Yazar: Yakup Battal, Sun Savunma Net, 16 Aralık 2017
Mekke Şerifliğinin kurulması fikri, kimilerine göre uçuk, kimilerine göre ise kovana çomak sokmak gibi bir şey olabilir. Resmi olarak gündeme getirilemeyecek kadar ağır, acemi strateji oyuncuları için çok zor, ancak strateji uzmanları tarafından aba altından sopa göstermek ve geleceği şekillendirmek maksadıyla, sivil toplum kuruluşları ve düşünürler tarafından, gayri resmi olarak gündeme getirilebilecek bir konudur.
Osmanlı döneminde Mekke Şerifliği ve bugünkü İsrail ve Filistin’i kapsayan Kudüs Sancağı özerk bölgelerdi.
Ürdün ise eski Şam ve Hicaz Vilayetlerinin bir kısmını kapsayan yapay olarak yaratılmış bir devlettir. Ürdün’ün resmi ismi Ürdün Haşimi Krallığıdır. Hz. Peygamber soyundan bir kabile olan Haşimilerin, Hz. Hasan soyundan gelenlere ‘‘Şerif’’, Hz. Hüseyin soyundan gelenlere ise ‘‘Seyyid’’ denilmektedir. Hicaz, Osmanlı zamanında imtiyazlı bir eyalettir; devletten nasiplenir, vergi vermez ve asker göndermezdi. En son Osmanlı Hicaz Valisi ve Mekke Şerifi olan Şerif Hüseyin, Osmanlı’ya ihanet ederek, 1916 yılında kendisini Hicaz Kralı ilan etmiş, İngilizler ile işbirliği yapmış ve Arapları Osmanlı İmparatorluğuna karşı isyan ettirerek, Osmanlı Ordusunu yandan ve cephe gerisinden vurmuş, yenilgimize neden olmuştur. 1924 yılında Suudiler tarafından Şerif Hüseyin’in Krallığına son verilmiş, Şerif Hüseyin Kıbrıs’a sürgüne gönderilmiş ve 1931 yılında da ölmüştür. Oğullarından Kral Faysal Irak Kralı, diğer oğlu Abdullah ise Ürdün Kralı olmuştur.
Suudilere gelince, bunlar Vahabi/Selefi olup, daima Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan etmiş bir kabiledir. Hatta liderlerinden Abdülaziz Bin Suud, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından 1848 yılında yakalanmış, İstanbul’a gönderilmiş ve idam edilmiştir. Osmanlığı egemenliğini kabul eden ve paşa unvanı verilen İbni Suud lakaplı Abdülaziz, 1915 yılında Osmanlıya ihanet etmiş, İngiltere ile Darin Antlaşması imzalamak suretiyle ittifak yapmış ve Osmanlı Ordusu ile mücadeleye girişmiştir. 1915-1927 döneminde İngiliz egemenliğini kabul etmiş olan Abdülaziz, önce kendisini “Necid Sultanı” ve “Hicaz, Necid ve Çevresinin Kralı” olarak, 1932 yılında ise Suudi Arabistan Kralı olarak ilan etmiştir.
Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu zamanında özerk olan Mekke Şerifliği, Haşimi ve Suudi kabilelerinin Osmanlıya hıyanet ederek İngilizler ile işbirliği sonucu bugün Suudi Arabistan sınırları içinde kalmıştır. Mekke ve Medine, tüm İslam alemi için kutsal olduğu için Vatikan gibi ayrı bir devlet olabilir. Mekke Şerifliği propagandası, özellikle ABD ve İsrail olmak üzere Batı Dünyasını ürkütebilir, görüş ayrılıkları yaratabilir, belki de Kudüs konusunda geri adım attırabilir.
Suudi Arabistan kendisini hedefte hisseder ve İslam Dünyasına yanaşmak zorunda kalır. Amma velakin bu strateji ateşle oynamak gibidir, yanlış hareket edildiği takdirde Türkiye dâhil İslam dünyasını daha fazla hedef tahtası haline getirebilir. Diğer yandan böyle bir stratejinin, bugün Batı sermayesi ile iç içe olan zengin Arap otokrasisi nedeniyle uygulanması çok zordur ama kafaları karıştırmak için propaganda açısından iyidir, kim bilir belki de gelecek için umut olabilir.
Filistin sorununa gelince, Doğu Kudüs ve Batı Şeria, 1967 Arap-İsrail savaşı öncesinde Ürdün’e aittir. Ürdün, 1988’de İsrail’in Doğu Kudüs’teki hâkimiyetini kabul etmemesine karşın, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki haklarından feragat etmiştir. 1993 Oslo Anlaşması ile Kudüs’ün kalıcı statüsünün belirlenmesinin, görüşmelerin sonuna ertelenmesi kararlaştırılmış, fakat günümüze kadar sürdürülen barış görüşmelerinden İsrail’in kasıtlı tutumu nedeniyle sonuç alınamamıştır.
Bugünlerde, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınması, gecikmeli de olsa güzel ve yerinde bir karardır. Bu karar kesinlikle sözde kalmamalı ve altı doldurulmalıdır, tabii ki bir de İslam Dünyası tarafından yok sayılan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KTTC)’nin statüsünü hatırlatmakta fayda vardır. Bu konuda ne yazık ki hiçbir din kardeşi ülke kılını kıpırdatmamakta ve üç maymunu oynamaya devam etmektedirler.
