“Bugün politikacılar, halkın cehalet içinde kalmasıyla ilgileniyorlar, çünkü cahil bir halk, fanatizm ve önyargı ekicilerinin, kapitalizmden çıkarı olanların en iyi müttefiki ve ilerlemenin en büyük düşmanıdır.”(Fidel Castro)
Yazar: Fatih Bengi, Sun Savunma Net, 11 Mayıs 2018
Antik Yunan Filozofu Platon ya da Türkiye’de bilinen adıyla Eflatun (MÖ 427-MÖ 347), demokrasi bir eğitim işidir diyor ve eğitimsiz toplumlarda demokrasinin işlemeyeceğini şöyle ifade ediyor. “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecek olanları iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür.”
Bilgi, üretilen ve eğitim ve öğretim yoluyla aktarılan, aktarıldıkça çoğalan bir değerdir. Bilim, bilginin sistemleştirilmesiyle ortaya çıkar. Bilen insan, bildiklerine aykırı bir durumla karşılaşınca bunun nedenini doğal bir refleksle sorgular, bilmeyen ise o durumu kabul eder. Söylenenlere inanır ve itaat eder. Hayatta karşı karşıya olduğumuz temel tercih şudur: Ya, kuşku duyup sorgulayacağız, ya da inanıp, itaat edeceğiz. Bu yöndeki tercihimizi belirleyen en önemli etmen, uygulanan eğitim sistemidir. Çünkü insanın hayata ve olaylara bakışının şekillenmesinde büyük role sahip olan eğitim sisteminin kapsam ve içeriğine göre yetişen kuşaklar, ya itaatkâr, ya da sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olurlar.
Ancak insanlık tarihi bize başka bir gerçekliği de göstermektedir. İnsanlığın bugünkü düzeyine gelmesi sorgulayan, araştıran, bilgisini çoğaltan insanlar sayesindedir.
Tarih boyunca devrimleri gerçekleştirenler de, bu insanlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da, böyle bir kadroya borçluyuz. Cumhuriyetimiz, bir siyasal değişimden daha çok, eğitim ve kültür devrimidir.
Cumhuriyetin en devrimci yönü, eğitim ve kültür alanında yaptıkları ve elde ettiği başarılarıdır. Dolayısıyla Cumhuriyet devrimi gerçekleştirilirken dirençle karşılaşılan konuların başında, eğitim ve kültür alanında yapılan yenilikler gelmiştir. Cumhuriyeti kuranlar, cehaletin ortadan kaldırılması, eğitimli ve haklarının bilincinde olan bir toplum yaratılabilmesi için cansiperane bir çalışma yürütmüştür.
Osmanlının son dönemlerinde başlayan yenileşme hareketlerine karşı gösterilen direnç bellidir. Özellikle III. Ahmet’ten (1703-1730) başlayarak padişahlar, batı karşısında alınan yenilgilerden kurtulmanın yolu olarak birtakım yenileşme hareketlerine giriştiler. Matbaa, icadından 300 yıl sonra III. Ahmet devrinde ülkeye girebildi.
III. Selim (1789-1807), II. Mahmut (1808-1839), Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz’in (1861-1876) çalışmaları sonunda, askeri, idari ve ekonomik alanlarda bazı yenilikçi değişiklikler yapıldı.
Ancak bu yenilikler sistematik bir anlayışa dayanmadığı için hem arzu edilen ‘‘eski günlere dönme’’ hayalini gerçekleştirmedi, hem de yeniliklerin halk tarafından benimsenmesi sağlanamadı. Nitekim, başlatılan yenileşme hareketlerine karşı her seferinde ayaklanmalar oldu. Çünkü Osmanlının eğitim sisteminin ana omurgasını teşkil eden medreseler, ne yazık ki, toplumsal bir aydınlanmayı gerçekleştirecek, bilgi üretecek kurumlar değildi.
