülanslarda savrulduk. Yazın sıcak hava, helikopterin performansını ne kadar düşürüyorsa, kışında kar yağışı, yağmur, sis, türbülans; uçuşu o kadar olumsuz etkiliyordu. Bütün bunlara rağmen uçulabilecek en uygun anı koklar, askerlerimizin yardımına koşardık. Geçit vermeyen dağlarla, derin vadilerin içine asansör gibi iniş yaptığımız yüksek ağaçlarla, tabi ve suni engellerle, yüksek gerilim hatlarıyla da mücadele ediyorduk. Olumsuz meteorolojik koşullarda, zor arazide yaptığımız uçuşlar dağ pilotluğunu, diğer uçuşlardan farklı kılıyordu.
Bazen gündoğumu ile başlayan uçuşlarımız, günbatımına kadar devam eder, 8-10 saat uçuşlar yaptığımız günler olurdu. Gün doğumunu helikopterden izlemek ve akşam olunca, günü helikopterden batırmak, söylem olarak güzel gözüküyor. Hatta romantik manzaralar kapsamında değerlendirilebilir. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Günbatımı uçuşları zor ve en kritik uçuşlardır.
Unutamadığım iki isim vardır oralarda. Eruh’un batısında Paris adında bir köy var. O civardan geçerken Paris köyüne şöyle bir bakar. Bu ismi koyanın mutlaka Fransa ile bağlantısı vardır diye düşünürdüm. Bir de Bestler-Dereler vadisinde Hiroşiro diye bir mezra vardı. Oraya yaklaşırken de mezrada Japonlarla karşılaşacağım gelirdi aklıma.
Cumartesi yoktur, pazar yoktur, bayram yoktur, seyran yoktur oralarda. Yaşanan tek gün o gündür. O günde diğer günlerin kopyasıdır. Bayram sabahlarının burukluğunu, ankesörlü telefonların ahizesinden yaptığımız bayram kutlamaları ile atmaya çalışır, Dağlardaki Mehmetçiklerin üşümüş ellerinden aldığımız çayların tatları, bayram şekerlerinin tatları ile karışırdı.
Saat sabahın 04-05 civarlarıdır. Kurtlar, kuşlar henüz uyuyordur. Yediğin bir parça peynir ekmekten sonra, kendi hayatlarının şiirini yazanlardan olmak için, helikopter başına giderken, mevsim kış ise sabahın sert ayazı, suratına bir tokat gibi çarpar, helikopter başında karlı dağlara gitmek için bekleyen Mehmetleri görünce üşümekten de vazgeçersin. Güneş dağların ardındadır hala. Gecenin sessizliğini az sonra helikopterlerin gürültüsü öyle bir bozacaktır ki sanki gök kubbe yarılacak, bin atlı akınlar başlayacak gibi gelir.
İşte böyle bir atmosferde askerimizi, polisimizi, o ürkütücü, karla kaplı dağlara bırakmak. Hatta inememek ve yerden biraz yukarıdan dik yamaçlara atmak. (Biz buna havırdan atmak deriz) bir tarafta dağın yamacı, diğer tarafta bin metrelik uçurumdan aşağıya bakmadan, elinin, ayağının kesildiğini hissettiğin anda, kıçı başı oynayan helikopterden atlayan askerlere “çabuk olun, çabuk inin” diye seslenmeye çalışmak, artık alışılmış, olağan faaliyetlerdendir. İki dağ arasında bir duvar gibi yüzlerce metre aşağı inen, derin vadileri biz 8-10 saniyede geçerken, askerlerimizin geçiş süresi 8-10 saati bulur.
Tekin olmayan sarp dağlara, iniş için yaklaşmaya başladığında artık bu dünyadan kopmuşsundur. O anda ne anne, ne baba, ne eş, ne çocuk. Tek gayen vardır sorunsuz bir iniş ve askerleri emniyetle indirmek. Artık orada rüzgârlarla konuşmaya başlarsın, rüzgâr; çoğu zaman nereden estiğini söylemez çıplak dağlarda, rüzgârı arkadan aldığında neler yaşayacağını bilirsin. Fellik fellik iniş yeri ararsın leçelik kayalıkların, diz boyu karların, bodur ağaçların arasında. Sonuçta herkes arazide kendini bir yere atmıştır. Her inen helikopter, telsizden anons geçer. 1 indi, 2 indi, 3 indi. bir sessizlik ve 5 indi. 4 numara anons geçmemiştir. O anda kaynar sular dökülür başından. Kötü bir şey mi oldu diye iç geçirirsin. Kalkışla beraber 4 numaranın anonsunu duyunca derin bir oh çekersin.
Güneş ufuktan henüz doğmamıştır. Sonra yeni sortiler için tekrar üsse dönüş başlar. Hangi taşın arkasında ne var olduğunun bilinmezliği, her uçuşu başlangıçta gerilime sokar. Bazen de ateş sağanağı altında nereden geldiği belli olmayan mermilere hedef olma düşüncesi (ki birçoğumuz bundan nasibini almıştır.) hayatın gelgitlerini yaşatır sana saniyeler içinde. İndikten sonra helikopterin etrafını dolaşır mermi deliği ararsın. Gökten mermi yağmış kimin şansına kaç mermi düşmüş acaba diye.
