Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya stratejik ortaklığın hazin öyküsü – 1
Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var:
“Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”
12 Mayıs 2020 / Dubai
BAŞKASINI VE KENDİNİ İYİ BİL
Büyük savaşlarda çok sayıda insan ölür, ülke ekonomileri borca batar ve paranın kontrolünü elinde tutanlar ya çok para kazanır ya da yeni bir dünya düzeni kurarlar. Covid-19 salgını tam da bu savaş senaryosuna benziyor.
Önümüzdeki yıllar çok şeylere gebe. Dünyadaki bu dönüşüm süreci ülkeleri derinden etkileyecek. Doğru politikalar izleyenler krizi fırsata çevirirken, yanlış yola sapanlar maalesef ağır bedeller ödeyecek.
Türkiye hep başkalarının aklıyla krizlerden çıkmaya çalıştı. Kapalı kapılar arkasında halkın hiç bilemeyeceği anlaşmalar yapıldı, sözler verildi. Bugün de öyle şeyler oluyormuş gibi geliyor bana. Ama maalesef bu çabalar her seferinde hüsranla sonuçlandı. Kaybeden Türkiye oldu.
Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var: “Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”
Yine, “Tarih, ders almayanlar için tekerrürden ibarettir” şeklinde klişe bir söz var.
Maalesef biz bu iki önemli sözün önemini kavrayamamış gibiyiz. Bazen gerçekleri konuşmaktan, tartışmaktan kaçınıyoruz.
Bu yazı dizisinde biraz cesaretle geçmişimize bakmaya ve günümüzle bağlantılar kurmaya çalışacağız. Osmanlı’dan başlayarak 1 ve 2. Paylaşım Savaşları ile Soğuk Savaş döneminde yaptığımız hataları, bir ülkenin nasıl yönlendirildiğini, yönlendirmedeki aktörlerin Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya kadar kimler olduğunu, mekanizmanın nasıl çalıştığını, “Askeri Vesayet”in ne anlama geldiğini, Trablusgarp Savaşı’ndan Ermeni Tehciri’ne kadar yaşanan birçok olayın perde arkasını farklı bir bakış açısıyla anlatmaya çalışacağız.
Türkiye artık bir yol ayrımında ya başkasının aklına uyacak, hayali maceralara atılıp küçülecek ya da kendi aklını kullanacak bölgesel bir güç olacak. İşte bu yüzden korkusuz olmak gerekiyor. Korkmadan tarihle yüzleşmek, korkmadan gerçekleri yazmak gerekiyor.
Bazılarınız okuduklarınıza inanamayacaksınız….
Müneccimlerle bu uzun yazı dizimize başlayalım. Ne zaman biter ben de bilmiyorum.
Bir tespitle başlayalım: Bir devlet maliyesini ve istihbaratını elinden kaçırmışsa aslında yıkılmış demektir. Bu noktadan sonra hayatına ancak bir sömürge olarak devam edebilir. Osmanlı Devleti, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’yi (borçlar idaresi) kabul ettikten ve 1913 yılında Teşkilat-ı Mahsusa’yı Almanlara kurdurduktan sonra aslında fiilen bitmişti.
İmparatorluğun çöküş süreci çok acı ve kanlı oldu. Bu süreç Türk insanına doğru anlatılmadığı için hep aynı hataları tekrar ettik ve maalesef bugün de etmeye devam ediyoruz. Analizimize 300 yıl önceye giderek başlayalım.
Osmanlı Padişahı III. Mustafa (1717-1774) astrolojiye çok meraklıydı. Bu dönemde Osmanlı gerileme dönemine girmişti.
Padişah, ülkenin sorunlarına çare bulma adına Prusya (Almanya) Kralı II. Friedrich’den müneccim talep etti (siz onu danışman anlayın). II. Friedrich, elinde tarih tecrübesi olan, askerlikten anlayan ve hazine işlerinde uzman 3 müneccim olduğu cevabını verdi. Bu sürecin devamında Osmanlı, Prusya ile 1 Şubat 1790’da askeri ittifak anlaşması imzalandı.[1] Belki de bu müneccim (danışman) talebi, Osmanlı’nın yabancıları devletin içine soktuğu ilk icraattı. Yerli ve milli adamımız yoktu, sorunlara çareyi yabancı müneccimler bulacaktı!
