Yazan: Murat Tulga, Sunsavunma.net
Milli Birlik Komitesi kurulmuş, Meclis’e yerleşmiş, yoğun şekilde çalışmaya başlamıştı. Önlerinde Türkiye’nin önemli sorunları vardı. Tali sorunları da vardı, mesela Lübnan’a gidecek olan güzellik kraliçesinin yurt dışına çıkabilmek için yaptığı başvuruya kadar her türlü iş Komite’nin toplantısına geliyor, uzun uzun müzakere ediliyordu[1].
“…27 Mayıs sabahı kendilerini birden ihtilalin arenasında bulan genç ihtilalciler nispeten kolay kazanılan bir zaferin baş dönmesi içinde muzaffer ama lidersiz, teşkilatsız ve programsızdılar. Evet, sırtlarını dayayacakları emniyetli bir gayeleri vardı; Atatürk’e dönüş… Fakat nasıl? Bu dumanlıydı. 27 Mayıs İhtilali ile ilgili ve bu harekette müdahaleleri olanlar tarafından yayınlanan bazı anılar, girişimcilerin ihtilal öncesinde ve sonrasında icra prensipleri düzenledikleri yahut böyle formüller ve prensipler üzerinde mutabık kaldıklarını naklederler (Bknz. Anılar Sorunlar, Sorumlular, Orhan Erkanlı) fakat araştırmalar bunları pek doğrulamamaktadır. Zaten ortada merkezi bir icra komitesi de yoktur. Hele lider yoktur. Böyle olunca da, müşterek hazırlıktan veya müşterek prensiplerden bahsetmek mümkün olmasa gerek.”[2]
Örsan Öymen, bu durumu yine esprili şekilde yorumluyor:[3] “… Devirmeye karar veren devrimciler devirdiklerinin yerine neyi koyacakları konusunda görüş birliğine varmış değildiler ki… Daha başlangıçtan beri bu konuları hiç görüşmemişlerdi…”
Yine Şevket Süreyya Aydemir ile devam edelim. Kitabında lider noksanlığı konusuna epeyce önemli bir bölüm ayırmıştır: “… Lider, 27 Mayıs İhtilalinin bir türlü ete kemiğe bürünemeyen, şahsiyet ve hüviyetini bir türlü bulamayan en zayıf unsurudur… Bir Birlik Komitesi kurulur, Org. Cemal Gürsel, İzmir’deki evinden Ankara’ya davet olur. Bu komitenin başı olarak da atanır. Aynı zamanda. Başbakan, Devlet Başkanı olarak da atanır. Ama gerçek anlamda bir şef, bir lider olarak sivrilemez. Komite’de ancak en yüksek rütbeli asker olarak kalır. Daha ilk günden şöhretler yaratmamak, Komite’de otoriter başkanlığa gitmemek gibi bir duygu yahut endişe de herkeste hâkimdir. Hâlbuki İhtilali şöhretler sürdürür.
Klikçilik, grupçuluk ise çok geçmeden belirmiştir. Gizli veya aşikâr direnişler, hissi davranışlar, hatta Komite dışında peyda olan bir veya birkaç askeri grupla bazı Komite üyelerinin temas ve yakınlıkları, Komite’yi fiilen bölmüş ve parçalamıştır… Komite toplantıları bir muharebe alanına dönmüştür…
27 Mayıs İhtilalcileri bir kumandan bulmuş ama bir lider bulamamışlardır. Böylece de tarihi bir çıkışın, şekilleşmenin en önemli şartlarından olan ihtilal öncesi bir lider, 27 Mayıs hareketinde beliremedi. Böyle olunca da merkezi ve otoriter bir karar ve eylem gücü gereğince teşekkül edemedi…”
Orhan Erkanlı’da bu durumu kitabında şöyle yorumluyor:
“… Cemal Gürsel bizi ilk günlerde dağıtıp, iktidarı tek başına ele almamakla o mu hata etti? Yoksa Gürsel’e Devlet Başkanlığı, Komite Başkanlığı, Başbakanlık, Silahlı Kuvvetler Başkumandanlığı gibi tarihte Atatürk dâhil kimseye verilmeyen görev ve yetkileri vermekle biz mi hata ettik? Şu anda kestiremiyorum, fakat muhakkak taraflardan birisi büyük hata yaptı. O günlerde, isteseydi Gürsel bizi, biz arzu etseydik Gürsel’i tasfiye edebilirdik, hiçbir şey değişmezdi. Ismarlama lider, başsız Cunta olmayacağını daha sonraları anladık, acısını çektik, belki de memleket hal bu hatanın neticeleri yüzünden bunalımlar içerisinde sallanıyor…”
Böyle olunca, Komite içerisinde yukarıda da belirtildiği üzere klikler ve gruplar çıktı, bunların arasında da fikir ayrılıkları belirgin hale geldi. İhtilalin önemli figürlerinden biri olan Dündar Seyhan bu hizipleşmeyi şu isimler altında topluyor: [4]
