Atilla Aşçı, Sun Savunma Net, 28 Aralık 2020
Ülkemizde, kentleşme kavramı ne yazık ki, betonlaşma olarak anlaşılmış ve neresi boş, yeşil olan görülmüşse, orayı betona boğmuşuz. Kent planlamacılarını işi, kenti bir peyzaj formatı kapsamında güzelleştirmek, insan yaşamına değer hale getirmek yerine ‘’imar planı değişikliği’’ adı altında betonlaşmayı daha çok artırmak olmuş. En son imar affı da bunlardan bir tanesi.
Bunu, kent planlamacılarının kendi isteğiyle yaptığına inanmak istemiyorum. Lakin rant anlayışının zenginlik kavramı ile özdeşleştiği bir topluma dönüşmek kent ve insan ilişkilerini tamamen etkilemiş. Zenginleşmeyi, beton bloklarda, onbirinci katta ışık almayan betonlarda oturmak olarak saymak, modern kentleşmeyi insanlarda bu şekilde böyle içselleştiren siyaset düzeninin çokça teşvik ettiği vazgeçilmez bir düşünce tarzı olmuş.
Çocukların sokakta oynayamadığı, çayını, kurabiyeni alıp, komşuna gidemediğin mahalleler yerine, sipsivri betonların içerisinde, asansörde gördüğün insanın, senin oturduğun apartmanda oturduğunu bilmediğin, bilemediğin grinin elli tonu olan gettolar. Kentleşme sancıları yerini hiç kaybetmemiş, tam tersine arabesk bir kültür oluşmuş.
Kente ait bir kültür (planı) yaratılamazken, beton yozlaşmasının dayatması ile birlikte, kültürel yozlaşma da bu gelişmeye paralel olarak artmış. Kentleşme bu halde iken, eldeki yeşil alan, dağ, sahil, kumsal, adalarımızla ne yapıyoruz???
Ülkemizde, son yıllarda, sel, fırtına, dolu, hortum felaketlerinin arttığı ve büyük zararlara yol açtığı görülüyor. Bu ani ve şiddetli hava olaylarının bir nedeninin küresel ısınma olduğu biliniyor. Küresel ısınmanın, bir büyük nedeni de betonlaşma. Yeşilin gitgide azaldığı, yerine gri betonun çoğaldığı yerküre gittikçe ısınmakta. İlerideki on yıllarda, suyun daha da azaldığı dönemlerde insanoğlunun yaşam mücadelesi daha da vahimleşecek.
Su sorunu daha şimdiden en güncel konulardan bir tanesidir. Ülkenin en güzel, en yeşil, en bakir yerlerine dağlarına, en güzel koylarına HES’ler, JES’ler yapılırken, oksijen deposu yemyeşil dağlarda binlerce ağaç keserek altın, gümüş aranmasına izin vererek, güzelim bakir sahilleri imara açarak, kısa vadeli, önünü ancak birkaç adım görebilecek kısır döngü bir siyasi zihniyet ve sosyoekonomik bir anlayışla nereye kadar gideceğiz???
Son dönemlerde, artan yeni bir trend ve rant kapısı ve kokusu ortaya çıktı. Beton kentlerden, sahillere, zeytinliklere, meyveliklere akın. Ne pahasına olursa olsun, acımasızca satılan yeşil cennetler.
Yürekten bir Çanakkaleli olarak çok üzülüyorum. Yöreye yapılmış olan dört termik santralin ardından beşinci santralin yapımı tamamlanmış, altıncısının ise ÇED raporu alınmıştır. Kömüre dayalı termik santrallerinin insan ve doğa yaşamını nasıl etkileyebileceği gayet açık ve hatta mevcut kirlilik ortada iken, hala yenilerinin yapılması plan dâhiline alınması anlaşılmaz bir durumdur.
Başka bir doğa felaketi Kaz Dağları’nda yaşanmış, altın olduğu düşünülen ormanlık alanda binlerce ağaç kesilmiş, o bölge kelleşmiş bir hale dönüşmüştür. Tüm bölgenin doğal bitki örtüsünü, su, toprak ve havasını toptan olumsuz etkileyecek olan bu adıma karşı çevre koruma örgütleri ve yerel belediye dayanışma içinde geçen başarılı bir direniş cüreti göstermiştir ve çalışmalar durduruldu gibi. Şimdilik, sessiz duran bir fırtına öncesi yaşanır bir döneme girildi gibi görünüyor.
Yörede başka bir gelişme de büyük bir kaygıyla izleniyor. 1915 Çanakkale Köprüsü’nün açılması söylentileri ve projenin hayata geçirilme safhasından itibaren, boğazın özellikle Anadolu yakasındaki meyve bahçelerinin ranta kurban gitmesi ile eldeki meyve ve yeşil alan zenginlikleri elden çıkmıştır. Buralarda hangi rant peşinde olunduğunu söylemeye, sanırım, gerek yok.
Çanakkale’nin az çok bakir kalmış köşeleri vardı. Assos, Saroz ve Bozcaada, Gökçeada. Balıkesir ve Çanakkale illeri 1/50.000 ölçekli Bütünleşik Kıyı Alanları Planı ile şu anda harekete geçirilmiş durumdadır. Bu plana göre, bakir koy ve kıyı şeritlerine çok büyük yat limanlarından, eko turizmi adı altında mega yazlıklara, büyük limanlara kadar, betonlaşmayı ve ağaçsızlaşmayı hızlandırıcı projeler hazırlanıyor ve hatta başlandı bile.
Geçen beş yıl içinde tarımsal alanlarının imara açılmış olması, eldeki son tarıma yönelik faaliyetlerin de sonu demektir. Adına yağma diyebileceğimiz bir sistemle, rant boyutunun kestirilemediği bir arazi satışı, bölgede hummalı bir şekilde sürmektedir. Zeytin alanlarının da imara açılması tehlikesi kapıda. Proje kapsamına giren Gelibolu Yarımadası Milli Park Alanı için ne planlandığı ise bilinmemektedir.
Burada, çevre örgütlerine, sivil toplum ve demokratik kitle örgütlerine, sivil inisiyatiflere çok iş düşmektedir. Eğer, çocuklarımıza birazcık olsun yeşil alan bırakmak istiyorsak, bu gelişmeye dur demeliyiz. Herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekmektedir.
Ya sahip çıkacağız yeşilimize, mavimize… Ya da betonda nefes alamayacak hale geleceğiz.