Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 11 Şubat 2020 (Güncelleme-16 Ağustos 2020)
Kaynak: The Greater Middle East
Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün bir türlü bulunamayan siyasi ayağı hep tartışma konusu olmuştur. 26’ncı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a, katıldığı bir televizyon programında moderatör; “FETÖ’nün siyasi ayağı var mıdır?” şeklinde bir soru yöneltti. Başbuğ’un; “somut bir örnekten hareket edecek olursak 2009 yılında askerlerin Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanmasına izin veren yasa değişikliğini kim hazırladıysa oradan yapılacak incelemeyle FETÖ’nün siyasi ayağına ulaşılabileceğini” söylemesiyle tartışma yeni bir boyut kazandı.
Bir şey dikkatlerden kaçıyor veya kaçırılıyor. Önce oradan başlayalım. Son günlerdeki FETÖ’nün siyasi ayağını açığa çıkartma tartışmasını İlker Başbuğ başlatmadı ki!
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 16 Ocak tarihinde gazetecilerle bir akşam yemeği yedi. Yemekte Bahçeli, FETÖ’nün siyasi ayağı ile ilgili aynen şunları söyledi[1]:
“…Ben diyorum ki, siyasi ayak kim ise çıkarılsın. Herkes diyor ki, partilerde kim var? Herkes kimi biliyorsa söylesin. Ben kimsenin adını vermiyorum. Bizdekileri biliyordum hadi güle güle dedim. Böyle bir konseyin askeri kanadı belli, Silivri ve Sincan’da. Peki, siyasi kanadı nerede? Bunları bulun diyoruz. Bulamıyorlarsa bize yetki versinler biz buluruz bunları…
…Şu an müebbet cezası almış Silivri ve Sincan Cezaevinde bulunanlar eğer başarılı olsaydı ne olurdu? Hükümeti kimle kuracaklardı, Cumhurbaşkanları, Başbakanları kim olacaktı? Yurtta Sulh Konseyinin unsurları kimler olacaktı? Bunlar hangi partide varsa ortaya çıkartın diyoruz. FETÖ’nün uzantısı siyasi ayağı bunlar olsa gerek diyoruz…”
Yetki verilmesi durumunda FETÖ’nün siyasi ayağını bulacaklarını ifade eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta AKP grup toplantısında tüm milletvekillerini Başbuğ’a dava açmaya çağırmasıyla birlikte MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin FETÖ’nün siyasi ayağını bulalım çağırısı unutuldu. Konuya bir atasözü ile açıklık getirecek olursak, herhalde Cumhurbaşkanı Erdoğan; “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla dedi”.
FETÖ’nün siyasi ayağı bulunmaya çalışıldığında işin ucu mutlaka AKP’ye uzanacaktır. Zaten erime sürecine girmiş AKP, FETÖ’nün siyasi ağından da darbe yerse 2023’ü zor görür. Anlaşılacağı üzere, AKP iktidarda kaldığı sürece FETÖ’nün siyasi ayağına ulaşmak pek mümkün olmayacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, FETÖ’nün siyasi ayağının üzerine gitmeyerek kendisi ve partisini koruduğunu zannediyor. Ama bence yanılıyor. Asıl kendisine sorun yaratan ve gelecekte yaratacak olan; “siyasi ayağın” varlığını devam ettirmesidir.
FETÖ gibi bir örgütün devlet kurumlarında kadrolaşması için mutlaka bir siyasi ayağa ihtiyacı vardır. Siyasi otoriteyi elinde tutan bakan gibi büyük küçük birçok parti yetkilisi, işe alım ve atama yoluyla FETÖ’yü devletin içine yerleştirdi. Bu adamlar diğer FETÖ’cüler gibi yargılanmadığı için hâlâ temizler ve siyasi potansiyellerini muhafaza ediyorlar. Yarın bir gün Cumhurbaşkanı Erdoğan iktidardan düştüğünde kadrolaşma faaliyetlerine kaldıkları yerden devam edecekler ve Erdoğan ile hesaplaşmak için devlet kurumları içindeki uyuyan hücreleri kullanacaklar. Siyasi ayağını ortaya çıkarmadan FETÖ’yü bitirmek mümkün değildir. Bu konuyu bir tarafa bırakıp tekrar Başbuğ hakkında yapılan suç duyurusuna dönelim.