Türkler bu hataya 200 yıl önce düştü. Oysaki her müneccim (danışman) kendi devletinin çıkarları için çalışıyordu. Bizim için yaptıkları her şey, öncelikle kendi devletlerinin çıkarına hizmet edecekti. Bugün durum değişti mi dersiniz? Hayır aynen devam ediyor. Türkiye’nin ekonomik durumu herkesin malumu. AKP Hükümetleri, yıllarca McKinsey Danışmanlık ile çalışmadı mı? Bu yabancı danışmanların aklıyla yapılan işler her seferinde mi ekonomik krizlerle sonuçlanır? Ne tesadüf! Neyse konumuza geri dönelim.
O dönemde en başta İngiltere olmak üzere Batılı güçler, Osmanlı’yı savaşa sokarak zayıflatma ve kendilerine mahkûm etme stratejisi izliyordu. Her savaş, yeni borçlanmalar ve yeni tavizler demekti. Osmanlı’yı savaşa sürdükleri en önemli güç Rusya idi. Günümüzde de bu böyledir. Örneğin 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı devam ederken, İngiliz Muhafazakâr Partisi Milletvekili Butler Johnstone İstanbul’daydı. Türklere Rusları yenecek gelişmiş silahlar satmaya çalışıyordu. İngiliz Büyükelçisi Henry Layard, Dışişleri Bakanı Lord Derby’e gönderdiği 26 Mayıs 1877 tarihli çok gizli damgalı mesajda; “Milletvekilinin İstanbul’da olduğunu, Türkleri Ruslarla savaşı sürdürmeye ikna etmeye çalıştığını ve Cihad-ı Mukaddes ilan ederek Rusya’nın yenilebileceği fikrini aşıladığını” yazıyordu.[2] Amaç savaşa dinî bir hüviyet kazandırarak bir Haçlı – İslam savaşı algısı ile Türkleri tahrik etmekti. İlerleyen dönemde yabancı patentli bu Cihad-ı Mukaddes’in başımıza neler açacağını göreceğiz!
Almanya, 1871 yılında Prusya Kralı I.Wilhelm liderliğinde siyasi birliğini sağlamıştı. Bu dönemde Otto von Bismarck şansölyeydi (imparatorluk başbakanı). Birliğini sağlayan Almanya giderek güçlenmeye başladı. Almanya, Avrupa’daki 2 büyük güç, İngiltere ve Rusya’dan tehdit algılıyordu. Bismarck’ın stratejisi; İngiltere ve Rusya’nın, Avrupa kıtasından uzakta, birbirleriyle veya başkalarıyla savaş halinde meşgul olmasıydı.
O yıllarda İngiltere ile Rusya arasında “Büyük Oyun” adı verilen bir stratejik mücadele yaşanıyordu. Rusya, Orta Asya Türkistan bölgesini tamamen ele geçirmiş, Afganistan üzerinden İngiliz sömürgesi Hindistan’ı zorluyordu. İngilizlerle Rusların Orta Asya’daki bu mücadelesi Almanların işine gelmekteydi. Ayrıca Almanlar, Rusların bölgedeki hâkim etnik yapı Türklerle de çatışmasını, Rusları zayıflatacağı için kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Almanlar, o tarihlerden itibaren Orta Asya ve Kafkas Türkleriyle ilgilenmeye başlamış, 1880’lerde Alman-Asya Cemiyetini kurmuşlardı. Daha sonra bu cemiyette Türk paşalar da çalışacaktı.[3] Sırası gelince bahsedeceğiz.
