Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 2 Ağustos 2018
Dünyadaki ana aktörler arasındaki küresel denge sürekli değişiyor. Değişimin hızını yakalamak neredeyse mümkün değil. Dilimizin döndüğü kadar son resmi sizlere aktarmaya çalışacağız.
Geçtiğimiz yıl Haziran ayında CIA’nin İran operasyon masasının başına, “Karanlık Prens” olarak tanınan Michael D’Andrea’nın atanmasıyla Aralık ayında renkli devrim operasyonunun başlaması İran’a yapılacak olası bir askeri müdahalenin habercisi olarak yorumlanmıştı[1].
Bu gelişme üzerine Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 1 Mart 2018’de yaptığı tarihi ulusa sesleniş konuşmasında, ülkesinin geliştirdiği 6 yeni asimetrik silahı tanıtarak yaklaşan operasyonu durdurmayı amaçladı[2].
Aynı süreçte İran ve veya Kuzey Kore müdahalesinden endişelenen Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, 3 Ocak’ta Çin Halk Kurtuluş Ordusu Merkez Komutanlığı’nı ziyaret ederek binlerce askere hitaben yaptığı konuşmada “Ölümden korkmayın savaşa hazır olun” diyerek, olası müdahalelere karşı hazır olduğu mesajını vermişti[3].
Bu aşamada Trump yönetimi, sanki Rusya ve Çin’in meydan okumasını test etmek istercesine müttefikleri İngiltere ve Fransa ile birlikte, Esad yönetimini Doğu Guta bölgesinde muhaliflere karşı kimyasal silah kullanmakla suçlayarak 14 Nisan tarihinde Suriye’ye bir saldırı düzenledi. Bu saldırıda kullanılan 105 seyir füzesinden 71’i Rusya’nın takviye ettiği eski Sovyet yapısı Suriye hava savunma sistemleri tarafından havada vuruldu. Bu olay, Rusya gibi gelişmiş silah teknolojisine sahip bir müttefik tarafından himaye edilen bir ülkeye artık istendiği gibi müdahale edilemeyeceğini gözler önüne serdi[4].
Bu gerçeklik en çok İsrail’i korkuttu. Artık İsrail, Suriye’ye ve bu ülkedeki İran destekli milislere istediği gibi müdahale edemeyecekti. Zaten bu çıkarımı destekleyen olaylarda yaşanmaya başlamıştı. 16 Ekim 2017’de Lübnan hava sahasını kullanarak Suriye’ye yönelik operasyon yapan, radara yakalanmama özelliği ile bilinen bir İsrail F-35 uçağı, Suriye’nin S-200 füzeleri ile vuruldu. Uçak ağır hasar almasına rağmen geri dönüp üssüne inmeyi başardı. İsrailli yetkililer bu olayı kabul etmeyerek uçağın eğitim uçuşu sırasında kuş sürüsüne girerek hasarlandığını beyan ettiler[5]. Benzer bir olay 10 Şubat 2018’de gerçekleşti. Suriye devlet televizyonu, İsrail’in Suriye topraklarına yaptığı saldırı sırasında hava savunma sisteminin birden fazla İsrail uçağını düşürdüğünü açıkladı. İsrail 1 x F-16 uçağının vurularak düşürüldüğünü kabul etmek zorunda kaldı[6].
Bu yöndeki gelişmelerle bağlantılı olarak İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu 29 Ocak 2018’de Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Netanyahu, Twitter’da yaptığı açıklamada; “Putin’e İran’ın Suriye’de askeri üs kurma ve Lübnan’a İsrail’i hedef alan yüksek hassasiyetli silah konuşlandırma girişimlerinden duyduğu endişeyi belirttiğini” söyledi[7].