Bahse konu kanun teklifinin altında imzası olan altı AKP’li, bulundukları suç duyurusunda, “FETÖ’nün kendilerine hiçbir direktif vermediğini, kanun teklifini kendi özgür iradeleriyle hazırladıklarını” söylüyor. Öyle söylüyorlarsa öyledir. Ama 2004’ten 2013 yılına kadar devam eden “askeri vesayetten kurtulma” olarak adlandırılan bu süreçte neler yaşandığını hatırlamak okura neler olduğu hakkında bir fikir verecektir.
AKP, 2002 yılında sürpriz bir şekilde büyük bir çoğunlukla seçimleri kazanınca Türkiye’de ilk defa siyasal İslamcı bir parti tek başına iktidara gelmiş oldu. Yerleşik devlet mekanizması, AKP’nin bazı politikalarına direnç gösteriyordu. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Anayasa’da yazılı olan; Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir maddesinden hareketle, milli menfaatler ve ülke güvenliğini gerekçe göstererek Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) sahip olduğu temsil yetkisini kullanarak bazı konularda Hükümete sert muhalefet yapıyordu. Aynı zamanda yüksek yargı organları da Türkiye’nin laiklikten uzaklaşmasına din ve tarikat devleti olma yolunda ilerlemesine direnç göstermekteydi. AKP’nin hâkimiyetini oturtmak için devlet içinden gelen bu muhalefete çare bulması gerekiyordu. Diğer yandan darbe veya muhtıra yoluyla iktidardan uzaklaştırılma tehlikesi de atlatılmalıydı.
Birinci Ergenekon Davası’nın 245’inci klasörüne giren resmi dinleme kayıtları arasında AKP’nin kurucularından Cüneyt Zapsu ile E.Korg. Altay Tokat’ın 14 Nisan 2004 günü gece yarısı yaptıkları bir konuşma da yer almıştı. Cüneyt Zapsu, Altay Tokat’a, Başbakan Erdoğan’ın askeri takip edecek, tüm yetkililerle donatılmış, Türkiye’nin tamamında faaliyet gösterecek bir teşkilat kurması teklifini iletiyordu.[2] Bu gizli teşkilat kuruldu mu? Kurulduysa kimleri nasıl ve ne maksatla takip etti? Kumpas davalara dahli var mıdır? TSK’yı şekillendirmek için kullanılmış mıdır? Bilmiyoruz!
AKP Hükümetinin TSK’yı yeniden şekillendirmek istediği aslında çok açıktı. Bakın iki örnekle bu gerçeği ortaya koyalım.
Bugün FETÖ üyeliği ile suçlanıp hapiste olan Mümtazer Türköne, askerin Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanmasına izin çıktığı 2009 yılı Ekim ayında Zaman gazetesinde, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu Lazım” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Türköne, “AKP ve Cemaati bitirme planı” olarak kamuoyuna yansıtılan irtica ile eylem planını konu alan yazısında gizli planı ifşa ediyordu[3]:
Gazetecilikten yattığını ifade eden Mümtaz Türköne. Kaynak: medyascope
“Gerçek” olduğu ortaya çıkan belge, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinden geldiğini gösteriyor. Bu tehdidin ortadan kalkması için cuntacıların ordudan ayıklanması yetmez. Bu belgenin hazırlanması emrini veren Genelkurmay İkinci Başkanı’nın başında bulunduğu hiyerarşinin tamamının görevden alınması da yetmez. Hatta ve hatta bu kurumsal yapıyı sürdürebilmek ve skandalı örtbas etmek için kendi itibarını riske eden Genelkurmay Başkanı’nın istifa etmesi bile bu tehdidi ortadan kaldırmaz.
Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu “kurumsal yapı”ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım. Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var.
