Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, G4 Blok, 16 Ekim 2020
Azerbaycan ve KKTC… İkisi de canımız, can damarımız… İkisinde de eşzamanlı olarak önemli gelişmeler yaşandı…
27 Eylül’de Ermenistan’ın bir kez daha Azerbaycan’a saldırmasıyla başlayan süreci acıyla, buruklukla takip ettim. Burukluğumun iki sebebi vardı.
Bir yanda 2008’de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle, “dünya gözünde olumlu bir imaj çizmek”, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın ifadesiyle de, “düşmanlık değil, dostluk politikası izleme, dost kazanma” adına, Azerbaycan’ı küstürme pahasına başlatılan süreci hatırladım.
Diğer yanda ise halen devam eden Doğu Akdeniz krizinin bilançosu duruyordu. Rum-Yunan-Fransız üçlüsü öncülüğündeki pervasızlıklar… AB ve ABD’nin bu pervasızlıklara tam desteği… Ve başlangıçta yağıp, esip, gürleyen Ankara’nın nihayetinde vardığı nokta…
Ermenistan, Azerbaycan’a saldırdığında hepimiz isyan ettik, ayağa kalktık; çünkü “iki devlet bir millet” idik.
Yetkililer, Azerbaycan’ın Türkiye’den ne istiyor ve bekliyorsa onun yapılacağını açıkladı.
Buna karşılık, bir yerlerden düğmeye basılmışçasına, ülkemize iftira furyası başlatıldı. Aynen “soykırım” iftirasında olduğu gibi, bunlar da kısa sürede sahiplenildi ve sadece Türkiye değil, Azerbaycan da savunma pozisyonuna geçmek zorunda bırakıldı.
Oysa BBP Genel Başkanı, AKP Milletvekili Mustafa Destici daha en başta çok makul bir öneride bulunmuştu; Meclis’in Azerbaycan’a destek açıklaması yapmakla yetinmeyip, Türkiye’nin asker göndermek üzere tezkere çıkarmasını istemişti.
Makuldü; çünkü Azerbaycan böyle bir ihtiyaç duymasa da dünyaya çok anlamlı ve önemli bir mesaj verilmiş, ayrıca Ermenistan ve patronlarının o iftiralarının önü peşinen kesilmiş olurdu.
Çatışma sürecinde, iktidar medyasının tavrını anlatmaya gerek yok. Aynen Doğu Akdeniz krizindeki gibi kahramanlık destanları yazıldı, “Erdoğan’ın Güney Kafkasya masasını yeniden kurduğu” anlatıldı.
Sonuç; Rusya araya girdi ve 10 Ekim’de ateşkes kararı alındı. İş yine 30 yıldır parmak oynatmayan ABD, Rusya ve Fransa başkanlığındaki Minsk grubuna havale edildi. Dahası, Türkiye ateşkes kararını herkesle birlikte öğrendi.
Oysa sadece iki gün önce Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, ateşkes için şu dört şartı sıralamıştı:
“Ermenistan’ın özür dilemesi… Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu ilan etmesi… Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu açıklaması… Geri çekilme için bir takvim beyan etmesi ve bu takvimin arabulucu ülkeler ile Minsk Grubu eş başkanları tarafından onaylanması.”
Ankara da bunları aynen desteklemişti.
Ateşkes kararından sonra Dışişleri Bakanlığı, “Bu süreçte, tüm dünyadan insani saiklerle ateşkes talepleri gelmiştir. Azerbaycan da son kez Ermenistan’a işgal ettiği topraklardan çekilmesi için bir fırsat vermiştir. İnsani gerekçelerle esirlerin ve cenazelerin değişimi amacıyla ilan edildiği belirtilen ateşkes önemli bir ilk adım olmakla birlikte kalıcı çözümün yerine geçmeyecektir. Türkiye başından beri ancak Azerbaycan’ın evet diyeceği çözümleri destekleyeceğini vurgulamıştır. Bu anlayışla sahada ve masada Can Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edecektir.” açıklamasını yaptı.
Kararın Türkiye’nin içine sinmediği açıktı.
