Ulusal çıkarların korunmasına başarılı bir örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı esnasında yürüttüğü diplomasi bir zafer olarak nitelendirilmelidir. Simon Fraser Üniversitesi Tarih Profesörü William L. Cleveland.
Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 25 Aralık 2018
Foto: MİDAS Medya
Türkiye ne zaman seçim atmosferine girse Recep Tayyip Erdoğan mutlaka CHP ve İsmet İnönü’ye saldırır. Osmanlı döneminde başlamak üzere, bu millet için birçok cephede savaşmış ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında emeği geçmiş bir asker ve devlet adamına bu kadar haksızlık biraz fazla değil mi?
Atatürk, İkinci Dünya Savaşının yaklaştığını öngörmüş ve yeni kurulan Cumhuriyetin bu savaştan uzak durmasını istemişti. Bu görevi yerine getirmek İnönü’ye düştü. İnönü’nün belki de hayatındaki en büyük başarısı, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamaktır.
1939 yılında başlayan savaş, kısa sürede bütün dünyaya yayılmıştı. İnönü, yaptığı ikili dostluk anlaşmaları ve taraflara eşit mesafede durarak izlediği denge politikası ile Türkiye’yi savaşın dışında tutmaya çalışıyordu. Savaşa girmemenin yolu, savaşa hazır olmaktan geçmekteydi. Savaşa girme durumunda ise öncesinde yapılan hazırlık, hayatta kalmak için şarttı. Bu sebeple İnönü, İkinci Dünya Savaşı müddetince Türkiye’yi savaş ekonomisi ile yönetmek zorunda kaldı.
İnönü, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda askerin birçok defa cepheden kaçtığını bizzat gözleriyle görmüştü. Askerin, aç ve silahsız kalması durumunda yine kaçacağını biliyordu. Bu sebeple savaş öncesi gerekli gıda, giyecek, yakıt ve silah stokunun yapılması bir mecburiyetti. Bütün bunlar para isteyen işlerdi. O halde en çok stoklanması gereken şey, para ve altındı. Bu sebeple İnönü merkez bankasında nakit biriktirmeye başladı. Devletin kemer sıkması gerekiyordu. Zaten savaşın ana sebeplerinden biri olan 1929 ekonomik buhranı, birçok devlet gibi Türkiye’nin de belini bükmüştü. Savaş başlayınca ülkeler arası deniz ve kara yolu ulaşımı tehlikeli hale gelmiş, ihracat ve ithalat neredeyse durmuştu. Ekonomi giderek kötüleşiyordu.
Bütün bunlara ilave olarak, Hitler’in Balkanlarda kapımıza dayanmasıyla seferberlik ilan edildi. O dönemde dedelerimiz 3,5 yıl askerlik yapmak zorunda kaldı. Tarla, fabrika ve dükkânlarda çalışan genç kol gücü, seferberlik nedeniyle üretimden çekilmişti. Sonuçta ekonominin çarklarını döndüren iki temel unsur; para ve iş gücünün piyasadan çekilmesi, ülkeyi krize soktu. Zaten savaş sebebiyle birçok ürün stoklanmıştı. Para ve iş gücü eksikliği ile üretim azalınca, bu sefer birçok tüketim maddesi karneye bağlanmak zorunda kaldı. Karne uygulaması başta savaşan ülkeler olmak üzere bütün dünyada yaygındı. Türk halkı, sanki savaşıyormuşçasına acı çekmeye başlamıştı. Bu dönemde İnönü, parası yetmediği için sigarayı bıraktı.
Savaşın başlamasıyla birlikte her iki taraf da Türkiye’nin kendi yanlarında savaşa girmesini arzu ediyordu. Türkiye’nin taraflardan birinin yanında savaşa girmesi, yeni açılacak cepheler demekti. Yeni cephelerle birlikte taraflar arasındaki kuvvet dengesi de değişecekti.
