Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın.
Yazar: Fatih Bengi, Sun Savunma Net, 9 Şubat 2018
Unutmayacağım Şeyler- Things I Won’t Forget. Manken: Tania Fines. Foto: Yannis Davy Guibinga
Bilim ve teknolojinin hızla geliştiği 21. yüzyılda, insanların zihninde dünya artık iyice küçülmüştür ve dünyada meydana gelen bu gelişmeler, insanın yaşayışını ve düşünce yapısını doğrudan etkilemektedir.
Demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve liberalizm gibi kavramların ortak değerler olarak önem kazandığı, mal ve finans piyasalarının, bilgi ve teknolojinin ülke sınırlarını aştığı günümüzde ekonomik, siyasî ve kültürel bir küreselleşmeye doğru gidilmektedir. Bu durumda, ülkelerin diğer ülkelerdeki gelişmelerden soyutlanmış olarak, etkin ve sağlıklı politikalar oluşturmaları mümkün değildir. Küreselleşme hareketi mevcut devletleri birleşmeye, birlik oluşturmaya sevk etmektedir. Bu oluşumun en tipik örneğini ise Avrupa Birliği teşkil etmektedir. Birleşme hareketinin “Güç Birliği” olarak algılanması küreselleşmeyi hızlandırmaktadır. Bugün, küreselleşme çerçevesinde çok sayıda birlikler, paktlar kurulmakta, anlaşmalar yapılmaktadır.
Küreselleşme, gittikçe artan uluslararası bağımlılıktan da kaynaklanmaktadır. Toplumlar ekonomileri, kültürleri ve siyasetleriyle birbirlerine karşılıklı bağımlılık içindedirler. Nükleer kazalar, küresel ısınma, savaşlar, terör örgütleri, göç, enerji kaynaklarının kullanımı, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı gibi uluslararası suçlar, ticarî faaliyetler, sportif ve kültürel faaliyetler ülkeleri ilgilendirmekte ve işbirliğine zorlamaktadır.
Küreselleşmenin kurumsal faaliyetlerle, denetimli, düzenli, çelişkisiz ve mücadelesiz yürüdüğünü söylemek imkânsızdır. Bu süreçte etkin rol oynayan, faaliyetleri etkileyen ve yönlendiren taraf gelişmiş Batı ülkeleridir. Sürecin amacı, dünya çapında, sadece ekonomik ve siyasî bir birlik oluşturmak değil, birbiri ile bağımlı olan bu süreçte, yeni bir küresel kitle kültürü de oluşturmaktır. Bu yeni küresel kitle kültürü Batının, büyük ölçüde Amerika’nın etkisinde ve egemenliğindedir. Bu kültür; eğitim, televizyon, sinema, müzik, film, turizm vb. ile kendini dışa vurmakta ve dünyanın tüm ülkelerine yaygın olarak ihraç edilmektedir. Küreselleşme, kapitalizmin bugün geldiği son aşamadır.
Samuel Huntington, 1993 yılında yazdığı bir makalesinde, Soğuk Savaş Döneminde devletlerin ideolojileriyle ayrıştığını, sonrasında ise kültürleriyle ayrışacağını ve asıl büyük çatışmaların kültürel düzlemde olacağını, gelecekte dünya siyasetinin mihverini “Batı ile geriye kalanlar” arasındaki çatışmaların oluşturacağını ileri sürmüştür. Küreselleşme sürecinde değişmenin, farklılaşmanın kültürel kimlikleri yeniden yapılandıracağı ve renklendireceği iddiası varken, liberal demokrasinin kaçınılmaz son olarak sunulması ve medeniyetler çatışmasından söz edilmesi gerçek niyeti ortaya koymuştur.
Theodor Adarno’nun, ‘‘Kültür Endüstrisi’’ adlı eserinde çarpıcı bir şekilde belirttiği gibi, çağın kültür tekelleri; “Benim gibi düşünmeli ya da ölmelisin, demez. Benim gibi düşünmemekte özgürsün; yaşamın, malın, mülkün sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın, biçiminde seslenmektedir”. Kısacası bu sürece ayak uyduramayan hayatın dışına atılır, denilmektedir. Küreselleşme, insanlığın tümünü kucaklayarak evrensel değerlere yönelmiş gibi görünse de, dünyadaki sermayenin merkezileşmesi ve belirli toplumların tekelinde toplanmasından dolayı bu da küreselleşme olarak değil güçlülerin bloklaşması olarak ifade edilebilir.