Kısa süre sonra 11 Şubat’ta Putin ile Netanyahu arasında bir telefon görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşmeden sonra İsrail Hava Kuvvetleri, Suriye’deki hedeflere yönelik saldırıları durdurdu. İsrail ordusu, yaptığı bir açıklamada, Suriye’ye yapılan son saldırılarda, Suriye ve İran’a ait füze platformlarının yarısının imha edildiğini bildirmişti. Daha sonradan İsrail’in kalan füze platformlarını da imha etmeyi planladığı, ancak Netanyahu’nun, Rusya’nın, Suriye’de çıkarlarına zarar verecek bir gerginlik istemediği için Putin ile yaptığı telefon görüşmesi sonrasında bu operasyonları durdurma kararı aldığı ortaya çıktı[8].
İşte bu gelişmeler sonrasında, İsrail’in teşvikiyle, ABD, İngiltere ve Fransa devreye girerek, 14 Nisan tarihli seyir füzeleriyle yapılan Suriye saldırısını gerçekleştirdiler. Seyir füzelerinin önemli bir kısmının Suriye hava savunma sistemleri tarafından vurulması ve takip eden günlerde İsrail’in yaptığı hava saldırılarının da bertaraf edilmesi üzerine Netanyahu, tekrar Moskova’ya gitti ve 9 Mayıs’ta bir kez daha Kremlin’de Putin ile görüştü[9].
Bu görüşmeden sonra Suriye’nin güneybatısındaki İran askeri varlığından rahatsız olan İsrail’in, Rusya ile uzlaşmaya vardığı haberleri basında yer aldı. Uzlaşmaya göre İran, güçlerini sınırdan 60-70 kilometre uzağa çekecek ve bölgedeki hâkim güç Suriye ordusu olacaktı. Londra’da yayımlanan Arapça gazete Asharq Al-Awsat, Rus bir yetkiliye dayandırdığı haberinde, İsrail’in Suriye yönetimine ait merkezleri vurmadığı sürece Suriye’de operasyon yapmasının Moskova tarafından kabul gördüğünü yazdı[10]. İran bu çekilme işine sıcak bakmıyordu. Bunun üzerine İsrail Hava Kuvvetleri tekrar Suriye’deki İran destekli milisleri ve lojistik tesislerini vurmaya başladı. Seyir füzelerini bile düşüren Suriye hava savunma sistemleri ve Batı’ya meydan okuyan Rusya bu duruma hiç ses çıkarmadı.
Anlaşılan Rusya ile İsrail, İran’ın Suriye’deki varlığı konusunda bir mutabakata varmıştı. İsrail, Suriye ve Lübnan’da İran’ın askeri varlığını kesinlikle istemiyor. Niçin? Küresel sistem açısından çok önemli olan bu konuya tekrar döneceğiz.
ABD Başkanı Donald Trump, Mart ayında Çin’den ithal edilen çelik ve alüminyuma sırasıyla %25 ve %10 ek gümrük vergisi koyarak ticaret savaşlarını başlattı. Çelik ve alüminyumun silah sanayinin temel girdisi olduğunun altını çizelim. Çin, Washington’un çelik ve alüminyum ürünlerine yönelik ek gümrük vergilerine cevaben, ABD menşeli 128 ürüne %15 ila %25 tarife getirilmesi kararı aldı.
Kısa bir süre sonra Trump’ın, çelik ve alüminyumda Çin’e uygulanan vergi artışının Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, Kanada, Meksika, Avustralya, Arjantin, Brezilya ve Güney Kore’ye gibi diğer ülkelere de uygulanacağını açıklaması üzerine, AB, ABD’ye karşı uygulamayı planladığı ilave gümrük vergisine tabi olacak 10 sayfalık bir ürün listesi yayınladı[11].
Bu süreç paralelinde Trump, İran ile bazı ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında imzalanan nükleer anlaşmadan ABD’nin tek taraflı olarak çekildiğini ve İran ile ticaret yapan ülkelere yaptırım uygulayacaklarını duyurdu. Bu yaptırımlardan olumsuz yönde en çok etkilenen başta Türkiye olmak üzere İran’a yatırım yapan Almanya ve Fransa gibi diğer AB ülkeleri olacak.
