savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
35,1981
EURO
36,7471
ALTIN
2.968,65
BIST
9.724,50
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Yağmurlu
6°C
Ankara
6°C
Yağmurlu
Cumartesi Hafif Yağmurlu
6°C
Pazar Parçalı Bulutlu
8°C
Pazartesi Çok Bulutlu
10°C
Salı Yağmurlu
9°C

Bu Kuşatmayı Yarmalıyız

Bu Kuşatmayı Yarmalıyız

 

Bu Kuşatmayı Yarmalıyız

 

Sünni temelli Nakşibendî tarikatının iki kolu birbiriyle anlaşamazken, kabileler halinde yaşayan Arapları birleştirip onların liderliğine oynamak boş bir hayaldir. Türkiye’nin boş hayaller peşinde koşacak lüksü yoktur. Bu kafaları değiştirip laik Türkiye’ye dönmek zorundayız.

 

Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 02 Mart 2020 (Güncelleme-02 Eylül 2020)

 

Kaynak: The World Bank

 

Zor bir yazı olacak. Bilgisayarın başına geçmekte tereddüt ettim. Sonra düşündüm. Kurmay subay susmaz. Biz görevimizi yapalım. Yetkilileri uyaralım. Dinlemezlerse sorumluluk onların olsun.

Soğuk Savaş’ın Yarattığı Kuşatma Etkisi

Orta Çağ’da kuşatma savaşları vardı. Şehri koruyan kalın kale duvarlarını yıkacak silah olmadığından fethin yolu şehri kuşatmadan geçiyordu. Yapılması gereken şey, kaleyi kuşatan orduyu, içeridekiler pes edene kadar besleyebilmek ve sabırla beklemekti. 3-5 ay sonra kale içerisindeki yiyecek ve su tükendiğinde, şehrin teslim olması kaçınılmazdı.

Türkiye, 2’nci Dünya Savaşı’ndan, 1990’ların başına kadar devam eden bir kuşatma altında yaşadı. Soğuk Savaş’ın başlaması, kutuplaşmayla birlikte bizi Batı kutbuna, NATO’ya mahkûm etmişti. Kuzeyimizde Sovyetler Birliği vardı. Karadeniz’deki diğer iki komşumuz, Romanya ve Bulgaristan da Doğu Blokunun üyeleri olarak kuzeybatıdaki kuşatmayı tamamlıyordu. Güneydeki iki komşumuz, Irak ve Suriye de Sovyetler Birliği’ne yakınlıkları nedeniyle hasmımızdı. Doğuda İran, Batı’da Yunanistan ile düşmandık. Türkiye’nin her tarafı kuşatılmıştı. Bir ülke ticaretinin en az yarısını komşularıyla yapar. Biz yapamıyorduk. Bu kuşatılmışlığın da etkisiyle 1990’lı yıllara kadar hep ekonomik krizlerle boğuştuk.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye’nin etrafını saran sanal düşman kuşağı birdenbire ortadan kalkmıştı. Sınır kapılarımız komşularımıza açılınca, ticaretimiz patladı. Kuşatmayı yaran Türkiye, büyük bir gelişme ivmesi yakaladı. 3 tarafı denizlerle çevrili Anadolu coğrafyasında kurulan bütün devletler büyümüş, imparatorluk olmuştu. Genç ve dinamik bir nüfusa sahip Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye’yi de böyle bir gelecek bekliyordu. Dünyayı yöneten güçler açısından bakarsanız, buna müsaade edilemezdi.

 

Soğuk Savaş Haritası Kaynak Pinterest

 

1990’lı yıllarda ülke, kimlik siyasetine zorlandı. Önce etnik temelde Kürt meselesi kaşındı. Bu yeterli olmayınca arkasından mezhep temelinde yeni bir fay hattı yaratmak maksadıyla Siyasal İslam iktidara getirildi. Bu kimlik siyaseti bizi halen de devam eden iç mücadelelere mahkûm etti. Ama ülke o kadar güçlüydü ki bir türlü yıkılmadı. Darbe ve iç savaş denemeleri bile başarısız olmuştu. Emperyal güçlerin başka bir yöntem denemesi gerekiyordu. Anladığımız kadarıyla şu an Orta Çağ’ın kuşatma taktiğinin günümüz sürümünü deniyorlar.

