Alican TÜRK | Sun Savunma Net | 25 Ekim 2018
“Tevhid”, Arapça bir kavram olup, kısaca “birlik”, “birleme” demektir.
“Tek Tanrı” inancı, İslâm dininin temelidir. Yani Müslümanlığı kabul etmenin ve/veya Müslüman olarak kabul edilmenin temel koşulu “her şeyi yaratan ve her şeye kadir olan” tek bir Tanrı’ya inanmaktır.
İslâmiyet’te tek bir yaratıcı inancının ifadenin şekli, kısaca “Kelime-i Tevhid” olarak tanımlanır. Buna göre Kelime-i Tevhid, “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Resûlullah”tır ki Türkçesi “Allah’tan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed de onun elçisidir” demektir.
Bu sözü kalben benimseyerek söyleyen kim olursa olsun; hangi ulustan, hangi etnik kökenden – sarı, beyaz veya siyah – hangi ırktan ve de hangi dille söylerse söylesin, o kişiye İslâmiyet’i kabul etmiş bir “Müslüman” gözüyle bakılır.
Kısacası, dinimizin hem temel ilkesi hem de parolasıdır “Kelime-i Tevhid”…
* * *
Millî Mücadelenin başarıyla sona ermesiyle kurulan yeni devlete “Türkiye Cumhuriyeti” adı verilirken, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkı’na ‘Türk Milleti’ denir !” demişti Atatürk.
Türk adı Osmanlı’da genel olarak dağlarda yaşayan, kaba ve cahil insanlar için kullanılan bir terimdi. Kendisini Türk olarak tanımlayanlar horlanır, hakir görülür, ezilirdi. Falih Rıfkı ATAY, Osmanlı’nın son dönemlerini anlattığı “Batış Yılları” adlı eserinde, “Bizim çocukluğumuzda Türk ‘kaba’ ve ‘yabanî’ demekti. Biz ‘İslâm’ ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. ‘Vatan’ sözü yasaktı. Okullarda Arab’a ‘Arap’, Arnavut’a ‘Arnavut’, Rum’a ‘Rum’, ama kendimize ‘Osmanlı’ derdik.” diye yazarken, “Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin Türklüğünden utandığını ve sakladığını” vurgular.
Gerek Osmanlı’nın ve gerekse Batı’nın kaba, cahil, barbar diye küçümsediği Anadolu insanına yeni bir ruh, özgüven, ulusal bir bilinç ve kimlik kazandırmak önemliydi. Yeni devletin insanlarını motive edecek yeni bir parola gerekiyordu.
Mustafa Kemal, onu da “Ne mutlu Türküm diyene !” sözüyle formüle etti.
Yani demek istediği şuydu: “Ey Türkiye Halkı! Bugüne kadar seni hep küçük gördüler, aşağıladılar, horladılar, kendine güvenini yok ettiler. Ama artık bunlar geride kaldı. Bundan sonra kendini küçük görme, onurlu ve başı dik ol; zira Ey Türkiye Halkı, sen geçmişi tarihin derinliklerinde olan büyük bir toplumsun, bunun farkında ol! Böyle bir toplumun bireyleri olarak kim olursak olalım, bundan sonra hepimizin ortak adı Türk’tür. Bu isim bir üst isimdir, hepimizi kuşatıcı, kapsayıcı şemsiyedir… Nasıl ki bir şemsiyenin farklı renklerden, desenlerden oluşan baklava dilimleri gibi tentesi varsa, bizim de öyle farklı renklerimiz olabilir; ama bilelim ki hep birlikte büyük şemsiyenin parçalarıyız ve hepimiz o şemsiyeyi oluşturuyoruz. Kim kendini bu şemsiyenin bütünü – yani Türk olarak görüyor ve kabul ediyorsa ne mutlu ona!”
Ardından bütün eğitim sistemi buna göre geliştirildi. Yedisinden başlayarak tüm yurttaşlara yeni bir hedef, bir vizyon kazandırılması amaçlandı.
Okullarda “andımız” böylece ortaya çıktı.
Zaman zaman bu yaklaşımın özünü anlamayan ya da anlamak istemeyen bazı kişi ya da gruplar oldu… Homurdandılar… “Kardeşim, bu ırkçı bir söylemdir. Bize Türklüğü dayatıyorsunuz, biz aslında şuyuz, buyuz!” dediler.
Şemsiyenin bir parçasını şemsiyenin kendisinden ayrı görmek istiyorlardı.
Genellikle kendini “sol/sosyalist” olarak tanımlayan çevrelerden geliyordu bu tür tepkiler… “Ben Türk’üm!” demeyi faşizmin, şovenizmin bir göstergesi sayıyorlardı.
Ne kadar homurdansalar da 20’nci yüzyılın sonuna kadar bu vizyonla gelindi.
Ne var ki, zamanla solun dışında, Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet dönemine kızgın bazı “İslâmî” çevreler de kendilerini güçlü hissettikçe Türk kavramına duydukları tepkiyi dillendirmeye başladılar. Çünkü onlar için “millet” anlayışına dayanan “Türk” kavramı yerine “ümmet” anlayışına dayalı “Osmanlı” kavramı daha cazipti.