Sanayileşmiş 7 ülkenin (ABD, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa, Kanada ve İtalya) liderleri, 8-9 Haziran tarihleri arasında Kanada’nın Quebec City kentinde G7 zirvesi vesilesiyle bir araya gelerek başlamakta olan ticaret savaşlarını konuştular. Ancak liderler Trump’ı ticari korumacılığa karşı ortak mücadele konusunda ikna etmeyi başaramadı. Trump, açıklanması beklenen ortak deklarasyonu imzalamadı ve zirve sonrası attığı bir tweette; “Üzgünüm, ne arkadaşlarımızın ne de düşmanlarımızın ticarette bizden faydalanmalarına daha fazla izin veremeyiz. Amerikalı çalışanlar önceliğimiz olmak zorunda” ifadelerini kullandı.
Bir başka tweette ise; ülkesinin kendisini “ticaretten söküp atmak” isteyen ülkeleri korumak adına neredeyse NATO’nun tüm mali yükünü üstlendiğini öne sürerek “artık değişim zamanı” mesajını paylaştı[12].
İşte ticaret savaşlarının kızıştığı bu dönemde NATO Zirvesine gidildi. 11 Temmuz’da yapılan zirveye katılmadan önce Trump, 9 Avrupa ülkesine mektup göndererek, “ABD’nin, NATO’ya tüm müttefiklerden çok daha fazla katkı sağladığını, adil olmayan bu durumun kabul edilemez olduğunu” söyleyerek diğer ülkelerden savunma harcamalarını artırmalarını talep etti.
Trump, başkanlık görevini devralmadan hemen önce yaptığı bir açıklamada; NATO’yu yıllar önce kurulan ve teröre karşı önlem almayan modası geçmiş bir örgüt olarak nitelemişti[13]. NATO’nun Avrupa kanadı, zirve öncesi bu yöndeki gelişmelerden çok endişeliydi. NATO, Atlantik bağı sağlayan en önemli örgüttü. İttifak’ın zayıflaması, Amerika ve Avrupa arasındaki rekabet ve mücadelenin kızışacağının bir göstergesi olacaktı.
Nitekim zirve için Brüksel’e gelen Trump, toplantı başlamadan önce yaptığı bir açıklamada, Almanya’yı hâlihazırda Rusya’nın esiri olmakla suçlayarak sert bir dille eleştirdi. Bu nokta çok önemli.
ABD, Rusya ile Almanya arasında imzalanan 2’nci Kuzey Akımı doğalgaz boru hattı projesine ısrarla karşı çıkıyor; Almanya’nın Rusya’dan fazla miktarda enerji alarak hem Kremlin’e çok miktarda ekonomik kaynak aktardığını hem de Rusya’ya bağımlılığını artırdığını düşünüyor.
Ukrayna’da tezgâhlanan iç savaşın amacı, Rusya’dan Avrupa’ya gelen enerji boru hatlarını kesmekti. Almanya, Rusya ile yaptığı anlaşma neticesinde Baltık denizi altından geçirdiği 1’inci doğal gaz boru hattıyla enerji güvenliğini bir ölçüde garanti altına almıştı. İnşa edilmesi planlanan 2’nci hat, Washington’un planlarını bozacak gibi gözüküyor.
İngiltere, 19. Yüzyılın büyük bir kısmında Fransa ve Rusya’yı en büyük rakipleri olarak görüyordu. Almanların sanayi, üretim ve askeri alanda kaydettikleri ilerlemeler neticesinde, kendisine en büyük tehdidin Almanya’dan geleceğini değerlendirmeye başladıktan sonra Fransa ve özellikle Rusya ile işbirliğine giderek Almanya’yı kuşatmaya çalıştı. Bu hedef doğrultusunda İngiltere, Rusya ve Fransa arasında üçlü itilaf (Triple Etente) isimli ittifak kuruldu. Böylece Almanya, 1’inci Dünya Savaşı’nda aynı anda hem doğuda hem batıda iki cephede birden savaşmak zorunda bırakıldı. Aynı durum 2’nci Dünya Savaşı’nda da tekrar etmiştir. Almanlar Batı cephesinde İngiltere, Fransa ve ABD’ye karşı savaşırken doğu cephesinde de Ruslara karşı savaşmak zorunda kaldılar.