Batı mı Avrasya mı?

Daha önce yazmıştık tekrar hatırlatalım. 2011 yılında esmeye başlayan “Arap Baharı” rüzgârlarıyla birlikte Tunus, Libya, Mısır ve Suriye karıştı. Bir süre sonra bu rüzgârı estirmekte kullanılan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin)’in liderleri soluğu İstanbul’da aldı. Gizli bir güç, bu saatli bombayı kucağımıza bırakmıştı. Çok geçmeden AKP Hükümeti, Müslüman Kardeşler’in hamiliğine soyundu. Biz PKK’yı nasıl görüyorsak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün gibi birçok Arap ülkesi de Müslüman Kardeşler’i öyle görüyordu. Bu örgüt, bahse konu ülkelerin rejimlerine karşı büyük bir tehdit oluşturmaktaydı. Biz bu örgütü himayemize alınca söz konusu ülkelerle ilişkilerimiz bozuldu, neredeyse düşmanlık noktasına sürüklendik[1].

AKP Hükümeti, Haziran 2016’da CIA’nın tezgâhladığı, iç savaş çıkartmayı amaçlayan FETÖ darbe girişiminden sonra Batı’yı, Avrasya ile dengeleme stratejisine soyundu. Rusya, İran ve Çin ile iyi ilişkiler geliştirme çabasına girişti. Ancak bu çaba uzun süreli olmadı. Yanlış ekonomi politikaları neticesinde ülke, yine paraya sıkışmıştı. Üretimden uzaklaşan Türk ekonomisi, yeni bir döviz krizi ile karşı karşıyaydı. İşin kötüsü, ülkeden sermaye kaçışı da başlamıştı. Borç artarken yatırımlar düşüyor, bunun bir sonucu olarak işsizlik artıyordu. Tüketimin daralması aynı zamanda bütçe açığı demekti. Enflasyon ve bütçe açığı, zam olarak halkın sırtına binmişti. Yerel seçimlerde 10 büyük şehirden 6’sının kaybedilme sebeplerinden birisi de buydu. AKP Hükümetinin acil para bulması gerekiyordu. Dünyanın belki de tek para kaynağı ise Batılı küresel sermayeydi.

Kaynak: Yurt Gazetesi 

 

Ama Batı ile aramız pek iyi değildi. ABD ve NATO’nun bütün itirazlarına rağmen Rusya’dan S-400 hava savunma füzelerini almıştık. Washington’un, PKK/YPG’yi silahlandırmasına sert tepki göstermiş, bütün tehditlerine rağmen resti çekip Barış Pınarı operasyonu ile Fırat’ın doğusuna girmiştik. Bu yaptıklarımız doğruydu. Batı’nın baskılarını Avrasyacılık ile dengeliyorduk. Fakat denge politikası para etmiyordu. Parasız bir şey de yapmak pek mümkün değildi. İktidarda kalmanın en önemli şartı, ekonomiyi rahatlatacak miktarda para bulmaktı. Batıya yanaşmaktan başka çare yok gibiydi.

Bu noktada AKP Hükümeti’nin karşısında iki önemli sorun duruyordu: 1) AKP Hükümeti, ABD’nin darbe tezgâhladığını, FETÖ’nün elebaşını hâlâ ülkesinde beslediğini, Türkiye’yi bölmek isteyen PKK/YPG’yi silahlandırdığını söyleyerek seçmenlerini partiye bağlı tutmuş, MHP’yi yanına çekmişti. ABD’nin Türkiye’ye yönelik izlediği politikalarda hiç değişiklik olmamışken şimdi birdenbire U dönüşü nasıl yapılabilirdi? Partiye oy veren büyük kitlelere bunu anlatmak pek kolay değildi. 2) Ankara, Batı’ya kafa tutmuştu. Batı ile Doğu arasında bir denge politikası izlemek yerine Batı’yı Rusya ve Çin ile müttefik olmakla tehdit eden bir politika izlemişti. Şimdi kapılarını çalarak Batı’dan nasıl borç isteyecekti?