I. ve II. Dünya Savaşlarının yol açtığı tahribat ve neticeleri, askerî yöntemlerle ülkelerin işgal edilme ve sömürge haline getirilmelerini güçleştirmiştir. Sömürgeci devletler bunun yerine, daha ağır yürüyen ve kalıcı tesirler bırakan, sömürüyü devamlı hâle getiren kültür emperyalizmini kullanmaya başlamışlardır, böylece kendi isteklerini gerçekleştirecek siyasal ve sosyal bir yapı oluşturmak istemektedirler. Zaten, siyasî ve kültürel boyutu olmayan uluslararası bir hareketin kalıcılığı ve başarı şansı da yoktur.
Emperyalizm kavramına bugünkü anlamını veren Lenin olmuştur. Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin bir uzantısı olup, kapitalizmin ulaştığı en yüksek merhale olan tekelci kapitalizmdir. İnsanın sürekli kazanma ve çoğaltma hırsının ortaya çıktığı bu kültür, dünya üzerinde yüksek bir popülariteye ve uygulama alanına sahiptir.
Kültür emperyalizmi de en genel şekilde ‘’bir toplumun bir başka toplum tarafından medya, ekonomi, siyaset veya teknoloji yoluyla baskı altına almak kendi kültürünü sömürdüğü veya sömürmek istediği ülkeye aşılamak ve öz kültürünü unutturmak” olarak tanımlanabilir. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki “emperyalizm de bir kültürdür”.
“Kültür, bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, aklî, estetik, lisanî, iktisadî ve fennî hayatlarının ahenkli bir bütünüdür.” “Millî kültür ise, bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yarayan, tarih boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan kültürdür.
Yepyeni bir dünya kurulmakta, bu yeni dünyada bütün eski müessese ve değerler yıkılmakta, bütün millî, dinî, felsefî, hukukî ve ahlâkî sınırlar ve normlar yenileri ile yer değiştirmekte, her şey giderek evrenselleşmektedir. Kurulan bu yeni dünyada, beşerî temel ihtiyaçların aynı olmasına rağmen, bunları karşılayan müesseseler hızlı bir yapı değişikliğine uğramakta ve bu hızlı değişim karşısında kültürel değerlerin korunmasının zorunluluğu kadar, kültürün değişmesi de kaçınılmaz olmaktadır.
Kültürde, değerlerin muhafazası ve korunması ne kadar hayatî bir öneme sahipse; kültürde değişme olgusu da o derece önemlidir. Kültürün iki temel fonksiyonu vardır. Birincisi, koruyuculuk, muhafazakârlık, diğeri ise, gelişme ve yenilemedir. Bunlar birbirinin zıddı değil, birbirini tamamlayan unsurlardır. Muhafazakârlık, körü körüne bağlılık olmadığı gibi, gelişme ve yenilenme de düzensizlik ve istikrarsızlık değildir, olmamalıdır.
Zaten hızla gelişen ve değişen dünyamızda, hiçbir toplum gelişmelere kapalı kalarak varlığını devam ettiremez. Bilimde, teknolojide, sosyal, siyasî ve ekonomik alanlarda ortaya çıkan yeniliklere paralel olarak işlevini yitiren değerlerin yerine millî bünyeye uygun yeni değerlerin var edilmesi, işlevini devam ettirenlerin ise geliştirilmesi gerekir. Ancak bu etkileşimde bir denge şarttır.