Bu kurumlar yaygın bir eğitim veremiyorlardı. Bilim üretemiyorlardı. Örneğin, medreselerde 14-16 yüzyıllar arasındaki 200 yıllık sürede Osmanlı uleması tarafından yazılan kitap sayısı toplamı sadece 256’dır. Bu kitapların çoğunluğu şerh, haşiye ve tercüme niteliğinde olup, akli bilimlere ait yazılan kitap oranı sadece %21 kadardır.
Üstelik İslam dünyasına hakim olan iki düşünce ve inanç ekolünden tekamülcü/yenilikçi anlayış yerine nakilci anlayışa dayalı (Eşar’i yoruma ait) kitapların medreselerde okutulması, gerici düşüncenin kökleşmesine neden olmuştur. (Ejder Okumuş, Ahmet Cihan, Mustafa Avcı, Osmanlı Devletinde Eğitim Hukuk ve Modernleşme, İstanbul, Ark Yayınları, 2006, s.36-38)
Batıda, sanayi devrimi gerçekleşmiş, eğitim sistemi bu devrime uygun insan yetiştirecek şekilde değiştirilirken, Osmanlı modernleşmesi 19. yüzyıl başlarından itibaren, pratikte yaşanan yenilgileri aşmak üzere sadece teknolojik buluşları elde etme peşinde olmuş, bilim için bilgiye ihtiyaç duymamıştır. Cumhuriyet kurulurken, bu yanlış bakış açısını düzeltmek üzere eğitim sisteminde köklü bir değişikliğe gidilmiştir.
Medrese anlayışı terk edilerek modern anlamda üniversiteye geçildi. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür; sorgulayan, araştıran, yenilikçi, çağının gelişmelerinin bilincinde kuşakların yetiştirilmesine uygun bir eğitim sistemi kuruldu. Eğitim yaygınlaştırıldı. Bu anlayışa göre okullar açıldı, eğitici kadrolar yetiştirildi.
Bu çerçevede; dogmalardan beslenen eskinin kurumları kapatılarak, laik düşüncenin devlet yönetimine egemen olması sağlandı. Modern ve seküler bir toplum olmak için gereken siyasal sistem bütün kurumlarıyla kurularak, demokratik cumhuriyete geçildi.
Osmanlının son dönemlerinde, siyasal sistemde ve orduda yapılan kısmi modernleşme çabalarına karşı gösterilen direncin, Kabakçı, Patrona Halil, 31 Mart Vakası gibi gerici ayaklanmaların, padişahların dahi başına mal olduğu anımsanırsa, Cumhuriyetin, eğitimde yapmayı başardığı değişimin boyutu daha iyi kavranabilir. Gerici anlayış, bu tür devrimci girişimlerle hesaplaşma hevesinden hiç vazgeçmedi.
Özellikle 1980 darbesinden sonra Cumhuriyet devriminin en büyük kazanımı olan çağdaş eğitim sistemi çökertildi. Okullarda sorgulayıcı eğitime son verildi. Eğitim sistemine paralel olarak toplumsal hayatta, insanların iktidarı sorgulamalarının önüne geçen birçok düzenlemeler yapıldı. Cemaatler, mistik alanı terk ederek moderniteyle savaşın aracı haline geldiler, sivil alandan siyasal alana geçtiler.
Eğitim sisteminin, din adamlarının, din eğitiminin ve dinsel kurumların, iktidarın / devletin ideolojik aygıtına dönüştürülmesi sonucunda geniş bir ‘‘itaatkâr’’ yurttaşlar kitlesi yaratıldı. Yaşadıklarını ‘‘kader’’ olarak gören bir cehalet toplumda kök saldı.
Düşünmekten ürken, sorgulamaktan çekinen, kaderine sığınmış bir insan yığınına dönüşen toplumun, bilişim devriminin yaşandığı bir çağda diğer toplumlarla yarışması mümkün değildir.
