Berk ÖZER, USMER Dış Politika Sorumlusu, Sun Savunma Net, 13 Ağustos 2018
Yaklaşık üç yıla yakın süredir, Türkiye’nin tarafını seçtiğini ve Avrasya kutbuna geçtiğini anlatmaya çalıştık. 15 Temmuz hain kalkışmasının, faiz lobilerinin, dolar vurguncularının, hepsinin kaynağının Uzak Batı’dan geldiğini ifade etmeye çalıştık. Hatta emekli Tuğgeneral Nejat Eslen ile birlikte yazdığımız yazıda, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden tanımlanması gerektiğini anlatmıştık. ABD’nin, Batı Asya’da kaybettiğini ve çekilirken arkada bir yıkım bırakmak istediğini üstüne basarak anlatmıştık. Türkiye, İran ve Rusya’nın bir kutup olduğunu, bu şekilde Asya-Pasifik grubuna entegre olacağını ve Avrasyalaşacağını ifade etmiştik.
Tüm bunların yanı sıra, hazırladığımız raporlarda, Türkiye’nin hem Mısır ile hem de Suriye ile barışacağını ve ekonomik anlamda da BRICS-T yolunun açık olduğunu sunmuştuk. Bugün itibari ile gelinen nokta, bizi haklı çıkartıp şaşırtmazken, televizyonlarda denge politikası diye haykıran ve ABD askeri gibi hareket eden yorumcuların, suratlarının asıldığını görmekteyiz. 24 Haziran seçim sonuçlarının yorumu olarak, Türkiye’nin fiilen girdiği Avrasya kutbunun, artık resmi bir hâl aldığını belirtmekte sakınca görmüyoruz.
Bir haftadır rahip Brunson üzerinden ABD ile ilişkilerimiz düzelir mi, ver papazı al papazı yapalım mı, heyet gitti mi yoksa yalan haber mi vb. konularında sıkışan Türkiye, artık önündeki tabloyu çok net görebilmelidir: ABD, papazı vermeyelim diye uğraşıyor. ABD’nin isteği papazı almak ya da vermek değil; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne diz çöktürmektir. Bunu birçok yolu birbirine bağlayarak yapmaya çalışıyor. Kendi kamuoyunda yaklaşan seçimleri neden gösterip; Türkiye içinde ise muhalifleri kışkırtmaya çalışıyorlar (ki bunu 24 Haziran seçimleri sonrasında yapmaya çalıştılar) ancak sayın Muharrem İnce’nin yapmış olduğu aklı selim ve devlet aklına yakışan açıklamaları ile ters köşe oldular. İlaveten, İran’a ambargoyu başlatarak hem AB’ye korku salma hem de Ortadoğu’da kargaşa çıkarma peşindeler.
ABD’nin tüm bu oyunlarını anlayan ve gerçek tabloyu okuyan devletler ise, kendi politikalarını sürdürmekte kararlı olduklarını ifade ediyorlar. AB ülkeleri, İran’a ambargoyu reddediyorken; Çin, Suriye’ye asker gönderme kararı aldı. Türkiye ise, İran’a karşı uygulanacak ambargoyu tanımadığını ifade etti ve Rusya da ambargolara ambargolarla karşılık verileceğini açıkladı. Suriye, kendi topraklarının %80’ini geri aldığını vurgularken; Suudiler, İran ile diplomatik temasta kalma yolunu seçtiler ve en yakın müttefikleri İsrail dahi Rusya ile anlaşıp (hatta Hamas ile ateşkes sağlayıp); bu kaosun ortasında Batı Asya’da tek başına kalmak istemediğini ilan eder şekilde pozisyon aldılar. Tüm bu süreç esas alındığında, aslında yeni dünya düzeninin yeni karesi ortaya çıkıyor: Çok kutuplu dünya düzeni!
Soğuk savaş döneminden sonra, SSCB’nin dağılması ile birlikte; dünya, tek kutuplu sisteme geçmiş ve sıklet merkezi çok daha ağır olan Atlantik tarafından yönetilmeye başlanmıştı. Dünyada finans, ekonomi, savunma, teknoloji, tarım, hayvancılık, sosyo-kültürel gelişme vb. konuların hepsi tek bir merkezden yönetiliyor ve tüm dünyaya aynı biçimde empoze ediliyordu. Ancak gelinen noktada, ABD’deki iş gücünün pahalı olması ile Çin’e kayan üretim gücü, bir zaman sonra “Çin’in Üretim Ekonomisi” olarak terminolojide yerini aldı. Çin ise; ayağına gelen bu fırsatı sadece değerlendirmekte kalmadı, üzerine “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi ile birlikte dünyayı demir ağlarla ören, bir gelişim ve dönüşüm projesine öncülük ederek tarihe adını altın harflerle yazdırmayı başardı.
Rusya da SSCB döneminden bugüne kadar ki süreçte yaşadığı tecrübeleri değerlendirdi ve evvela Putin ile birlikte kendi bünyesini ve dahi tüm dünyayı saran Atlantik zehrini vücudundan attı. Ardından da hem enerji hem de savunma sistemleri ve askeri yapılanma konularında kendisini geliştirdi. Putin’in 1 Mart toplantısı ile birlikte; ABD, Çin’e kaptırdığı üretim üstünlüğünün yanı sıra, savunma üstünlüğünü de Rusya’ya devretmek zorunda kaldı.
Gelinen bu noktada değişen dünya vizyonu insanları şaşırtırken; şekillenen yeni dünya düzenini öngören kişiler ve kurumlar ise; öngörülerinin haklı gururunu yaşamaktadırlar. Çok kutuplu yeni dünya düzeni ile birlikte Avrasya projesi sadece Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan ve gerek yapısal gerekse kültürel bütünlüğü olan bir hayâl olmakla kalmayacak; BRICS-T ülkelerini de içinde barındıran Afro-Avrasya ve L-Afro-Avrasya süreçlerini de doğal sonuç olarak ortaya çıkartıp; birbirine entegre edecektir.
Dünyadaki dolar hâkimiyeti ve vahşi tüketim ekonomisi olarak ifade edilen neo-liberalizm trajedisinin, sonuna gelmiş bulunmaktayız. Artık yalnızca üretenin ve bunu optimum koşullarda talep sahiplerine ulaştırabilenin kazanacağı bir çağ olarak da tanımlanan “Yeni Asya Çağı” na girmiş bulunmaktayız. İstanbul’un fethinin bir sonucu olarak; coğrafi keşiflerin başlaması ile birlikte dayatılan Atlantik Çağı, üretim hızının artması gerekliliği ve lojistiğin öneminin artması ile birlikte Yeni Asya Çağı’na dönüşmek zorunda kalmıştır. Bu dönüşüm ve devinim, jeopolitiğin ve jeostratejinin kaçınılmaz sonucudur.
Bu sonuçlara uygun hareket edenler, Avrasyalaşan, ahlaki değerleri yücelten, adil, uygar ve üreten dünyada yerini alırken; denge politikalarını savunanlar (kaçak dövüşenler) ve hasta adamın peşinden koşmakta ısrarcı olanlar, önümüzde yeni başlayan ve değerlerinden ödün vermeden gelişirken, büyüme yolunda fırsatlar sunacak olan aydınlanma çağına seyirci kalacaklardır.
Gücünü ahlâkın yozlaştırılması, adaletsizlik, sömürü ve zulümden alan korku imparatorluğunun çöküşü için geri sayım başlamıştır. Tarih, bir kez daha kendini haklı çıkarmıştır: Zûlm ile abâd olanın, sonu berbat olur!