Ateşkesten sonra Aliyev, bir Rus televizyonuna konuştu. Söyledikleri önemliydi. Türkiye’nin Karabağ’daki rolüne ilişkin bir soru üzerine, “Türkiye liderliğinin çok net bir biçimde pozisyon alması, gerilimin tırmandığı dönemde üçüncü tarafların bu krize müdahalesini engellemiştir.” dedikten sonra şöyle devam etti:
“Moskova’daki müzakere masasında bulunmayışı, Ankara’nın, Karabağ’daki çatışmalarda doğrudan yer aldığı suçlamalarının da dayanaksız olduğunu gösterdi. (Moskova’da üstünde anlaşılan) açıklama benim tarafımdan onaylanmıştır, başka kimse tarafından değil. Birisi tarafından yönlendiriliyor olsaydık, mesele bu kadar çabuk sonuca bağlanmazdı diye düşünüyorum… Yeni temas grubunda yer alacak ülkeler bölgedeki gerçek güçler dengesi ile bölgedeki ülkelerin menfaatlerini yansıtmalı, ayrıca sonuç odaklı olmalı. Tabii ki sorunun çözümlenmesinde Türkiye’nin önemli bir rol oynaması gerektiği ve oynayacağı konusunda hiçbir şüphe olmamalı. De facto (fiilen) ya da de jure (hukuken), bunun hangi formda olacağı sadece teknik bir meseledir.”
Aliyev’in, Rusya’nın rolü ile ilgili şu değerlendirmelerinin de altını çizmek gerekiyor:
“Komşumuz olarak, hem Azerbaycan hem de Ermenistan ile ortak tarihe sahip bir ülke olarak tabii ki özel bir rol oynuyor. Bu rol hem tarihe hem halklarımız arasındaki ilişkilere hem de Rusya’nın dünyadaki ve tabii ki de bölgemizdeki ağırlığı ile rolüne dayanmaktadır. Bu nesnel sebeplerden dolayı, tabii ki de Rusya’nın Karabağ sorununun çözümüne etki etme gücü diğer herhangi bir ülkeye göre kıyaslanamayacak kadar fazladır.”
Ankara’ya dönelim. Ateşkes kararının üçüncü gününde; Erdoğan başkanlığında yapılan AKP MYK toplantısından sonra Sözcü Ömer Çelik, “Azerbaycan’ın aldığı her tedbirin arkasında olduğumuzu tekrar etmek istiyoruz. Nasıl ve ne şekilde istiyorlarsa, Türkiye yanlarında olacaktır.” demekle yetinirken, iktidarın fiili ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli, şu sert tepkiyi gösterdi:
“Neyin ateşkesi, neyin görüşmesi, konu vatan konusudur, konu bağımsızlık onurudur. Terörist devlet Ermenistan, Dağlık Karabağ’dan çekilmeden, işgal ettiği toprakları hak sahibi Azerbaycan’a teslim etmeden silahları indirmek, ateşi dindirmek, masalarda çözüm aramak cinayetlerin, rezaletlerin ve zulmetin meşrulaşması demektir… Kuzu canavara teslim edilmiştir… Çare yoktur, çözüm kalmamıştır, Dağlık Karabağ masada değil, sahada terör devleti Ermenistan’ın kafasına vura vura alınmalıdır. Kaldı ki masada işgalden vazgeçmeye hazır bir Ermenistan’dan bahsetmek de imkânsızdır. Uzun lafın kısası diyeceğim şudur; Dağlık Karabağ kahramanlık ve silah zoruyla Azerbaycan’a geçmelidir.”
Şuraya geleceğim; ABD’sinden Rusya’sına, Fransa’sından İran’ına tüm güçlerin bölgeye ilişkin malum ve tarihi hesapları bir yana, o güçlerin, evvel emirde “iki devlet bir millet” anlayışımızın “iki devlet” kısmını tahrip etmek, yani Ankara ile Bakü’nün arasını açmak gibi bir hedefleri olduğu da unutulmamalı.
O yüzden, aman dikkat!..
Aynı günlerde KKTC’de yaşanan gelişmelere geçelim.
Doğu Akdeniz krizinde AB ve ABD hem Yunanistan hem Rum kesimini destekledi. 1-2 Ekim’deki AB zirvesinde, Türkiye’nin Kıbrıs’taki faaliyetlerini de durdurması, aksi halde yaptırım uygulanacağı bildirildi. KKTC ve Türklerin adı bile anılmadı.
Bu tablo, artık KKTC’nin tanınması için harekete geçilmesini daha da elzem hale getirdi.
Bizzat Erdoğan, KKTC’deki seçimin birinci turu öncesinde Cumhurbaşkanı adayı, Başbakan Ersin Tatar’ı kabulünde şunları söyledi:
“Son yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde Kıbrıs Türk halkının yine yok sayıldığını gördük. Kapalı kapılar ardında Kıbrıs Türkleri’nin hakkını teslim edenler, iş icraata geldiğinde ellerini taşın altına koymaktan kaçınıyor. Garantileri çağdışı bulanlara vereceğimiz en iyi cevap, böyle bir zihniyete 21. yüzyılda yer olmadığıdır. Türkiye bu adaletsizliğin sürmesine izin vermeyecektir… Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini siyasi ve ekonomik olarak küresel sistemin eşit ve onurlu bir üyesi haline getirene kadar mücadelemizi sürdürmekte kararlıyız.”