Nitekim OECD (Organization for Economic Cooperation and Development – Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği örgütü) tarafından geliştirilen 15 yaş öğrencilerinin yaratıcılık ve problem çözme yeteneğini ölçen PISA (Program for International Student Assessment – Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sınavında, OECD ülkelerinde başarı ortalaması %12 iken, Türk çocuklarının başarı oranı 2015 yılı sınavlarında, 2003 yılı düzeyi olan %2,2’de kalmıştır.
Oysa herhangi bir toplumda üstün zekâlı çocukların oranı zaten o toplumun %5’i civarındadır. PISA sınavında bilgi sorulmamaktadır. Değerlendirme programında öğrencinin, bilgiyi çözüm odaklı kullanıp kullanmadığı aranmaktadır. Ezber, bu sınavda işe yaramamaktadır. Öğrencinin akıl yürütme ve analitik düşünme becerisi ölçülmektedir.
Anlaşılıyor ki, ülkemizde uygulanan eğitim sistemi çağımız için vazgeçilmez olan bu yetenekleri çocuklarımıza kazandırmıyor, çocukların zekâsını geliştirmiyor, aksine köreltiyor.
Aklımıza hemen şu sorular geliyor. İktidarlar, niçin okuduğunu anlamayan, problem çözemeyen, akıl yürütme yeteneği gelişmemiş çocuklar yetiştiriyorlar? Akıl yürütme, merak etme ve sorgulama yeteneği gelişmemiş bir toplum mu daha kolay yönetilir, yoksa bilinçli, soran ve sorgulayan bireylerden oluşan bir toplum mu kolay yönetilir?
Her insan; yaratıcı, araştırmacı, sorgulayıcı ve bilgin olma potansiyelini taşıyarak doğar. İnsan doğanın bir parçasıdır ve doğa yasalarına bağlı olarak hayatta kalma mücadelesi verir. Hayatta kalma tutkusu, insanı karşılaştığı problemleri çözmeye zorlar. Bu yönüyle hayatta kalma mücadelesi, bilgi üretimi sağlar. Bilgi, içinde kuşkuyu da taşıdığından, cahillik kadar güvenli değildir. Cehaletin kara bulutlarını dağıtacak olan ışık akılcıdır, nakilci değil. Dolayısıyla hurafe ve boş inancın yolu ile bir fikri savaş söz konusudur. Taassup ve dogma ile mücadele devam eder.
Sosyal ve siyasal bir gerçeklik olarak, egemen gücün/iktidarların, sorgulanmaktan, denetlenmekten genel olarak hoşlanmadığı bilinmektedir. Cehalet yönetimi yurttaşlardan sorgusuz itaat ister. Bu nedenle iktidarlar, kolayca inanan, itaatkâr insanlar yetiştirmek isterler.
İktidarın bilgisine sahip olanlar, Cahili içten içe hep çok sevmişlerdir. Kullanılan, düşünmeden uygulayan, sorgulamadan biat eden bu geniş kitleler bağra basılmalı. Muhakkak bu kitlelere yaranmalı ve oyları alınmalıdır. Seçim meydanlarında cehalet kutsanır. “Cahillik, bilginin tersine insanın kendine olan güvenini artırır. Cehaleti kutsayan, ama kendisi cahil olmayanlar, bu dogmatik zihinleri kullanmayı bırakmak istemezler. Niteliksizlik toplumun geneline sirayet edip, cahil güce de kavuşunca fanatizm başlar. Tüm fanatik inanışların anahtarı yalnızca kendi kendilerini doğrulamalarıdır, bazı inanışların fanatik olmaları yanlış olduklarından değil yanlış olduklarının kendisine gösterilmesini olanaksız kılacak biçimde kendilerini ifade ediyor olmalarındandır (Neil Postman).