Büyük Oyun’un ikinci ayağı Osmanlı üzerinde cereyan ediyordu. Çarlık Rusyası, dünya ile ticaret için Türk boğazlarına mahkumdu. Moskova’nın hedefinde İstanbul ve Çanakkale boğazları vardı. Rusların, Türk boğazlarını ele geçirmesi, Çar İmparatorluğunun inanılmaz ölçüde güçlenmesini sağlayacak, takiben Akdeniz’e inecek olan Ruslar, Kıbrıs ve Süveyş Kanalı yoluyla İngilizlerin, Hindistan ve Avusturalya gibi uzak doğu sömürgelerine giden ticaret yolunu tehdit edecekti. Bu stratejiyi bozmak için İngiliz ve Fransızlar Osmanlı’nın Ruslar karşısında tampon olmasını istiyor, bu maksatla zayıf ve kendilerine mahkûm bir Osmanlı’nın yaşamasını destekliyorlardı.
Almanya’nın güvenlik stratejisi; İngiliz, Rus ve Fransızları, Osmanlıyı paylaşmaya teşvik etmek böylece kendi rakiplerini Avrupa’dan uzakta birbirleriyle mücadeleye zorlayarak zayıflatmak üzerine bina edilmişti. Aynı zamanda Almanlar bu sayede kendilerine alan açıyordu. Bismarck’ın en çok istediği şey; Türk boğazlarını kontrol konusunda İngilizlerle Rusların sürekli çatışma halinde olmasıydı.
Hatta Bismarck, çatışmanın devamı için Rusların İstanbul’u, İngilizlerin de Çanakkale’yi işgal etmesini istiyordu.[4] Tabii bu mücadele bir yandan da Osmanlı’yı, yutulmaya hazır lokma haline getirmekteydi.
İlerleyen yıllarda Almanya’nın güçlenmesiyle bu strateji biraz değişiklik gösterecekti. Kayzer II. Wilhelm, 15 Haziran 1888’de tahta çıktığında Almanya artık iyice palazlanmış, Alman sanayisinin dış pazarlara ve ham madde kaynaklarına olan ihtiyacı had safhaya çıkmıştı. Bütün sömürgeler, İngiliz ve Fransızlar arasında paylaşıldığı için Almanların kendilerine yeni alanlar açması gerekiyordu.
Alman stratejist Friedrich Ratzel; “Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır, gelişmeyi ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletlere dışarıdan istila yoluyla mümkün olur. Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur.” diyerek, Almanların meşhur “Yaşam Alanı (Lebenstraum)” kavramının teorisyeni olmuştu. Almanlar bu hedeflerine 1 ve 2. Paylaşım savaşlarında askeri güç kullanarak ulaşamadılar. Ancak günümüzde Avrupa Bilgi (AB) projesi ile büyük ölçüde hedeflerine ulaşmış gözüküyorlar. Bugün tüm Avrupa, Almanya’nın hayat alanıdır.
O tarihte Almanlar, yarı sömürge konumunda olan Osmanlı’yı gözlerine kestirmişti. Osmanlı toprakları Almanların yeni hayat alanı olacaktı. Bu maksatla Berlin’den yola çıkıp İstanbul üzerinden Bağdat’a sonrasında Basra körfezine uzanan bir demir yolu projesine başladılar. Demiryolunun geçtiği topraklar, Alman sanayii için hem pazar olacak hem de hammadde sağlayacaktı. Bu maksatla Kayzer II. Wilhelm, 2 Kasım 1889’da İstanbul’a geldi ve Padişahı II. Abdülhamid ile bir dizi anlaşma imzaladı.
Osmanlı ekonomik olarak batıktı. 8 yıl önce ülkenin gelir kaynaklarına el koyan Duyun-u Umumiye, durumu daha da vahim hale getirmişti. II. Abdülhamid, Almanların bu yaklaşımına “denize düşen yılana sarılır” misali sarıldı. Almanların getireceği sermaye ve demiryolu, ekonomiyi canlandıracaktı. Oysa ki Alman stratejist Dr. O.R. Tannenberg tarafından 1911’de hazırlanan ve Alman Genelkurmay Başkanlığı tarafından onaylanan haritada, Osmanlı toprakları ve Tunus, “Deutschland” yani Alman toprağı olarak gösteriliyordu. Almanlar, 1950 yılına kadar bu projeyi tamamlayacaklarını hesap etmişti.[5] Görüyor musunuz elin adamı ne kadar uzun süreli planlar yapıyor. O dönemde Osmanlı ise günü kurtarmaya çalışıyordu. Bugün de öyle değil miyiz? Devam edelim.