İkinci örnek Cumhurbaşkanın eski başdanışmanı, SADAT’ın kurucusu E.Tuğg. Adnan Tarıverdi’den. Tanrıverdi bir röportajında şöyle diyordu[4]:
“…Askerin tam olarak sindiremediği meseleler var. Yani silahlı kuvvetlerdeki kadrolaşmayı birkaç yıl içerisinde temizlemek mümkün değil. Silahlı kuvvetlerde, İslami inancı yaşayanların devlet kadrolarında yer almasını bir tehdit olarak algılayan bir zihniyet iş başında. Bu, zaman içerisinde düzelecek…
Kaynak: Deutsche Welle
…(Darbe tehlikesi) Tabii ki var. İstikrarı devam ettirmek için tedbirleri almak lazım. Darbelerin dayandığı yasal mevzuatı değiştirmek lazım. Askeri kadrolaşmayı milletin dokusunu yansıtacak şekle döndürmek lazım. Bugün ancak belli bir ideolojinin sahipleri subay astsubay kadrolarına geçebiliyor. Yetenekli olan aranıp seçilebilmeli. Diğer ideolojik meseleler subay astsubay seçimini etkilememeli. Kadrolaşma ne kadar sürede olmuşsa, normalleşme de o süre içerisinde olacak. Bu darbe geleneğinden tamamen kurtulmamız lazım…”
Yukarıda verilen bu iki örnekten hareketle şu yorumu yapmak mümkündür. Hem FETÖ hem de AKP, o dönemki TSK’nın komuta yapısından, ideolojisinden ve duruşundan rahatsızdı. O zaman için ittifak halinde olan bu iki güç, kendi ordularını yaratmak için beraber hareket etmiş olabilirler. Kendi ordunuzu yaratmak için öncelikle mevcut olandan kurtulmak gerekmektedir. İşte kumpas davalar eski orduyu tasfiye etmek, yerine kendilerininkini kurmak için tasarlanmış olabilir! Bu operasyonlar esnasında, FETÖ kumpasları kurmuş, AKP ise gerekli kanun değişiklikleriyle operasyonların önünü açmıştır.
Yaşanan süreci kısaca hatırlayalım. Önce Ergenekon Davası’na konu olan Papaz Santoro (5 Şubat 2006), Danıştay Baskını (17 Mayıs 2006), Hırant Dink (19 Ocak 2007) cinayetleri işlendi. MİT, “Karargâh Evleri” isimli düzmece bir belgeyi Genelkurmay Başkanlığına göndererek fişlenmiş bazı subayların tasfiye sürecini başlattı. Arkasından Zirve Yayın Evi katliamı geldi (18 Nisan 2007). Devlet içinde bir şeyler oluyordu. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt E-Muhtıra diye bilinen yazıyı Genkur İnternet sayfasına koydu (27 Nisan 2007). Arkasından Erdoğan-Büyükanıt Dolmabahçe görüşmesi gerçekleşti (5 Mayıs 2007) (Görüşme sonrası Büyükanıt’ın geri adım attığı anlaşılıyor). Süreç devam etti. Ümraniye’de El Bombaları bulundu (12 Haziran 2007). Asker, geri adım atmıştı ama yüksek yargı hâlâ direniyordu. Anayasa Mahkemesi AKP’ye kapatma davası açtı (14 Mart 2008). FETÖ istihbaratı, Çankaya Köşküne çıkarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e uydurma “Ergenekon Terör Örgütü” hakkında brifing verdi (09 Nisan 2008). Abdullah Gül’ün “Bana anlattıklarınızı dillendirip savcıya da anlatın, hepsi yakalansın, yargılansın” talimatıyla Ergenekon davası başladı (25 Temmuz 2008).
“Bana anlattıklarınızı dillendirip savcıya da anlatın, hepsi yakalansın, yargılansın” talimatıyla Ergenekon Davasının başlamasına neden olan Abdullah Gül. Kaynak: Sercan Küçükşahin-Anadolu Ajansı
Ergenekon davası, korkutma ve sindirme amaçlı tasarlanmıştı ve görevini layıkıyla yerine getirdi. Devlet içerisinde direnç gösteren odaklar susturulmuştu. Artık TSK’daki asıl tasfiyeyi gerçekleştirecek Balyoz ve Casusluk gibi kumpas davaların önü açılmıştı. 2009 yılında gizli bir yerde, kimlerden oluştuğu bilinmeyen gizli bir ekip, elindeki fişleme belgelerine dayanarak kumpas davalarda tasfiye edilecekler hakkında sahte deliller üretmeye başladı.
Aynı yıl 12 Şubat’ta Taraf Gazetesi, askerlerin sivil savcılar tarafından soruşturulması için bir yazı kampanyası başlattı. Adli Tıp, Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü ve TÜBİTAK gibi kurumlara uygun bilirkişi raporları verecek kadrolar tayin edildi[5]. Geriye sadece medya üzerinden yapılacak operasyon ile dava süreçlerin başlatma işi kalmıştı. Bu sırada beklenmeyen bir şey oldu.