Doğu Kudüs kararına paralel olarak, Ürdün-Filistin Konfederasyon görüşmelerine hız verilebilir, fakat bunun gerçekleştirilmesi çok güçtür, Ortadoğu’da iktidar demek, nema demektir ve kimse payını paylaşmak istememektedir. Ürdün, yapay ve küçük bir ülkedir, belki de gelecekte öngörülen yeni savaş alanıdır. Resmi olarak açıklanmasa da Ürdün halkının yarısının, hatta daha fazlasının Filistinli olduğu rivayet edilmektedir. Şimdiki Kral Abdullah’ın Filistin asıllı Kraliçe Raina evlenmesinin bir nedeni de ülkenin nüfus kompozisyonu olabilir. Halen 1,5 Milyon Filistinlinin komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında, yaklaşık 4 Milyon Filistinlinin de mülteci kampları dışında yaşadığı tahmin edilmektedir.
Eski Filistin topraklarının %79’u halen İsrail’in, kalan %21’i ise Filistin Devletinin elindedir. Filistin Devleti, Gazze (%1) ve Batı Şeria (%20) olarak, birbirinden iki ayrı kısımdan oluşmaktadır. Filistin’in tahmini nüfusu yaklaşık 4,95 Milyon olup, Batı Şeria’nın tahmini nüfusu 3.01 Milyon, Gazze Şeridinin tahmini nüfusu ise 1.94 Milyondur. Gazze Şeridi daha önce Mısır’a dâhil iken, 1967 Arap-İsrail Savaşında İsrail’in kontrolüne geçmiştir. Gazze’nin, Filistin’den ziyade Mısır ile irtibatı vardır. İki parçalı Filistin’in geleceği hiç parlak görülmemektedir. Gazze’nin bağımsızlığı ya da özerk bölge olarak Mısır’a katılımı konusunda propaganda yapılırsa bu yaklaşım hem İsrail ve ABD’yi hem de Mısır’ı rahatsız edecektir.
Diğer taraftan Kudüs ve Filistin konusunda uluslararası ortamda gündeme getirilecek diğer bir konu da İsrail’in ülkede nüfus çoğunluğunu sağlayabilmek için çatışma çıkararak Filistinlileri ülke dışına göçe zorladığıdır. Halen yaklaşık 5,5 Milyon Filistinli yerinden yurdundan edilmiş, başka ülkelerde yaşamaktadır. Aslında Filistin Devleti’nin kuruluş nedenlerinden biri de İsrail’de nüfus çoğunluğunun tekrar Filistinlilere geçmesinin önlenmesidir. İsrail’e başka ülkelerden Yahudi (hatta ırksal olarak Yahudi olmayan) göç ettirilmekte, ülkeden de Filistinliler başka ülkelere göçe zorlanmaktadır. İsrail-Filistin sorununun çözümsüz bırakılmasının ana nedenlerinden biri de barış olduğu takdirde nüfus kompozisyonunun tekrar İsrail aleyhine bozulacağıdır.
1922 sayımlarına göre İsrail/Filistin Halkının %78’i Müslüman %11’i Yahudi ve %10’u Hristiyan’dır. Bölgeye gönderilen Yahudiler ile denge bozulmuş ve 1950’de nüfus kompozisyonu %47 Müslüman, %50 Yahudi, %3 Hıristiyan oranına dönüştürülmüştür. 2014 oranları ise %47 Müslüman %50 Yahudi ve %2 Hıristiyan olup, mülteciler de dâhil edildiğinde %53 Müslüman, %45 Yahudi ve %2 Hıristiyan’dır. Halen İsrail’in yıllık doğum oranı %1,8 Filistinlilerin ise %2,4’dür, hatta daha yüksek olduğu söylenmektedir. Buna göre 2025 yılında mülteciler hariç olmak üzere Filistinlilerin %50, Yahudilerin %48 Hristiyanların %2; 2035’de ise Filistinlilerin %52, Yahudilerin %46 ve Hristiyanların %2 oranında olacağı tahmin edilmektedir. Yani şayet Filistin Devleti kurulmasaydı, Yahudiler İsrail’de 2025’de tekrar azınlık durumuna düşecekti. İsrail Devletinde halen %25 seviyesinde olan Filistinli oranı zaman geçtikçe artmaktadır.
Sonuç olarak; Türkiye, Kudüs konusunda yapılması gerekenden fazlasını yapmaktadır. Kraldan fazla kralcı, Arap’tan çok daha fazla Arap olmaya gerek yoktur. Strateji, kuvvet, yer ve zaman faktörlerini dikkate alarak hedefi ele geçirmeye yöneliktir. Ortadoğu’da zemin kaygan, devlet başkanları zengin ve uğraşılması zor liderlerdir, zaman ise Türkiye açısından kritiktir. Türkiye’nin ne Arap otokrasisini yıkacak ne de Ortadoğu’da hâkim olacak milli gücü vardır. Türkiye, milli gücü oranında Kudüs ve Filistin için elinden geleni yapmaya devam edecektir, ancak bu konuda asıl sorumlular Osmanlı’ya çıkar uğruna ihanet eden Arap ülkeleridir.