Max Freiherr von Oppenheim, 1896 ile 1910 yılları arasında Kahire’deki Alman Konsolosluğu’nda ataşe görüntüsünde çalışan, Arap ülkelerini çok iyi tanıyan, Arapça bilen ve Kayzer II. Wilhelm’e dahi doğrudan rapor yazabilecek yetkiye sahip çok üst düzey bir casustu. Bizim bu seviyede casuslarımız yoktu. Biz dışarıdan müneccim (danışman) alıyorduk. Oppenheim, sürekli Almanya’ya rapor yazıyordu. Şansölyeye, 5 Temmuz 1898’de yazdığı bir raporda; Müslümanlar arasında yardımlaşmanın güçlü olduğunu ve eğer Osmanlı sultanına “Cihad” ilan ettirilebilirse 260 milyon Müslümanın, Almanya’nın Doğudaki hedeflerine ulaşması için faydalı olabileceğini belirtiyordu. Bu düşünce Kayzer II. Wilhelm’in, Almanya’yı bir “dünya gücü” yapma politikası olan “Weltpolitik” stratejisine uygun düşmekteydi. Zira bu tarihten sonra Almanya; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın sömürgelerindeki Müslümanlara destek vererek, onları hâkimiyeti altında bulundukları ülkelere karşı kışkırtacaktı. Almanya bu yolla, adı geçen büyük devletleri zayıflatmayı planlıyordu.
Oppenheim, Almanya’nın çıkarı için Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar Müslüman halkların ayaklandırılmasının şart olduğunu, bunun için de “en büyük silahın İslâm” olduğunu ve Halifeye Cihad ilan ettirilmesi gerektiğini savunuyordu. Oppenheim’ın amacı; Yakın ve Ortadoğu’yu, İngiliz ve Fransız güdümünden çıkartıp Alman sömürgesine dönüştürmek, Kafkaslar ve Türkistan bölgesindeki Müslüman Türkleri, Ruslara karşı ayaklandırarak Rusya’yı zayıflatmak ve mümkünse bu bölgeyi Osmanlı ile birlikte Almanya’ya bağlamaktı. Bu maksatla Osmanlıcılığı, Türklüğü, İslam’ı ve Hilafeti kullanmak istiyordu. II. Abdülhamid’in halifeliğini öne
çıkartıp İslamcılık oyunuyla dünyadaki tüm Müslümanları Alman askerine dönüştürmek için büyük bir çaba içindeydi.[6] Bugün de İsrail benzer bir stratejiyi takip ediyor. Sonra anlatacağız.
O zamana kadar Osmanlı, tarihinin hiçbir döneminde savaşı, din ile ilişkilendirmemiş, kutsal savaş kavramı “Cihad”ı kullanmamıştı. Aynı zamanda Türk etnik kimliği de hiçbir zaman ön plana çıkarılmamıştı. Çünkü Osmanlı, bir imparatorluktu ve nüfusunun önemli kısmı gayri Müslümler ve Türk olmayan kavimlerden oluşuyordu. Anlayacağınız Cihad’ı bir silah olarak kullanma fikri Osmanlı’ya ait değildi. Bugün de Cihad kavramını istismar edenler bilin ki hep aynı odaklardır.
Bu tarihten sonra Almanlar, Osmanlıcılık ve Müslümanlığı ön plana çıkarmaya başladılar. Almanların bu politikası II. Abdülhamid’in çok hoşuna gitmişti.