Erdoğan şu acı itirafta da bulundu:
“En son 2017 yılında yapılan çok taraflı görüşmelerin ardından artık Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm ihtimalinin kalmadığı açıkça görülmüştür. Bunun üzerine hep birlikte Kıbrıs’ın geleceğini hayaller yerine somut gerçekler üzerine inşa etme kararı aldık.”
Bu sözlerden sonra, hele de mevcut kuşatma karşısında yapılması gereken nedir? KKTC’nin tanınması için çalışmalara başlanması, KKTC’de üs kurulması, Münhasır Ekonomik Bölge’nin ilan edilmesi gibi kararların alınması değil mi?
Hayır!.. “Tamamen kullanıma açılması temennisinde” bulunularak, Maraş’ın sahil şeridinin bir bölümünün açılacağı müjdelendi!.. Sadece dünyada değil, KKTC’de de ortalık karıştı. Ankara’nın Ersin Tatar lehine seçimlere müdahale ettiği öne sürüldü. Birtakım sosyal yardımlar yapıldığı, Mustafa Akıncı’nın tehdit edildiği gibi başka iddialar da gündeme geldi. Bu arada kimi iktidar yazarları, Türkiye açısından KKTC ile ilgili yegâne mesele “laiklik anlayışı” imiş gibi, bunu dile dolayıp KKTC’nin kaybedildiğini yazabildi.
Tabii bu tartışmalar arasında; 12 Ekim’e kadar Kıbrıs’ın güneybatısında görev yapacağı açıklanan sondaj gemimiz Yavuz’un, tam da NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in Ankara’ya geldiği 5 Ekim günü “bakım-ikmal” için Mersin Taşucu’na çekilmesini, Rum Hükümet Sözcüsü Kiriakos Kusios’un bunu “sevindirici” ve “gerilimin yatışmasına katkı sağlayacak bir ilk adım” olarak nitelendirmesini, Rum medyasının da, “Yavuz’un çekilmesinde, Almanya’nın etkili olduğu” iddiasında bulunduğunu konuşamadık bile.
Seçimin ilk tur sonucu; kıl payı farkla Tatar birinci, Akıncı ikinci oldu.
Herkes Ankara’nın müdahalelerinin” Akıncı’ya yaradığı yorumunu yaptı ki, galiba öyle oldu.
Anlaşılan; geçmişte AKP’nin desteklediği, uğruna Rauf Denktaş gibi bir efsaneyi gözden çıkardığı Annan Planı referandumundan bu yana, emperyalizmin KKTC halkı üzerindeki faaliyetleri de bilindiği halde bu denli aleni müdahalenin ters tepeceği düşünülmedi… Keza, KKTC’nin demokratik standartlar açısından Türkiye’den daha ileride olduğu dikkate alınmamış olacak ki, bu tablo ortaya çıktı.
Kim kazanırsa kazansın, hangi politikayı izlerse izlesin, nihayetinde Türkiye “garantör ülke” değil mi? Ankara’nın “evet” demediği bir planın veya çözümün hayata geçmesinin mümkün olmadığı bilinmiyor mu?
Tam da KKTC’nin tanınması için uğraş verilmesi gereken bir dönemde, emperyalistlere altın tepside yeni bir koz sunulmasının, beraberinde yıllardır KKTC’de oluşturdukları Türkiye karşıtı cepheye adeta yeni katılımlar için katkıda bulunmanın ne gereği vardı?
Bir yandan; “Federasyoncu Akıncı seçilmesin.” diye bunlar yapılacak, öte yandan, “Enosisçi” Yunanistan “dost” sayılacak, Türkiye ve KKTC’yi aldatıp oyalayan AB ile “ilişkilerin canlandırılması”, dahası AB’nin, Kıbrıs Türkleri’nin adını anmayıp sırf Türkiye’yi Rum kesimini tanımaya zorlamak için önerdiği “Doğu Akdeniz Konferansı”nın gerçekleşmesi için ricacı olunacak… Bu nasıl iştir, anlayan var mı?
Hasılı; KKTC’de seçimleri kim kazanır, bilmiyorum; ama özellikle soydaşlarımızı kaybetme yolunda yürüyüşünü sürdüren belli: ne yazık ki, Ankara!..
Sincan’dan açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…