Nitekim “Kelime-i Tevhid”i dilinden düşürmeyen ve partisine oy vermeyenleri de “Patates dininden” sayan siyasîlerden biri bir gün – biraz Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet dönemini küçümsemek ve hatta karalamak, biraz da belli bölgelerden oy almak uğruna – kalkıp “Kardeşim sen ‘ne Mutlu Türk’üm diyene!’ dersen, birileri için de ‘Ne mutlu Kürt’üm diyene’, ‘ne mutlu Laz’ım diyene’, ‘ne mutlu Çerkez’im diyene’ diye söyleme hakkı doğar tabii…” demişti.
Yani Atatürk’ün “tevhid” içinde bir ulus yaratma konusundaki en önemli parolasına bıçağını sapladı.
Bu lâfların üzerinden pek fazla zaman geçmeden, bir zamanlar o şahsiyetin peşinden giderken “gördüğü lüzûm üzerine” ondan ayrılan Recep Tayyip Erdoğan’ın da – neredeyse kelimesi kelimesine – aynı lâfları ülke gündemine soktuğuna tanık olduk : “Ne demekmiş efendim ‘Ne mutlu Türküm diyene !’… Bu ülkede sadece Türkler yok ki, 36 etnik grup var! Sen kendine Türk’üm dersen, birileri de kalkıp kendine Kürt’üm, Laz’ım, Çerkez’im, Boşnak’ım der tabii!”
Toplumları etnik ya da dinsel gruplara ayırarak zayıflatma ve bölme düşüncesinin belli merkezlerin gündeminden hiç düşmediği bilinirken, ağzından çıkan lâfa en çok dikkat etmesi gereken birinin bu sözleri etmesi – en hafif haliyle – gaflet olarak gözüktü bize.
Evet, Türkiye’deki etnik gruplar üzerine yapılan araştırmalar son yıllarda hızla arttı. Araştırılmalı tabii ki… Lâkin niyet önemli… Araştırmalar sonunda sayıyı 36 olarak açıklayan Erdoğan’dan başka Türkiye’de etnik grupların sayısı 19’dur diyen de olmuş, Alman antropolog Peter A. ANDREWS gibi sayıyı 47’ye çıkaran da…
İyi de, bu toplumun sosyal yapısını – nur içinde yatsın – Büyük Atatürk bilmiyor muydu? O dönemde de kendisini Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak, Arnavut vb. diye farklı farklı kimliklerde görenlerin veya tanımlayanların farkında değil miydi?
Bir tarih profesöründen çok daha iyi tarih bilen, bir ilâhiyat profesöründen çok daha derin biçimde dine vâkıf, bir sosyoloji profesöründen çok daha ayrıntılı toplumsal analizler yapabilen bir adamın bu toplumdaki etnik farklılıkları bilmemesi düşünülemez tabii…
Nitekim O, kendi dönemine kadar Türk ve dünya tarihi üzerine yazılmış yüzlerce cilt kitabı okumuş, araştırmış, incelemiş ve sonuçta “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarları” olduğu kanaatini edinmişti.(*)
Yani hepimizi “tevhid” ilkesi altında topluyordu.
Şimdi başa dönecek olursak, demek istemem şudur ki;
Türk kavramı – siz ister 36 deyin ister 136 – Kürt’üyle, Çerkez’iyle, Boşnak’ıyla, Laz’ıyla, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Tatarıyla, Çingenesiyle, Zaza’sıyla, Pomak’ıyla, Türkmen’iyle, vs. Türkiye Cumhuriyeti Devletini oluşturan “Türkiye halkı” bireylerinin ortak adıdır. Bir şemsiye gibi herkesi kuşatan ve kapsayan kavramdır.
Kelime-i Tevhid, nasıl ki dili, ırkı, mezhebi, kökeni, milliyeti, cinsiyeti ne olursa olsun bütün Müslümanlara birliğin yolunu gösteren ve birliğe davet eden “dinsel” bir kavram ise, “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü de bu ülkenin “sosyal” ve “siyasal” anlamdaki “Kelime-i Tevhidi”dir.
“LÂ İLÂHE İLLALLAH, MUHAMMEDEN RESULULLAH“ diyen biri nasıl Müslüman olarak kabul görüyorsa, “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diyen biri de – kim, hangi etnik kökenden, hangi ırktan, hatta milliyetten olursa olsun – Türk olarak kabul görür.
Öyle olmasa üzerinde ay yıldızlı millî formamızla ülkemizi uluslararası çeşitli arenalarda temsil eden, bizlere madalyalar kazandıran, bayrağımızı göndere çektiren ve İstiklâl Marşımızı dinlettiren yabancı asıllı sporcularımızı nereye koyacağız ve ne sayacağız?
(*) Bu makalenin orijinali Ocak 2011’de yazılmıştır ve yazarın “28 Şubat – Sincan’dan Tarihe Notlar” kitabının 1’inci cildinde yer almaktadır. “Andımız” tartışması ile birlikte konunun tekrar ülke gündemini işgal etmesi nedeniyle birkaç küçük değişiklikle birlikte tekrar düzenlenerek yayınlanmıştır.
(*) Mustafa Kemal bu sözü 1932 yılında Dolmabahçe Sarayında bir gazeteciye verdiği mülâkatında belirtir. Söz konusu ifade 04.10.1932 yılında Diyarbakır gazetesinde, ardından da 05.10.1932 tarihinde de Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanır.
Bugün bu söz hiç hatırlanmaz, hatırlatılmaz da… Hâlbuki herkesin ağzına sakız olmasının zamanıdır.