AKP Hükümeti, bu çelişkileri yaşarken, gölge CIA Stratfor’un kurucusu George Friedman imdada yetişti. Friedman, MUSİAD’ın düzenlediği Vizyoner 2019 toplantısında mealen; “siz çok büyüksünüz, kabuğunuzu kırmak için sınırlarınızın ötesine geçmeniz lazım, Amerika Suriye’yi terk edince Türkiye bölgede önemli bir güç haline geldi, yavaş yavaş Suriye’ye doğru hareket etmelisiniz, biz size yardım ederiz” dedi[2].

 

George Friedman ve Recep Tayyip Erdoğan MUSİAD zirvesinde. Kaynak: Yeniçağ Gazetesi

 

Friedman şunu çok iyi biliyordu: AKP’li kadroların Osmanlı’yı yeniden canlandırma hayali vardı. Amaçları Türkiye’yi yeniden İslam’ın lider ülkesi yapmaktı. Bu hedef için Müslüman Kardeşler örgütünü kullanma niyetleri barizdi. Türkiye’yi biraz teşvik etmek, biraz heveslendirmek, biraz da iteklemek yeniden BOP eşbaşkanlığına soyunması için yeterli olabilirdi. Friedman da bunu yaptı.

 

Kuşatma Stratejisinin Kilit Taşı Cihatçılar

ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra dünya hegemonyası için Afganistan ve Irak’a operasyon yapmış fakat bunda başarılı olamamıştı. Obama döneminde “Stay Behind” denilen arkada durup maşa kullanma stratejisine geri döndü. Avrupa’nın savaşacak askeri yoktu. ABD’li askerler de her seferinde Washington’a ayak diretiyordu. Ayrıca konvansiyonel operasyonlar, bütçeye büyük yük getirmekteydi. Robot askerler devreye girene kadar kendileri adına savaşacak bir taşeron bulmaları gerekiyordu.

Bu iş için cihatçı savaşçılar biçilmiş kaftandı. Kendilerini Afganistan, Bosna ve Çeçen savaşlarında ispatlamışlardı. Bu adamlar gözlerini kırpmadan ölümüne savaşıyordu. Hatta aralarında canlı bomba olup kendilerini patlatınca cennete gideceklerine inananlar bile vardı. İşin ilginç yanı, bu adamlar sadece kendi ülkelerinde değil cihat uğruna nereye götürsen orada savaşıyordu. Aldılar bu adamları önce Libya’ya götürdüler. Kaddafi öldürülüp Libya parçalanınca gemilere doldurup Suriye’ye getirdiler.

 

Cihatçılar. Kaynak: Al Masda News

 

Şimdi İdlib bölgesinde bu cihatçı Amerikan-İsrail özel kuvvetleri sıkışmış durumda. Rusya, Çeçen Savaşı’nda olduğu gibi gelecekte tekrar başına bela olmasın diye bu adamların kökünü Suriye’de kazımak istiyor. Eğer bu cihatçıların kökü kurursa, yakın zamanda yetiştirip başka Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştıracak tohum kalmaz. İşte İdlib krizi bu noktada patlak verdi.

Rusya bu cihatçı savaşçılarla birlikte 3,5 milyon nüfusu üstümüze sürüyor. Cihatçı savaşçılar arasındaki Amerikan-İsrail ajanları da bu operasyonda büyük pay sahibi. Katkı verenler arasında İranlı milisleri de unutmamak lazım. Türkiye ne bu cihatçı savaşçıları ne de Suriyeli nüfusu kabul edecek durumda değil.