1890’lardan itibaren Berlin ve İstanbul’da hazırlanan Cihad broşürleri ve Pan-Türkist görüşler Orta Asya’da Amu Derya ötesine kadar ulaşmaya başladı.[7] İşin gerçeği, Osmanlı’daki Pan-Türkist ve Pan-İslamist akımların hamisi Almanya’ydı. Bu hamilik, 2. Paylaşım Savaşı öncesi ve sürecinde de devam etti. Acaba bu günkü Pan-İslamist akımların, Cihad ve Halifelik çağrılarının arkasında kimler var dersiniz?
Kayzer II. Wilhelm, 8 Ekim 1898 günü ikinci kere İstanbul’a geldi, II. Abdülhamid ile Berlin-Bağdat demiryolunun ikinci aşamasını da kapsayan bir dizi anlaşma imzaladı. II. Wilhelm sonra Osmanlı toprağı Kudüs’e gitti. 29 Ekim 1898’de Kudüs’te Hristiyanlar için yaptırdığı kiliseyi açarak bütün Hristiyanların koruyucusu olduğu mesajını verdi. Wilhelm’i, Kudüs’te Yahudiler de çok iyi karşılamıştı. Çünkü Siyonist Theodor Herzl’le görüştüğü ve II. Abdülhamid’ten Kudüs’te Yahudi Cemaatine özerklik talep ettiği bilgisi tüm Yahudileri çok sevindirmişti. II. Wilhelm, 8 Kasım 1898’de Sion Dağına çıktı ve sonra Şam’a geçerek, “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlı olduğunu” ilan etti. Alman Kayzeri, birdenbire İslam’ın dostu, Müslümanların koruyucusu Hacı Wilhelm olmuştu.[8] Gayrimüslim önemli bir kişilik hacı ilan ediliyorsa bilin ki bir tezgâh vardır. Tarih bu örneklerle doludur. Bu aralar Rothschild ailesinden birisinin hacı olduğunu duyarsanız sakın şaşırmayın.
Bu tarihten sonra II. Abdülhamid, tamamen Alman güdümüne girdi. Almanların desteğiyle ayakta kalıyor, onların projeleri sayesinde imparatorluğunu yaşatacağı ve hatta büyüteceğini umuyordu. Fakat bu arada Osmanlı’nın Almanlara yanaşması ve Almanların güçlenmesiyle birlikte Müslümanları kullanma projeleri, İngiliz ve Fransızları ciddi ölçüde rahatsız etmişti. Bugün de Türkiye’nin Rusya’ya yanaşması İran ve Çin ile işbirliği arayışları birilerini rahatsız etmedi mi?
İçeriden adam devşirmeden bir devleti yönlendirilmezsiniz. Almanların bu konuda neler yaptığını bir sonraki yazıda inceleyeceğiz.
Kaynaklar:
1- Balcıoğlu Mustafa, Teşkilat-ı Mahsusa’dan Cumhuriyete, İstanbul, 1. Basım Mayıs 2001, Nobel Yayın, S-299
2- Özakıncı Cengiz, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 14. Basım Ekim 2007, Otopsi Yayınları, S-93
3- Altındal Aytunç, Bilinmeyen Hitler, İstanbul, 19. Basım Eylül 2014, ALFA Basım Yayım Dağıtım, S-232
4- Stone James, Bismarck and the Great Game: Germany and Anglo-Russian Rivalry in Central Asia 1871-1890, Central European History Society of the American Historical Association, 2019 (www.jstor.org)
5- Altındal Aytunç, Bilinmeyen Hitler, İstanbul, 19. Basım Eylül 2014, ALFA Basım Yayım Dağıtım, S-219
6- Özakıncı Cengiz, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 14. Basım Ekim 2007, Otopsi Yayınları, S-136
7- Kavrakoğlu Füsün, Özbekisan Gezisi 7 Büyük Oyun 2, 10 Nisan 2015 (https://kavrakoglu.com/ozbekistan-gezisi-7-buyuk-oyun-2/)
8- Özakıncı Cengiz, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 14. Basım Ekim 2007, Otopsi Yayınları, S-133