“…Türkeş Grubu, Madanoğlu- Küçük ikilisi, Sezai Okan ve Osman Köksal grubu, Mucip Ataklı önderliğinde havacı subaylar, Orhan Kabibay …
Aradan geçen her gün Komite üyelerini belli fikir gruplarına doğru iter görünüyordu. Kabibay, Türkeş ve Erkanlı’nın başı çektiği grup, her türlü imkânı kullanarak Komite’yi Hükümete verilen direktifteki gaye hedeflerinin elde edilmesine kadar iktidarda kalmaya ikna etmeye çalışıyordu… Temel fikirleri komitenin iktidarından faydalanarak devlet mekanizmasını revize etmek, bu işler düzen içerisinde ekonomik, sosyal ve kültürel reformlara girişerek memleketi gerilik çukurundan çekip kurtarmaktı… Demokrasi, milletin mesut yaşayabilmesi için nihayet bir vasıta idi. Türkiye’yi saadet ve huzura ulaştırabilmek için bir sürü sorun ortada dururken, hepsini bir yana itip karmakarışık bir düzensizlik üzerine acele demokratik bir sistem oturtmaya çalışmak, şu meşhur politika gangsterlerine Türkiye hazinesinin anahtarlarını teslim etmekten başka ne mana ifade eder? …”
Kısaca bu gruba iktidarı devam ettirmek isteyenler, reformcular deniyor… Gayrimeşru hale gelmiş ve memleketi iflasa sürüklemiş bir iktidarı yıkmak ve Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak için gerekli olan her türlü sosyal, hukuki, ekonomik ve manevi ıslahatı, reformları yaptıktan sonra iktidarı devir etmektir.[5] En az dört yıl daha iktidarda kalmak talebindedirler.
“…Diğer grubu ise Sami Küçük’ün akıl hocalığını yaptığı ve Madanoğlu’nun baş olarak kullanıldığı grup olarak görmekteyiz. Bu grubun Komite dışında siyasi çevrelerle irtibatlı olarak çalıştıkları ve Komite içinde parti sözcülüğü edercesine ters bir yön tutturdukları görüntüsü günden güne kuvvetleniyordu. İktidar, İsmet Paşa ve Partisine hemen devir edilmeli, Komite sahneden çekilmeliydi. Mucip Ataklı gruba da bu fikre destek veriyordu…” Bu gruba ise Statükocular (Muhafazakârlar) deniyordu… İktidarı İnönü ve CHP’ye bir an evvel devir etmek isteyenler…
Komitenin ilk günlerinden itibaren meydana çıkan fikir ayrılıklarının gruplaştırdığı taraflar arasındaki mücadele statükocuların başarısıyla sonuçlandı. “Statükocular”, “Reformcular”ı tasfiye ettiler. 13 Kasım 1960’da, Birinci Milli Birlik Komitesi dağıldı, İkinci Milli Birlik Komitesi ilan edildi. 13 Kasım’dan sonra asıl iktidar o tarihte “Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak isimlendirilen başka bir cuntaya geçti. İkinci MBK, 16 Kasım 1960’da çıkardığı bir kanunla içlerinde Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay ve Türkeş’in de olduğu 14’ler olarak anılan bir grubu emekliye sevk etti, aynı gün çıkarılan başka bir kanunla Dışişleri Bakanlığı dış teşkilatında on dört danışmanlık yani sürgün yeri oluşturdu. (14’ler adlandırması buradan geliyor.) Kanun en az iki sene yurt dışında kalmayı öngörüyordu. 13 Kasım 1960 ihtilalcilerin kendi çocuklarını yediği sessiz yeni bir ihtilaldi.
14’ler niçin tasfiye edildiler? William Hale, farklı ve dış bir göz ile bu durumu şöyle maddeleştiriyor;[6]
14’lerin tasfiyesinin sonuçları ne oldu? Onu da yine William Hale’den okuyalım:
Bu gelişmelerden sonra, Kurucu Meclis, 6 Ocak 1961’de toplandı, ihtilalden 6 ay sonra sivil iradeye geçildi. Kurucu Meclis, Yeni Anayasayı ihtilalin birinci yıl dönümünde 27 Mayıs 1961’de kabul etti. 9 Temmuz 1961’de, Yeni Anayasa referanduma sunuldu, halkın %34’i “Hayır…” dedi.
[1] İhtilalın İçyüzü, Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşar
[2] İhtilalın Mantığı, Şevket Süreyya Aydemir
[3] Bir İhtilal Daha var, Örsan Öymen
[4] Gölgedeki Adam, Dündar Seyhan
[5] Anılar Sorular, Sorumlular, Orhan Erkanlı
[6] 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu Ve Siyaset, William Hale