İdlip Tuzağı

Durum böyle olunca AKP Hükümeti hem göçü önlemek hem de cihatçı savaşçıların kontrolünü ele alarak Müslüman ülkelerin liderliğine soyunmak adına İdlib’e daldı. Rusların tepkisi sert oldu. Hava kuvvetlerinin yaptığı taarruzla 33 Mehmet’imizi şehit ettiler, 32’sini yaraladılar. Bu olay üzerine Türk kamuoyunda infial oluştu. Hava savunması olmayan birlikler, Rus uçaklarının cirit attığı ama Türk uçaklarının giremediği bir bölgeye kurbanlık gibi gönderilmişti. Bütün oklar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerine çevrildi. Yenilgi algısı, Erdoğan’ın puan kaybına hız katabilirdi. Acilen bu algıyı kırmak için taarruz etmek gerekiyordu. Rusya da 33 askeri birden şehit ettiği için kendisini suçlu hissediyordu. Bu ortamda muhtemelen zımni bir anlaşma oldu. Rusya, Türk SİHA/İHA’larının İdlib’e girmesine göz yumdu. Amaç, Türk kamuoyunun tepkisinin azalmasına yardımcı olarak Ankara’yı daha kolay masaya oturtmaktı.

Önce şu hususun altını çizerek devam edelim. Suriye’de biz Esad rejimi ile karşı karşıya değiliz. Karşı karşıya olduğumuz güç, Rusya ve İran’dır. Her iki ülkenin de Suriye’deki varlığı, Türkiye’nin çıkarlarına aykırıdır. Bu konuda hiç tereddüt yok ama âli menfaatlerimiz için dengeleri gözetmek durumundayız.

Savaş öyle bir şey ki insanı içine çekiyor. Kahramanlık ve intikam duygularıyla yanıp tutuşuyorsunuz. Ben bile eski bir F-16 pilotu olarak, Rus S-400’lerini susturup, uçaklarımızın önünü nasıl açarım, sonra Hmeymim ve Lazkiye’deki Rus birliklerini nasıl yok ederim diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Gemileri yakamayız.

Kaynak: DW

 

TSK, birkaç gündür SİHA ve uzaktan atılan güdümlü mühimmatlarla İdlib bölgesini ve Suriye içlerini vuruyor. En son iki adet Su-24 uçağını düşürdük. Suriye’ye ciddi zayiatlar verdirdik. Bu arada Rus hava kuvvetleri ve hava savunma sistemleri suskun kaldı. Sadece Suriye ordusu bizim füzeleri ve SİHA’ları vurmaya çalıştı. Ama bizim topraklarımıza yönelik karşı mukabelede bulunmadılar.

Rusya, dünyanın en gelişmiş silah sistemlerine sahip bir ülke. İstese bizim uçakların kalkış yaptığı İncirlik, Diyarbakır gibi üsleri veya sınırdaki harekât merkezimizi vurabilir. Ne yazık ki bizim Rusların balistik ve seyir füzelerini durduracak ne yüksek irtifa ne de alçak irtifa hava savunma sistemlerimiz var. Rusya gözünü karartsa, TSK’yı çok kısa sürede felç edebilir. Nükleer silahları hesaba katmıyorum bile. Fakat bunu yapmıyor. Çünkü yaparsa, Türkiye’yi tamamen Batı’nın kucağına iter. NATO’yla birlikte bütün dünyayı karşısına alır. Türkiye’den geçen enerji boru hatlarını kaybeder. Hatta boğazlardan geçişi engellenerek, Akdeniz’den silinir.

AKP Hükümeti bunu bildiği için biraz pervasız davranıyor. Ama Rusya’nın da bir limiti var. Daha fazla Türkiye’nin Suriye’ye taarruzlarına izin vermesi, Putin’i hem içeride hem de dışarıda zora sokar. Rusya zaman zaman İsrail’in Suriye’deki İran milislerine taarruz etmesine göz yumuyor. Taarruzlar, Suriye askerlerine yapılmadığı için Esad rejimi Putin’in bu ikili oynamasına pek ses çıkarmıyor. Ama Türkiye’nin taarruzları devam eder ve Rusya bunu durdurmazsa, Esad rejimi ile Rusya arasında ciddi bir kriz çıkması kaçınılmazdır. Diğer yandan Rusya’nın Türkiye’ye karşı koyamıyor görüntüsü vermesi, Putin’e iç politikada ciddi puan kaybettirecektir. Bu değerlendirmelerle, Rus Savunma Bakanlığı, Şam yönetiminin İdlib’deki hava sahasını kapatması ardından, bu bölgede uçan Türk uçaklarının güvenliğini sağlayamayacağını açıkladı. Yani Türkiye’nin İdlip’deki ilerlemesine devam ettirmesi halinde çatışma çıkacağını kibarca söylemeye çalışıyorlar.