Her iki dönemde de İngilizlerin ana hedefi Almanya-Rusya yakınlaşmasını önlemekti. Günümüzde de pek bir şey değişmedi. Bu sefer İngiltere’nin yerini alan ABD, Almanya liderliğindeki AB ile Rusya’nın yakınlaşmasını önlemek istiyor. Ukrayna krizi ile Kırım’ın ilhakından sonra Rusya’ya uygulanan yaptırımların amaçlarından belki de en önemlisi, ticaret ve yatırımlar sebebiyle, AB ile Rusya arasında doğması muhtemel karşılıklı bağımlılığı önlemektir. Yani ambargo sadece Rusya’ya değil AB’ye uygulanıyor. Rusya gibi sınırsız enerji ve hammadde kaynaklarına sahip bir ülke ile Almanya gibi bir sanayi devinin müttefik olması Washington’un kıta Avrupası üzerinde kontrolü kaybetmesine sebep olur.
İşte Trump, NATO Zirvesi sonrası, Putin ile Helsinki’de yapacağı görüşme öncesi, CBS televizyonuna yaptığı açıklamada; “Bizim çok düşmanımız var. Ticarette bize yaptıkları konusunda AB’nin düşman olduğunu düşünüyorum. Şimdi AB’den beklemezsiniz ama düşmanlar” şeklinde konuşarak, Avrupa’yı kontrol etme oyununa Putin’i hazırlamaya çalıştı.
Trump, Putin ile yaptığı görüşmenin ardından düzenlediği basın toplantısında ise; “İlişkilerimiz daha önce hiç şimdiki kadar kötü olmadı. Ama bu durum yaklaşık dört saat önce değişti. Gerçekten böyle olduğuna inanıyorum” diyerek Rusya ile ilişkilerin yeni bir döneme girdiğini vurguladı[14]. Bu yöndeki açıklamalarıyla Trump, dünyaya ABD için en büyük tehdittin artık Rusya değil Çin ve Avrupa olduğu mesajını vermiş oldu.
Trump ve temsil ettiği sermaye çevresi, “Önce Amerika (America First)” şeklinde ifade edilen politika ile ABD pazarını yabancı ülkelerden korumayı, yurtdışına giden Amerikan sermayesini ülkeye geri getirmeyi ve bu sayede ülkenin kaybetmiş olduğu üretim gücünü yeniden kazanmayı planlıyor. AB ve Çin üretim alanında ABD’nin en büyük rakipleri. Rusya ise askerî açıdan bir tehdit, ancak ekonomik açıdan bir rakip değil. Rusya, yeni ürettiği asimetrik silahlarla askerî açıdan yenilemeyeceğini gösterdi; bir renkli devrim operasyonu ile de Rusya’yı şekillendirmek mümkün değildi. O halde başka bir yöntem bulunmalıydı. Trump yönetimi, enerji ve hammadde açısından bir dev olan Rusya’yı yanına çekerek, hem AB’yi hem de Çin’i dizginleyebileceğini düşünüyor.
ABD’nin Rusya ile yakınlaşması, buna karşılık AB ve Çin ile girişilecek ticaret savaşları ise küreselleşmenin sonu demek. En çok yatırımı Atlantik’in her iki yakası ve Çin’de olan küresel sermaye, bu ticaret savaşlarından çok büyük zarar görecek. Zaten Trump, Haziran ayında attığı bir tweette küresel sermayenin tetikçi medyası New York Times ve Washington Post’u hedef alarak, “7 yıl içinde kapanacaksınız” demişti. Aslında Trump, bu tweeti ile kendi dönemi içinde küresel sermayenin korumacı politikalara boyun eğeceği mesajını vermişti. Demokrat Tim Kaine ve Jack Reed ile Cumhuriyetçi John McCain ve Cory Gardner’ın, Trump’ın tek başına alacağı bir kararla NATO’dan çıkmasını engellemeye yönelik bir ortak yasa tasarısını Senato’ya sunması, ABD’de küreselciler ile ulusalcıların nasıl bir mücadele içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir[15].