Kültür, tıpkı tüm canlı varlıklar gibi yaşar, gelişir-değişir ama ölümsüz olması için insana, kimliğe ihtiyaç duyar. Bilim ve teknolojideki yeni buluş ve gelişmeler, kültürel değişmelerin kaynağıdır. Maddî kültür unsurları hızlı, manevi kültür unsurları ise daha yavaş değişir. Kültür değişmesi iki şekilde meydana gelir:
Değişmede mesele; temel değerleri bozmayan, mazi ile irtibatı koparmayan yeniliklerin benimsenip, millî ve sosyal bünyeye uydurulmasıdır. Millî bünyeye uymayan yenilikler değişme olarak değil, bozulma olarak nitelendirilir. Zorunlu kültür değişmeleri de bir nevi kültür sömürgeciliğidir.
Ancak etkilenme, aynileşme, kopyası haline gelmeye dönüştüğü zaman, işte o zaman yozlaşma ve sonuçta yok olma süreci başlar. Kendi yolunu bulamayan toplumların ise kültür alış verişi sırasında kendi değerlerini yitirmeleri, benliklerinden uzaklaşmaları, başkalarının ters etkileri ile yozlaşma sürecine sürüklenmeleri kaçınılmazdır.
Bu anlayışla hareket eden ‘’Küreselleşme’’ olgusu, kitle iletişim araçlarıyla tüm kültürleri dümdüz etmeye ve tek tip bir kültür oluşturmaya başlamıştır.
Bağımsız gibi görünen birçok ülke, başta ekonomik açıdan olmak üzere, birçok yönden gelişmiş ülkelere bağımlı durumdadır. İç ve dış politikaları, ekonomik faaliyetleri, sosyal ve siyasî yapıları, askerî güçleri değişik yollarla sömürgeci güçler tarafından etkilenmekte ve kontrol edilmektedir. Bu ülkelerin millî ve sosyal değerleri, insan hakları, barış, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü, liberalizm gibi kavramlarla tahrip edilmekte, güçlü olan milletler, kültürler ve medeniyetler, büyük bir hırsla büyürken, zayıf ve güçsüz olanlar da millî değerlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Sosyal değerler, topluma bir kimlik kazandırdığından, kültür emperyalizmine karşı en büyük engeli teşkil eder. Bu nedenle sömürgeci toplumlar amaçlarına ulaşmak için öncelikle sosyal değerleri ve kişileri hedef alırlar.
Değerler, bir toplumun kültürünü diğer toplumların kültürlerinden ayıran ve millî sınırlar içindeki toplumun dağılmasını önleyen, pekiştirici ve kaynaştırıcı faktörlerdir. Değerler, sosyal ilişkilerin gelişmesinde ve kutuplaşmaların önlenmesinde aktif rol oynarlar. Sosyal değerler, toplum tarafından desteklendiği, yaşatıldığı ve geliştirilerek yeni nesillere aktarıldığı sürece birleştirici özelliğini muhafaza eder ve sosyal ilişkilerde düzenlilik sağlar.
Değerler üzerinde toplumun desteği zayıfladığında, değerlerin yozlaşması ve bozulması söz konusu olur. Yozlaşan değerler, toplumu oluşturan bireylerin düşünce ve davranışları üzerindeki belirleyici ve birleştirici niteliğini kaybeder. Bu neticeden toplumsal ve millî bütünlük olumsuz yönde etkilenir. Birçok toplumsal problemler, insanların değer yargılarının çatışmasından doğarlar. Bir toplumda asgari müşterekler üzerinde anlaşma olmadıkça birlik ve beraberliğin devamı zorlaşır.
Değerler sistemi, fertler için, “başarı, dinamizm, uyum ve güven”, toplum için ise “düzen” kaynağıdır. Kimlik, millî kültür unsurlarını ihtiva eder. Kültür, kendini fertte temsil ettirir ve ona kimlik kazandırır. Fert, sosyalleşme yoluyla aile ve okul başta olmak üzere arkadaşlık, iş, dernekler vb. vasıtasıyla kültür unsurlarını öğrenir, bu doğrultuda davranış kalıpları kazanır ve böylece sosyal kimliği oluşur. Toplumu meydana getiren fertlerin, mensubiyet duygusunu azamî ölçüde yitirmesi veya yanlış tavırlar geliştirmesine ise kimlik krizi denir. Her kültür tabii olarak bir kimliktir. En ilkel kültürlerin dahi bir kimliği olmuştur. O kültürün kişilere, eğitim, gelenek ve göreneklerle kazandırdıkları da kişinin kimliğini oluşturur. Hangi nedenle olursa olsun, hızlı değişimlerin yaşandığı kültürlerde, bu değişimlerin getirdikleri, değişimin hızına uygun olarak, eğitim yoluyla kişilere kazandırılabilseydi, belki fert bazında kimlik buhranından söz edilmeyebilirdi. Ancak, insan eğitiminin bu hıza ulaşmasındaki imkânsızlık ve insanın uyum kabiliyetinin sınırlılığı gerçeği, dünyamızın kimlik krizini uzun yıllar tartışacağını göstermektedir.