 

Kaynak: DW

 

Dikkat Türkiye’nin Kuşatılması Tamamlanabilir

Eğer Rusya, bir uçağımızı düşürür veya yine onlarca askerimizi şehit ederse ne olur? İşte o zaman Türkiye’nin kuşatılması tamamlanmış olur. Şöyle ki; Suriye’de Rusya ve İran ile karşı karşıyayız. Çatışma aleni hale gelince Rusya, İran ve Suriye sınırlarımız kapanır ve ticaret biter. Mültecileri Avrupa’ya göndermeyi koz olarak kullandığımız için bir süre sonra Yunanistan ve Bulgaristan da sınır kapılarını kapatır. Avrupa göçü durdurmak için Türkiye’ye yaptırım uygulamaya başlar. Zaten Irak’la aramız iyi değil. Müslüman Kardeşleri himaye ettiğimiz için diğer Arap ülkeleriyle de papazız. Sonuç itibariyle Türkiye’nin kuşatılmışlığı tamamlanmış olur. Geriye sadece beklemek kalır. Bu katı kuşatılmışlık kısa sürede ekonomiyi çökertir. Batılı para babalarından büyük tavizler vererek borç almak zorunda kalırız. Kürt açılımı tekrar dayatılır. Uygun ortam hazırlandıktan sonra halk hareketi tetiklenerek Türkiye aynı Suriye gibi Kürt kantonlarına mahkûm edilmeye çalışılır.

Biliyorum çok kötü bir senaryo çizdim ama bir kurmayın görevi, en kötü senaryoya göre plan yapmaktır. Bu kuşatmayı yarmalıyız. Rusya bizim dostumuz değil ama menfaat ilişkilerini korumak durumundayız. Klişe laf; devletler arasında kalıcı dostluklar veya düşmanlıkları yoktur, menfaatler vardır. 5 Mart’ta Moskova’ya gidecek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu iyi düşünmesi gerekir.

Ama bu kuşatma tuzağının en kilit noktası hiç şüphesiz cihatçı savaşçılardır. Gözü dönmüş, beyni yıkanmış bu katil sürüsü, Müslüman ülkelerden başka hiçbir ülkeye zarar verememektedir. Selefi düşünce ve ürünü olan bu cihatçı savaşçıların varlığı, eninde sonunda Türkiye’ye silah olarak geri dönecektir. Eğer AKP Hükümeti’nin bu adamları kullanma gibi bir fikri varsa bir an önce bu hatadan dönmelidir. Adnan Tanrıverdi‘nin İslam Birliği Kongresi’nde ortaya attığı şeriat anayasası umarım bir meczubun kaleminden çıkmış bir hatadır. Yoksa Türkiye’nin cihatçı savaşçılar sayesinde yaratılan bu kuşatmayı yarması mümkün olmaz.

Sünni temelli Nakşibendî tarikatının iki kolu birbiriyle anlaşamazken, kabileler halinde yaşayan Arapları birleştirip onların liderliğine oynamak boş bir hayaldir. Türkiye’nin boş hayaller peşinde koşacak lüksü yoktur. Bu kafaları değiştirip laik Türkiye’ye dönmek zorundayız.

 

[1] https://veryansintv.com/reisin-rabia-isareti-israile-calisiyor/

[2] https://veryansintv.com/mehmetciki-dusunuyorsaniz-friedmanin-idlib-tuzagina-dusmeyin/

Yorumlar
  1. naci kaptan dedi ki:

    Sayın Osman Başıbüyük,

    Değerli, bilgilendirici yazılarınız için teşekkür ederim. Türkiye’nin çembere alındığı küresel oyunları ve politikaları kronolojik sıralama ile yazarak hatırlanmasına ve öğrenilmesine katkı veriyorsunuz.
    Kaleminiz emeğiniz var olsun.

    Naci Kaptan