Görev sonunda tüm helikopterler vukuatsız üsse döndüğünde, herkesin yüzünde bir tatlı gülümseme anları kalır geriye. Biz yeni görevlerin planlamasını yaparken, ekibimizin bir üyesi olan teknisyen arkadaşlarımız helikopterimizi bir sonraki uçuşa canla, başla hazırlarlar. Herkesin ayrı bir gerçekliği vardır orada. Biz akşam olup üssümüze dönerken dağlara bıraktığımız askerler gelir aklıma. Onların yaşadıklarını biz dahi tam olarak anlayamazken batıda yaşayanlar nasıl anlayacaklar diye düşünürdüm.
Bu anlatılanlar tipide, yağmurda, siste, Vatan için, Mehmetçiklerin başarısı için çalışan, Mehmetçikle beraber ölüme koşan helikopter pilotlarının hikâyesidir. Belki de son 30-35 yılın sadece bir gününün az biraz özetidir.
O ekipler birbirinden kopmadı o gün bu gündür. Dağlara bıraktığımız arkadaşlarımız dâhil buna. Orada yaşananlar dile getirilir zaman zaman kâh gülerek, kâh hüzünlenerek. Bazen bir yerlerde karşılaştığımız o günlerin bir tim komutanı veya birlik komutanı “ bize şöyle yardım etmiştiniz” diye söz ettiğinde. Çoğunu hatırlamayız bile. O kadar çok uçuştan ne kalır geriye.
En güzel anlar, indiğimiz dağda birlik komutanı bir devre arkadaşı veya tanıdık bir yüzle karşılaşma anları olurdu. Helikopterin dağdaki üs merkezine gelmesi büyük bir olaydır. Yiyecek bitmek üzeredir. İzine gidecekler, terhis olacaklar heyecanla helikopter yolu gözler. Kalanlar da mektup bekler anne, babasından, eşinden, yavuklusundan. Yine o dağ köylerinde, askerlerimizin elinden yediğim bazlamaların, içtiğimiz çayların tatları bir başka gelirdi bana.
Her günümüz böyle yoğun geçmedi tabi, tel örgülerin içinde, geniş zamanlarda kıran kırana futbol maçları yaptık timlerle, bazen tavlayı koltuğumuzun altına aldık. Bazen verdik.
Akşam sohbetleri genelde günün kritiği şeklinde geçer. Çaylar durmaksızın gelir gider. Ertesi günün planlaması da sohbete dâhildir. Hepsini okuyamasam da bir çanta kitap götürmeyi ihmal etmezdim hiç.
Kısacası hayatın içindeydik her an. Ertesi gün, hatta 1 saat sonra nasıl bir kıyamet kopacağını, ne olacağını bilmeden.
Şehitlerimiz, gazilerimiz bu topraklar için can veren kardeşlerimiz. Pilotundan teknisyenine, erinden, generaline, polisinden, öğretmenine, korucularına kadar, çok canımız yandı. Onlar, geride gözü yaşlı anneler, babalar, eşler, çocuklar bırakarak gittiler bu diyardan. Onlar Çanakkale’den Sakarya’dan, Kore’den, Kıbrıs’tan sonra daha henüz yazılmamış bir destanın parçası oldular ve gittiler. Allah rahmet eylesin. Ruhları şad olsun.
Ayrıca bizleri fedakârca yetiştiren hocalarımızın ve tecrübelerini aktaran büyüklerimizin ellerinden öper, saygılar sunarım.
Ve ben o günlerde bazen tek başıma dağlara bakar bakar hayallere dalar ve bir şeyler karalardım. İşte o 30 yıl önceki solmuş müsveddelerden kalan bir şiirle tamamlıyorum bu yazıyı.
ŞEHİTLERE
Siz dağları bilir misiniz
Cudi’yi, Gabar’ı Sümbül’ü
Bize yol gösteren daha nice dağları
Bilir misiniz
Siz vadileri bilir misiniz
Zap’ı Hezil’i Pülümür’ü
Bir duvar gibi uzanan daha nicelerini
Bilir misiniz
Siz arkadaşlığı, dostluğu bilir misiniz
Karlı bir günün akşamında
Sıcak sohbetleri
Bilir misiniz
Siz kahramanlığı bilir misiniz
Gözü kara pilotların
Ateş sağanağı altındaki akınlarını
Bilir misiniz.
Siz şehitliği bilir misiniz
Dağlarda, vadilerde yitirdiğimiz
Yüreğimizde kor gibi yanan acılarımızı
Bilir misiniz.
Çok şeyler yaşadık bu süreçte
Çok şeyler gördük
Ve belki göreceğiz
Yaşadığımız sürece daha nice.
Çok güzel bir yazı, eski günlere gittim…
Sayın Musa Yıldırım’dan: Ne güzel bir yazı…. ben askerlik mesleği ile kara havacılıkta tanıştım. Oradaki hava beni çok büyülemişti. Tabur komutanımıza yani size tek kelimeyle hayrandım. Sizi ve ekibinizi öyle sevmiştim ki askerlik ne güzel bir meslekmiş diyerek Hava Kuvvetlerinde meslek hayatıma devam ettim, ama Kara Havacılığın tadı bir başka idi… Kara havacılık pilotlarının kahramanlık hikayelerinizi dinledikçe sizlere hep hayranlık ve gururla baktım, her gördüğümde Türkiye de terörle mücadelenin bir numaralı kahramanları kim derlerse tereddüt etmeden kara pilotlar diyorum… İyi ki sizlerle bu mesleği tanıdım iyi ki varsınız….