Helsinki zirvesi sonrasında iyice paniğe kapılan küresel sermaye, Trump’ı görevden uzaklaştırmak için yaptığı dezenformasyon operasyonunu en üst seviyeye çıkarttı. Trump’a yönelik bir çeşit darbe, hatta suikast bile yapılabilirdi. Hem ABD hem de Avrupa’daki iş çevreleri Trump yönetimine büyük baskı yapmaya başladı. Bu baskılar sonuç verdi. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, 25 Temmuz’da Washington’da Trump ile bir görüşme yaptı. Görüşme neticesinde ABD ile AB arasındaki ticaret savaşlarına şimdilik ara verilmiş gözüküyor. Ancak bu geçici bir durum.
Dünya sıkışmış vaziyette. ABD-Rusya yakınlaşmasına silah lobisi izin verir mi? Putin bu ittifakı kabul eder mi? Korumacı politikaları uygulamadan ABD ayakta kalabilir mi? Bu gibi soruların hiçbirinin cevabı belli değil. Bugün kimin kiminle ittifak kuracağı, ertesi gün fikir değiştirip kime yanaşacağı belli olmayan bir döneme girdik. Dünyada bu gibi dönemler hep savaşla sonuçlanmıştır.
Savaş deyince 1 ve 2’nci Dünya Savaşı gibi büyük bir savaş aklınıza gelmesin. 1’inci Dünya Savaşı öncesinde ülkeler, ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmek için kolayca savaş yolunu seçiyordu. Çünkü o günlerin silah teknolojisi, savaşan ülkelerin çok büyük zararlar görmesine müsait değildi. 1’inci Dünya Savaşı’nda devreye makineli tüfek girdi. Savaş sebebiyle 10 milyonu siperlerdeki askerler 6 milyonu sivil olmak üzere, toplam 16 milyon insan hayatını kaybetti. 2’nci Dünya Savaşı’nın silahı ise uçaktı. Uçaklar daha önceden cephelerde cereyan eden savaşı ülke içlerine taşıdı. Artık sivil kayıplar, asker kaybından daha fazlaydı. 2’nci Dünya Savaşı’nda 21-25 milyonu asker olmak üzere toplamda 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Bugünkü silah teknolojisiyle büyük güçler arasında çıkacak bir savaşın bütün dünyayı yok etme tehlikesi mevcut. Hâl böyle olunca savaş şekil değiştirdi. Çevremizde yaşadığımız vekâlet savaşları yeni mücadelenin birer örneği. Ancak vekâlet savaşları sorunu çözmek için yeterli gözükmüyor. Küçük ülkeler arasında çıkacak bölgesel bir savaşa ihtiyaç var gibi.
Bunun bir örneğini Soğuk Savaş’ın devam ettiği 1970’li yıllarda yaşadık. 2’nci Dünya Savaşı’nın etkileri geçmiş, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki birçok ülke, üretim yarışına girmişti. Üretimdeki rekabet kâr marjlarını azaltarak kapitalist sisteminin krize girmesine sebep oldu. Sonunda Doları altın karşılığına bağlayan Bretton Woods anlaşması çöktü. Dolardaki hızlı değer kaybıyla birlikte ABD, ekonomik açıdan zayıflamaya başladı. Bu baş aşağı gidişe Henry Kissinger’in bulduğu çözüm Yom Kippur Savaşı’ydı. İsrail’e karşı giriştikleri savaşı Batı’nın desteği yüzünden kaybettiklerini düşünen Arap ülkeleri, Suudi Arabistan’ın liderliğinde Batı’ya petrol ambargosu uyguladılar. Uygulanan ambargo sebebiyle petrol fiyatları %400 oranında arttı. Savaş öncesinde Washington ile petrolü Dolar üzerinden satma anlaşması yapan Riyad bu işten kârlı çıkmıştı. Ancak bu denklem, petrol satın almak zorunda olan bütün ülkeleri, merkez bankalarında daha fazla dolar bulundurmaya mecbur etti. Böylece günümüzde de hâlen devam eden ‘‘Petro Dolar’’ sistemi kurulmuş oldu.