Hava Kuvvetleri Savcısı Albay Ahmet Zeki Üçok, Mart 2009 tarihinde Kayseri 2’nci Hava İkmal Bakım komutanlığında bir soruşturma yürütüyordu. Birliğin komutanı Tümg. Rıdvan Ulugüler adına sahte bir evrak düzenlenmiş bu işe karışan üç astsubay yakalanmıştı. Astsubaylar sorgulamalarında Cemaate (FETÖ) mensup olduklarını itiraf etmiş, kendilerine bu sahte evrakı hazırlama talimatını abilerinin verdiğini söylemişti. Askeri mahkemede sivil abilerin de yargılanacağı bir dava açılma aşamasındaydı. Eğer dava açılsaydı FETÖ ilk defa o tarihte deşifre olacaktı. Bu üç itirafçı astsubayı ve özellikle sivil abilerini askeri mahkemeden kurtarmak gerekiyordu.
Ağustos 2019’da verdiği bir demeçte FETÖ’nün kamu kurum ve kuruluşlarında tespit edilme oranının %4’lerde olduğunu söyleyen Emekli Hâkim Albay Ahmet Zeki Üçok. Kaynak: T24
İşte İlker Başbuğ hakkında suç duyurusunda bulunulmasına neden olan kanun değişikliği o tarihte yapıldı. O dönemin kanunlarına göre asker kişiler, askeri mahallerde işledikleri suçlardan dolayı askeri mahkemelerde yargılanıyorlardı. Aynı zamanda sivil kişiler de askeri mahalde işlenen, asker ile ilgili suçlardan yine askeri mahkemelerde yargılanabilirdi.
İlker Başbuğ’un bahsettiği kanun değişikliği ile bir taşla iki kuş birden vuruldu. Üç itirafçının sivil abileri askeri mahkemeden kurtarıldı, hem de askerlerin Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanmasının önü açılmış oldu.
Artık operasyon başlayabilirdi. 21 Ocak 2010 günü Taraf Gazetesinin Sahte Balyoz belgelerini yayınlamasıyla savcılar soruşturma başlattı. Aynı gün Anayasa Mahkemesi, Askerlerin Sivil Mahkemelerde yargılanma kanununu iptal etti. Ama buna rağmen sivil savcılar Balyoz soruşturmasına devam ettiler.
Yargı kargaşasını hukuki yoldan çözmek gerekiyordu. Bu sefer 12 Eylül 2010 tarihinde bir Anayasa Değişikliği referandumu yapıldı. Bu referandumla Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ın yapıları değiştirildi, askeri yargıda da gerekli düzenlemeler yapıldı. Yüksek yargı FETÖ’ye emanet edilmişti. FETÖ artık istediği mahkemeye kendi hâkim ve savcılarını atama imkânına kavuşmuş oldu.
Bundan sonra Balyoz ve Casusluk gibi kumpas davalar hızla ilerledi. Fişlenen askerlerin hepsi tasfiye edildi. Tasfiye sadece mahkeme yoluyla olmadı. Davaların yarattığı korku, FETÖ’cü istihbaratçıların yaptığı mobing ile birleşince emeklilik ve istifaya zorlama yoluyla 25 bin civarında TSK personeli tasfiye edildi.
Başbakan Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Ergenekon davasında verilen kararları değerlendirirken süreci şöyle tarif etti[6]:
“Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşması… Sadece bir zihniyetten hesap sorulmamış, aynı zamanda bu anlayış yargı yoluyla tasfiye edilmiştir”.
Evet, istenmeyen bir ekip tasfiye edilmişti ama onların yerine müttefik diye getirilen FETÖ asıl tehlikeydi. Bu tehlikenin farkına, Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı Hakan Fidan, 07 Şubat 2012’de ifadeye çağrılınca varıldı. Aceleyle Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. Kendini kurtarmaya çalışan Erdoğan, yine insafa gelmemiş Özel Yetkili Mahkemelerin devam eden kumpas davalara bakmasına, yani masum askerlerin tasfiye edilme işinin devamına izin vermişti.
Fakat kendi elleriyle yarattıkları canavar boş durmuyordu. 17/25 Aralık 2013’te dört bakanın oğlunun tutuklanmasıyla AKP’lilerin yolsuzluk olayları ortaya döküldü. FETÖ, yolsuzluklar üzerinden hükümeti devirmeye karar vermişti. Erdoğan ve AKP’liler yolsuzluğun delili olarak medyada dolaşan ses ve görüntü kayıtlarının sahte olduğunu, bunların Cemaat tarafından üretildiğini söylüyorlardı. Bu söyleme halkı ikna etmek çok kolay değildi. Askerler, yıllardan beri kendi haklarında üretilen sahte delillerden bahsetmiş ama Erdoğan bu feryatlara kulak asmamıştı. Askerler hakkında üretilen delillerin sahte olduğunu kabul etmeden, yolsuzluk konusundaki delillerin sahte olduğunu halka inandırmak pek mümkün olmazdı. İşte bu noktada bizim siyasi danışman Akdoğan tekrar devreye girdi, birkaç ay önce söylediklerini yalarcasına bu sefer; “bunlar (FETÖ) milli orduya kumpas kurdular”[7] dedi.