Fanatizm, toplumlar için büyük bir tehlikedir. Ciddi bir güce kavuşmuş ve aklını rafa kaldırmış fanatik kitleler, mağdurluk edebiyatında buluşup farklı olanı yok etmeye çalışacaktır. Az çekmemiştir insan toplulukları bu alışkanlıktan. Evrensel ve laik eğitimin lanetlendiği, cahilliğin kutsandığı ülkelerin düştüğü durumdur bu. Açılan kapıdan girecek olan ise saf karanlık olacaktır. Cehaletin gittiği kör kuyu bilginin reddine doğru gidince kâbusun boyutu da giderek katmerlenir. Aklını, mensubu oldukları tarikatlara ve bu tarikatlardaki “kifayetsiz muhterislere” teslim eden, sorgulamayan bir nesil her alana egemen olursa bu dönemlerde FETÖ gibi garip oluşumlara sıkça rastlanır.
Cehalet hegemon yapıları getirir, hegemon da içinden çıktığı yığını kutsayarak büyütür. Bu sarmala giren toplumları ileride daha kötü dönemler bekler. Kutuplaşma artar, toplum paralize olur ve can çekişerek çözülür…
Böyle yapılarda liyakat yerine torpil ve kayırmacılık hüküm sürer. Dini, ruhani meseleler kişisel alandan çıkıp toplumda her şeyin merkezi haline gelir. Demagoglar, yani lafazanlar halkın cehaletinden ve çaresizliğinden beslenirler. Bir gün din kullanılır, diğer gün milliyetçilik. Toplumlar ve şahıslar, onlara ayna olanı değil, onları aklayıp paklayıp yıkayıp yağlayanı severler. Gerçekleri usulünce söylemek bile rahatsız eder, hatta düşman eder onları. Onayladığınız sürece bir de pohpohlarsanız geliverirler peşinizden.
Bireyler cahil olabilirler, zira imkânlar, şartlar, zorluklar bu yöne itebilir. Bu da çok normaldir ve aşağılanacak bir şey değildir, ancak içinde bulunulan durum bireysellikten çıkar ve bir halkın genel yönelimi haline gelirse, bir kutupta uygarlık, çağdaşlık gibi aydınlık değerler varken diğer kutuptaki karanlık ve dogma çekim alanı olarak kabul ediliyorsa sorun bu noktadır. Çamurun içerisinde bataklıkta yaşamak gibidir cehalet, sorun; toplumun bu bataklığı sahiplenip bunu benliğinin bir parçası haline getirmesidir. Hatta durum böyle olunca herkes bataklığa gelsin istenir, aydınlanma yolunda olan birey bile “tehlike” olarak kabul edilebilir.
Bu yüzden iktidarlar, eğitim sistemini ve toplumsal kültür değerlerini itaati besleyen şekilde kurguluyor ve şekillendiriyor.
Atatürk’ün: “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir.” Topyekûn bir eğitim ve öğretim seferberliği ile en zor görünen problemler bile hallolabilir. Cehaletin karanlığı, hegemonyası, taassubun deli gömleği bir kader değildir. İnsanın omzuna yüklenen sorumluluk; kargaşa dünyasında denge için çalışmak, çalışmak ve çalışmaktır. Bugünün ulaşılmaz gibi görünen idealleri bir bakarsınız, yarının gerçeklikleri olabileceklerdir!
Sokrates’in dediği gibi: “kaçarak değil, kalarak özgürlük” kavramı önemlidir. Özgür bir yaşam gökyüzünden zembille gelmez; her gün mücadele ederek, savaşarak kazanılır.
Desiderius Erasmus’un ‘‘Işık ver, karanlık kendiliğinden dağılır.’’ dediği gibi, elimizden ne geliyorsa, tüm gücümüzle toplumun seviyesine inmeden, ancak onun seviyesini yukarı çıkarmak için çaba sarf edeceğiz ve çağdaş eğitimi temel hedef alacağız ve ışık vererek karanlığı dağıtacağız.
“Gerçeği söylüyorsam amacım onu bilmeyenleri ikna etmek değil, bilenleri savunmaktır.” (William Blake)