Artan petrol fiyatlarından kaynaklanan krizi, üretim yapan gelişmiş ülkeler, ticari mallarına yansıttıkları fiyat artışlarıyla aşmayı başardı. Fakat Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, bütçelerinin önemli bir kısmını petrol alımına ayırmak zorunda kaldıklarından üretime yönelik yatırım yapamadılar. Hatta işçi ve memur maaşlarını ödeyebilmek için artan petrol fiyatları sebebiyle fazladan ödedikleri kendi paralarını, yeni oluşmaya başlayan küresel finans sisteminden bir de ciddi faizler ödeyerek borç olarak geri almak durumunda kaldılar. Böylece gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel araçlar üzerinden kontrol altına alınarak gelişememeye mahkûm edildi. Bir başka deyişle kapitalist sistemin krize girmesine sebep olan üretim yarışına dâhil olmak isteyen yeni ülkeler bu yarışta saf dışı edilmiş oldu[16].
Bugün de aynı tezgâhla karşı karşıya kalabiliriz ve yine bu oyunun tetikçiliğini İsrail yapabilir. İşte bu noktada makalenin en önemli konusu olan niçin İsrail, Suriye ve Lübnan’da İran’ın askeri varlığını istemiyor sorusunun cevabına geliyoruz.
Kendisini Yahudilerin ulus devleti olarak tanımlayan yasayı meclisinden geçiren İsrail, İran’dan tehdit algılıyor ve İran’a askeri bir müdahale yapılmasını ısrarla istiyor. İlk fırsatta bizzat kendisi operasyonu başlatarak İran’a yapılacak uluslararası bir askeri müdahalenin fitilini ateşleyecek. İsrail’in uçak ve füzeleri, Ürdün ve Irak üzerinden veya ikinci bir rota olarak Ürdün ve Suudi Arabistan üzerinden uçarak İran’daki kitle imha silahları üretildiği iddia edilen hedefleri vurabilir. Suudi Arabistan, İsrail uçaklarına hava sahasını açabileceğini ima etti. En kısa yol olan Irak rotasına gelirsek, Bağdat yönetiminin kendi hava sahasını kontrol edecek imkân ve kabiliyeti yok. İsrail, kendisinin bu operasyonda bedel ödemeyeceğine inandığı anda tetiği çekecektir.
İran’ın karşılık verecek Hürremşehr, Kadir-H ve Siccil gibi İsrail’i vurma imkânı olan uzun menzilli balistik füzeleri var. Nükleer kabiliyeti olmayan İran’ın konvansiyonel başlık taşıyan az sayıdaki bu füzeler ile İsrail hava savunma sistemlerini delerek ülkeye kayda değer bir zarar vermesi mümkün gözükmüyor. İran, bu eksiğini Suriye ve Lübnan’a yerleştireceği maliyeti çok daha ucuz olan, çok sayıdaki kısa menzilli füze ile gidermeye çalışıyor. Olası bir çatışmada Suriye, Lübnan ve İran gibi değişik istikametlerden atılacak çok sayıda füze ile İsrail hava savunması işba haline getirilerek birçok füzenin hedefini vurması sağlanabilir. İşte Tahran yönetimi, “sana bedel ödetirim” mantığı ile olası bir İsrail saldırısını önlemek maksadıyla Suriye ve Lübnan’da askeri varlık göstermek istiyor.