Genellikle kimlik konusu tartışılırken ortak unsurlar değil, farklılaşmalar işaretlenir. Bir kültürün birleştirici yönlerini ortaya koymak yerine, farklılıklardan yola çıkıp “mozaik”ten söz etmek, yanlış yorumdan kaynaklanmıyorsa, bunun gerisinde gizli ya da açık bir ırkçılık sezinlenmelidir. Türk kültürü mozaik değildir, biz bir ırkın değil, farklı kültürlerden de yararlı unsurları alıp bünyesine uyduran, orijinal ve millî bir kültürün bize kimlik kazandırdığı, Türk kültürünün, Türk milletinin fertleriyiz.
Kültür unsurları bir bütün olarak ferde kimlik kazandırır. Dil, bir kültürün en önemli unsuru ve taşıyıcısıdır. Ancak dil tek başına kimlik kazandırmaz. Dil farklılığı da, yeni bir siyasî oluşum ve bölünme için tek başına yeterli bir unsur olamaz. Millî kültür bir bütün olarak topluma ve fertlere şahsiyet kazandırır. Emperyalistler tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri, kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok ederler. Kültür sömürgeciliğinin tek silahı vardır, o da ideolojidir.
Kültür emperyalizminde “alıştırma” ve “telkin” metotları tatbik edilmektedir. Bu metotlar birbirini takip eden iki ayrı süreç olarak uygulanır. Planlı bir şekilde ve her türlü vasıta kullanılarak millî kültür yıpratılır ve ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Alıştırma safhasında, hedef alınan kültür ve millet henüz sömürgeleştirilememiştir. Aleni olmayan yollardan millî değerler, liderler ve tarihî büyükler yıpratılmaya, dil üzerinde bir takım zorlamalar ve tahribatlar yapılmaya çalışılır. Alıştırmaya maruz bırakılan memleketlerde yabancı kültürün aşılanması faaliyeti hissettirilmeden yapılır. Sömürgeci güçlerin, ülke içindeki bazı kişi ve kuruluşları da, bir takım vaatlerle, maddî ve manevi yardımlarla, tehditlerle yanlarına alarak kendi amaçları doğrultusunda kullandıkları alıştırma safhasında, hikâyeler, piyesler, romanlar, sözde ilmî eserler yazdırılarak, millî kültürün değer hükümleri gülünç gösterilir ve onlarla alay edilir.
Yabancı kültürün değer hükümleri ve ideolojisi tek taraflı olarak aşılanır, gençliğin beyni yıkanır. Beyin yıkama yolu ile elde edilen aydınlar, ülke için birer kültür esiri ve sömürge aydını hâline gelmekte, böylece ülkesi ve kültürüne yabancılaşmaktadır. Özellikle kitle iletişim araçları toplumu alıştırmada etkin bir vasıta olarak kullanılmaktadır.
Alıştırma safhası tamamlandıktan sonra gelen telkin safhasında ise, artık aleni yollardan millî kültür yıpratılır ve ortadan kaldırılmaya çalışılır. Telkin safhasında yabancı kültürün değer hükümleri, yerli halka açıktan açığa ve resmen kabul ettirilir. Bütün idare mekanizması, eğitim faaliyetleri, sosyal, siyasî, ekonomik, askerî ve kültürel yapılar, bu amaca yönelik olarak teşkilâtlandırılır. Telkin için uygun elemanlar, kitle haberleşme vasıtaları ile Batının hayat tarzı ve sanayii göklere çıkarılır, hayranlık uyandırılır.