Uzun lafın kısası “milli orduya kumpas” lafından sonra kumpas davaları çöktü. Tutuklular salındı. Takip eden yeniden yargılanma süreçlerinde herkes beraat etti. Ama tasfiye süreci başarıyla tamamlanmıştı. Erdoğan, 20 Mart 2015 tarihinde Harp Akademilerinde yaptığı bir konuşmada; “Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı” diyerek işin içinden sıyrıldı.
Cumhuriyet tarihinin bu kirli sayfasını kapatmak bu kadar kolay olmamalı. Kumpas davalarında kullanılan delillerin hepsinin sahte olduğu mahkeme kararları ile sabit. Peki, o delilleri kim üretti? Arayan var mı? Bu delilleri sadece FETÖ ürettiyse iş kolay; o mahkemelerin hâkim, savcı, bilirkişi ve polislerinden birçoğu hapiste, onlar üzerinden kumpası kuran asıl merkeze ulaşılabilir. Ama hiçbiri kumpas kurmaktan yargılanmıyor. Neden?
Fetullah Gülen, kendi sitesinde yayınlanan 14 ve 29 Kasım 2013 tarihli konuşmalarında “AKP sanki bu davalarda baskıyı Cemaatin elemanları yapıyormuş gibi askerlere fısıldıyor”, “CD’ler oluşturup chiplere bir şeyler yükleyen mümin değildir” diyerek kumpasın içinde başkalarının olduğunu ima ediyordu[8]. Benzer şekilde ABD Kongre Araştırma Merkezi (Congressional Research Service) adına Jim Zanotti tarafından kaleme alınan bir raporda da açık açık, “AKP’nin muhaliflerini bastırmak için Fetullah Gülen Cemaatini kullandığı, çok sayıda muvazzaf ve emekli subay ile kanaat önderinin çeşitli komplolarla tutuklandığı” yazılmıştı[9]. Acaba sahte belgeleri üreten çetenin içerisinde FETÖ’den başkaları da mı vardı? AKP’den bazı siyasiler bu işe bulaşmış mıydı? Ya da MİT’in içindeki gladyonun başka bir bacağı bu işi içinde miydi? Konunun üzerine gidilirse FETÖ’nün siyasi ayağına mı ulaşılır? Neyse…
Kumpas davalarda hiç suçu olmayan askerler devletin tepesindeki çekişme yüzünden boş yere yıllarca hapis yattı. Kariyerleri ve gelecekleri ellerinden alındı. Bazı arkadaşlarımız acıya dayanamayıp hayatını kaybetti. Bütün bu acılara rağmen devlet bizlerden bir kuru özrü bile esirgedi.
Devlet soyut bir kavramdır. Devleti siyasiler temsil eder. Cumhurbaşkanı Erdoğan bizden özür dileyene kadar, bu davalara uzaktan yakından bulaşmış hiç kimseye hakkımı helal etmiyorum.
[1] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/devlet-bahceliden-siyasi-ayak-cikisi-bulamiyorlarsa-264530h.htm
[2] https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/dou-perncek-genelkurmay-dinleyen-oerguetuen-kurulu-tutanaklar
[3] https://www.haksozhaber.net/bize-nizam-i-cedit-ordusu-lazim-12879yy.htm
[4] https://www.asder.org.tr/basili-medya/2344-hala-darbe-tehlikesi-var
[5] https://odatv.com/sizin-boru-dediginiz-aslinda…-07022046.html
[6] https://www.milliyet.com.tr/siyaset/akdogan-bu-dava-en-buyuk-hesaplasma-1746793
[7] https://www.star.com.tr/yazar/ellerinde-nur-mu-var-topuz-mu-yazi-820061/
[8] https://odatv.com/hala-aldatildiginizi-mi-iddia-ediyorsunuz-03051822.html
[9] https://www.ulusal.com.tr/genelkurmay-baskani-sayin-org-necdet-ozele-acik-mektup-makale,1232.html