İran’ın olası bir askeri müdahaleyi önlemek için kullandığı diğer koz ise Suudi Arabistan’ı tehdit etmek. Suudi Arabistan’ın bütün petrol tesisleri, körfezinin karşı kıyısında, İran’ın her türlü silahla kolayca vurabileceği menzilde. Tahran, Riyad’a “böyle bir şeye kalkışırsanız sen de bedel ödersin” mesajı veriyor. Hata İran, dünyada kullanılan petrol ve doğal gazın %30’nun geçtiği küresel enerji ticaretinde stratejik öneme sahip olan Hürmüz boğazını, olası bir savaşta kapatacağı tehdidinde bulunuyor. Bu tehdit, tam da kapitalist sistemin krizden çıkmak için ihtiyacı olup da bulamadığı çözüm yolu olabilir. İsrail’in tetikleyerek başlattığı körfezde yaşanacak olası bir savaş sonrası, dünyada petrol ve gaz fiyatları tahmin edilemeyecek astronomik rakamlara yükselecektir.
Enerji fiyatlarındaki böylesine bir artış, Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomileri bitirir. Mevcut durumda borçla yaşayan Türkiye’nin 2023-2071 gibi hedefleri hikâye olacaktır. Olası körfez savaşından AB, Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore ve Singapur gibi enerjiye bağımlı olan tüm ülkeler zararlı çıkacaktır. Bu senaryodan hiç kuşkusuz en çok kârla çıkacak enerji bağımlılığı olmayan ABD ve dünyaya doğalgaz ve petrol satarak geçinen Rusya olacaktır.
1 ve 2’nci Dünya Savaşı’nda müttefik olarak savaşıp, dünyayı paylaşan ABD ve Rusya, Helsinki zirvesinde bu yönde bir pazarlığa girmiş midir? Rusya, İran’ı satar mı? Çin bu işe ne der? Moskova’nın, İran’ı Suriye’deki milislerini 60-70 km geriye çekmeye zorlaması, İsrail’in İran’ın ülkedeki lojistik ve askeri tesislerini vurmasına izin vermesi, bu yöndeki gidişatın bir habercisi midir? Bilemeyiz…
Bu analizden çıkarılacak sonuç, Türkiye’nin bekasının İran’a yapılacak olası bir müdahalenin önlenmesine bağlı olduğu yönündedir. Türkiye ile İran bir anlamda stratejik müttefik olmaya zorlanmaktadır. Hatta bu senaryodan büyük zarar görecek olan Almanya ve Fransa’nın da Türkiye ile ortak hareket etmelerinin uygun olacağı çıkarımında bile bulunabiliriz.
1’inci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu petrollerine el koymayı planlayan İngilizler, Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmıştı. Araplar, Osmanlının kendilerini sömürdüğüne inandırıldı. Savaş sonrasında bağımsızlıklarına kavuşacakları hayaline kapıldılar. Bu tuzakta en iyi kullanılan araç yine dindi. Her iki taraf da Sünni İslam kökeninden gelmesine rağmen Vahhabi Araplar, Türklerin gerçek Müslüman olmadığına inanırken aynı şekilde Türkler de Vahhabilerin gerçek Müslüman olmadığını düşünüyordu. Sonuçta Müslümanlar arasındaki çatışmadan İngilizler yararlandı ve kaynaklara el koydular.
Bugün de İslam içindeki Şii ve Sünni mezhep farklılıkları aynı amaç için kullanılmaya çalışılıyor. Şii ve Sünni Müslüman halklar arasında teolojik farklılıklardan ziyade hurafelere dayanan bir düşmanlık yaratılmış durumda. Her iki tarafta birbirleriyle girişecekleri savaşta Batılı Hristiyanları müttefik olarak kabul etmeye razı. Bu denklemi bozmak zorundayız.