Almanların Fransa’yı işgali bitirip, İngiltere’yi bombalamaya başlamasıyla birlikte, 1942 yılından itibaren Londra’nın Türkiye üzerindeki savaşa gir baskısı iyice artmaya başladı. Türkiye’nin Balkanlarda açacağı yeni bir cephe, İngiltere üzerindeki yükü azaltacaktı. Ocak 1943’te İngiltere Başbakanı Winston Churchill, bizzat Adana’ya gelerek İnönü ile görüştü. Aynı yılın Aralık ayından İnönü’yü Kahire konferansına çağıran Churchill ve ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt onu bir kez daha savaşa girmesi konusunda sıkıştırdılar. İnönü’nün Lozan’da kazandığı tecrübe işte bu dönemde çok işe yaramıştı. İnönü, savaşarak yetişmiş bir askerdi. Savaşın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Atatürk’ün onu Lozan müzakerelerine göndermesiyle de iyi bir diplomat olmuştu. Türkiye, onun bu üstün diplomasi yeteneği sayesinde İkinci Dünya Savaşı’nı yara almadan atlatmayı başardı.
Gelin şöyle kabaca bir hesap yapalım. İkinci Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan öldü. Bunlardan 20 milyonu asker 40 milyonu sivildi. Sivil kaybı, ilk defa bu savaşta asker kaybını geçti. Yaralı ve sakat kalanlar da hesaba katıldığında toplam zayiat 85 milyonu buluyordu. Örneğin, savaşı kaybeden Almanya’nın zayiatı 7,4 milyondu. Savaşın galiplerinden Rusya’nın zayiatı ise 27 milyonu bulmuştu. Savaşı kazanan da kaybeden de çok büyük kayıplar vermişti.
Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Ülkelerin zayiat miktarı, sahip oldukları silah teknolojisiyle ters orantılıydı. Yani ileri silah teknolojine sahip ülkeler, daha az zayiat verirken geri kalmışlar, insan gücüne bağımlı olduklarından daha fazla zayiat vermekteydi.
Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşındaki toplam zayiatı, 3 milyon 271 bin idi. İkinci Dünya Savaşı’na girmiş olsaydık kaybımızın ne olacağını kimse bilemez. Ancak galip tarafta olsak dahi, silahlarımızın Birinci Dünya Savaşı’ndan kaldığı ve tamamen dışa bağımlı olduğumuz düşünüldüğünde, olası kaybımızın Birinci Dünya Savaşı ile paralellik göstereceğini varsayabiliriz.
Türkiye’nin o dönemde nüfusu 17 milyon 270 bin civarında idi. Eğer savaşa girip, 3 milyonun üzerinde bir kaybımız olsaydı, nüfusumuzun kabaca %19’unu kaybetmiş olacaktık. Savaş sonrası doğan çocuklardan örneğin, 1954 yılında dünyaya gelen Erdoğan’ın durumunu ele alalım. Bu hesaba göre Erdoğan’ın anne veya babasından birinin, savaşta ölme olasılığı %19’dur. Bu durumda Erdoğan’ın doğmama olasılığı %38’e yükselir. Sözün özü İnönü, bir anlamda savaş sonrası doğan çocukların manevi babasıdır.
Savaş sonrasında muhalefet İnönü’yü savaşa girmeyerek Türklerin erkekliğini öldürmekle suçlamıştı. Asıl olan İnönü’nün Türkiye’nin erkekliğini kurtarmış olduğudur. Savaşa giren ülkelerden birçoğu, bugün hâlâ savaş öncesi nüfuslarını yakalayamadı.
Sadece bu başarısından dolayı dahi İnönü’ye biraz saygı duymak gerekmez mi?
Savaş döneminde İnönü’nün hazinede biriktirdiği altın ve paralara ne oldu? Atatürk, İnönü ve Lozan düşmanlığının arkasında yatan gerçek nedenler nedir? Bu konuları da bir sonraki makalemizde anlatalım.