Son dönemlerde ülkemizde görülen aşağıda sıralanan problemler nasıl bir tehlike içinde olduğumuzu göstermek açısından önemlidir;
Millet, kökleri mazide, gövdesi günümüzde bulunan, dal ve yaprakları ise istikbâle uzanan bir ulu çınar gibidir. Milleti yaşatan hayati kuvvetler onun mazisinde gizlidir. Hafızasız fert ve milletlerin yaşaması mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, kendi benliğinden uzaklaşan milletler er geç tarih sahnesinden silinirler.
Atatürk, türlü meziyetleri şahsında toplayan eşsiz bir asker, bir komutan olduğu kadar, yeni bir devlet kuran ve toplum hayatına şekil veren bir lider olarak geniş ve köklü bir kültürün de sahibiydi. O, millet hayatında kültür birliğinin yer ve öneminin idraki içinde olup, millî kültürün, bir milleti millet yapan, onun var olmasını sağlayan, yaşama gücü veren, diğer milletler arasında millî bir kişilik kazandıran büyük bir değerler manzumesi olduğunu çok iyi bilmekteydi.
Atatürk, 1 Kasım 1932’de TBMM’nin dördüncü dönem, ikinci toplanma yılını açarken; “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direği olarak temin edeceğiz” ifadelerini kullanmıştır. Atatürk, yine aynı konuyla ilgili olarak 1936’da; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, ders almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir” diyerek yeni kurduğu devleti Türk millî kültürüne dayandırmıştır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikasını oluştururken, geçmişi reddetmek yerine, geçmişe ait iyi ve güzel şeyleri koruyarak, yeniyi onun üzerine; çağdaş ve gelişmelere açık bir biçimde kurmaya özen göstermiştir.
“Yüzyılların taşıdığı derin yönetim zafiyetinin devlet yapısındaki yaralarını onarmayı amaçlayan çabaların en büyüğünü hiç şüphesiz kültür yolunda harcamamız gerekir” diyerek kültür öğesinin önemini böylece vurguladıktan sonra, yeni kültürel yapının temelini de şöyle belirler. “Onun için bir millî eğitim programından söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaratılış niteliklerimizle hiçbir ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamen uzak, millî karakter ve tarihimizle uygunluk taşıyan bir kültür kastediyorum. Çünkü millî bilincimizin tam olarak gelişmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür bulunduğu zeminle uygunluk taşır, o zemin milletin karakteridir” diyerek millî bir eğitim programına da önem verilmesini istemiştir. Atatürk, ancak millî karakter ve tarihimizle uygunluk taşıyan bir kültürle millî bilincimizin tam olarak gelişebileceğini belirterek, bu kültürün tabanını Türk milletine, Türk milletinin karakterine dayandırmıştır.
Yabancı kültürlerin etkilerine, yani kültür sömürgeciliğine karşı dikkatli olmamızı istemekte ve yetişen gençlerimize; Türkiye’nin bağımsızlığına, millî benliğine, geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmenin gerekliliğinin öğretilmesini istemektedir.
Atatürk, gelişme ve ilerlemenin, hayatta başarılı olmanın yolu olarak bilimi göstermekte, bilimin topluma tek yol gösterici ve rehber olmasını istemektedir. “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için, en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir…” diyen Atatürk, en önemli değer olarak bilimi kabul etmekte ve Türk milletine de bilimin yol gösterici olmasını istemektedir.
Aristo’nun yıllarca önce söylediği gibi “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir. Bir toplumun değerlerinden uzaklaşması, millî kültürüne yabancılaşması, o toplumun şuursuz kalabalık haline gelmesi demektir.
Gelecekte var olmak ve herhangi bir telkine maruz kalmamak için;
Kısacası; eğer gelecekte huzurlu ve mutlu bir dünyada yaşamak istiyorsak, ortak aklımızı, vicdanımızı, yerinde kullanarak adaletli olma ve etik davranma sorumluluğunu da taşıyarak, içinde belirsizlikleri olan bu küreselleşme olgusunu küresel felaketlere dönüştürmemek için çalışmalıyız.
Yoksa yersiz yurtsuz ve kimliksiz kalırız.