Şii İran ile Sünni Arap devletleri arasındaki ilişkileri düzeltmekten daha önemlisi, halklar arasındaki bu husumeti sonlandırmaktır. Halklar arasında husumet sonlandığında veya azaldığında bu husumetten beslenen yönetimler de değişime boyun eğmek zorunda kalacaktır. Bu değişimi başlatacak, Müslümanlara kurulmak istenen tuzağı bozacak tek ülke Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Batı’ya meydan okuyan görüntüsüyle Sünni Arap halkları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Bu etki hem halklar bazında hem yönetimler bazında sonuna kadar kullanılmalıdır. Ortadoğu’da her evde seyredilen Türk dizileri, bu amaç için kullanılabilecek en önemli araçlardan bir tanesidir. Bu işi başarması durumunda Türkiye hem bekasını sağlamış olur hem de Müslüman ülkelerin lideri konumuna yükselerek kendisine daha parlak bir gelecek inşa edebilir.
Bu yöndeki çalışmanın ilk adımı en büyük problemin yaşandığı Suriye’de atılmalıdır. Kendi ayakları üzerinde durabilen bir Suriye olmadan İsrail durdurulamaz. Türkiye, Suriye politikasını köklü bir şekilde yeniden gözden geçirmelidir. Ankara, BOP projesi ile tuzağa düşürülerek, ABD ve İsrail ile aynı safta Esad rejimini yıkmaya çalışarak kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bölgedeki kaostan tek kârlı çıkan devlet İsrail’dir. Esad rejiminin yıkılmayacağı anlaşılmıştır. Esad rejiminin terörist başı Abdullah Öcalan’ı yıllarca beslediği, hapisteki Salih Müslim’i çıkartarak PYD’yi kurdurduğu, kendi halkına zulüm ettiği, onların Nusayri bizim ise Sünni inancına sahip olduğumuz falan gibi söylemlerle Türkiye daha fazla oyalanmamalıdır. Her iki tarafın da geçmişin üzerine bir sünger çekmesi mevcut durumda bir zorunluluk haline gelmiştir.
Yaklaşan İdlib operasyonunda yapılacak bir provokasyon ilişkileri bir daha düzeltilmeyecek şekilde bozabilir. Türkiye, Esad yönetimi ile işbirliği yapıp, İran ile el ele vererek, gerekirse Batı’ya hatta Rusya’ya rağmen Suriye’de barışı tesis etmek için bir an önce elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Suriye’deki sorunu uzlaşarak biz çözersek gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Dipnotlar:
[1] https://odatv.com/3.-dunya-savasi-hic-bu-kadar-yakin-olmamisti-1101181200.html
[2] https://odatv.com/1-marttan-sonra-dunyada-hicbir-sey-eskisi-gibi-olmayacak-30031810.html
[3] https://odatv.com/3.-dunya-savasi-hic-bu-kadar-yakin-olmamisti-1101181200.html
[4] https://odatv.com/suriye-savasinin-hic-konusulmayan-bir-sonucu-var-18041827.html
[5] http://www.kokpit.aero/israil-f35-kus-fuze
[6] https://www.sabah.com.tr/gundem/2018/02/10/suriye-israilin-ucagini-dusurdu-samda-patlama-sesleri-sirenler-caliyor
[7] https://tr.sputniknews.com/rusya/201801301032030250-putin-netanyahu-moskova-gorusme/
[8] https://turkish.aawsat.com/2018/02/article55376651/netanyahu-ile-putin-gorusmesi-sonrasi-saldirilar-durdu
[9] https://tr.sputniknews.com/rusya/201805091033373569-putin-netanyahu-kremlin-ortadogu/
[10] http://www.hurriyet.com.tr/dunya/israil-rusya-anlasmaya-yakin-40855337
[11] https://www.trthaber.com/haber/dunya/trumptan-ticaret-savasi-baslatan-politikasina-ovgu-373805.html
[12] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44434249
[13] https://www.trthaber.com/haber/dunya/trumptan-carpici-ortadogu-ve-nato-aciklamasi-294131.html
[14] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44845204
[15] https://tr.sputniknews.com/abd/201807301034520676-trump-senato-onayi-olmadan-nato-dan-cikmasin-diye-demokrat-cumhuriyetci-ortak-yasa-tasarisi/
[16] https://odatv.com/butun-korfezi-yakacaklar-3105161200.html