Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, G4 Blok, 22 Ekim 2020
Silivri’den çıkıp Ankara’ya geldiğimde nasıl da bağrına basmıştın… Nemli gözlerini nasıl da gizlemeye çalışmıştın…
İkinci dam, Sincan maceramda canınla uğraşıyordun. Ama umutluydum; çıkacaktım, yine sol döşüne başımı yaslayacaktım, sen de başımı okşayacaktın.
Olmadı ustam!.. Ben çıkamadım, sen de bekleyemedin!..
Sen Urfa’dan, ben Adıyaman’dan… Koca yüreğindeki yangını, bu bereketli ama kaderi kara topraklara aşkını; talana, sömürüye, zulme isyanını, kadına verdiğin değeri ve tüm bunların ilacı olan Cumhuriyet’e, Atatürk’e minnetini kim benden daha iyi anlayabilirdi ki!..
Sadece insanları değil, tüm canlıları, börtü böceği, dalı yaprağı kucaklayan, sonsuz sevgisiyle herkesi titreten ustam;
Kuşlarım var burada; serçeler, kargalar…
Yaşlanıyorum, kemikler eriyor diye yumurta yer oldum; ama safra kesesi derdinden sadece beyazını. Sarısı kuşların payı. Verdiğim yiyecekler içinde en çok onu seviyorlar, paylaşamayıp didişiyorlardı.
Bize veda ettiğinden beri gagalarını bile sürmediler, biliyor musun? Yasını tutar, bir başıma yaşadığım acına ortak olur gibi… Zaten gök de karardı, gökyüzü ağladı… Değerini bilmeyenlere ibret olsun!..
Moliere, “Şu Türkçe ne kadar hayranlık duyulacak bir dil, az sözcükle çok şey söyler.” demiş,
Nazım Hikmet sevdiğine, “Konuştuğum dil kadar, Türkçe’m kadar güzelsin.” diye iltifat etmişti.
Evet, güzel dilimizin ustasıydın, dilimiz kadar güzeldin.
Ama en önce, tepeden tırnağa insandın… Sevginin ete kemiğe bürünmüş haliydin…
Acı haberi alınca ilk kez, “Niye buradayım?” diye isyan ettim. Uğruna firar bile göze alınırdı; ama toplu iğne başı kadar bir delik bile yok ki ustam!..
Uğurlamaya gelemedim, bağışla.
Şairin dediği gibi; ölüm hep bize mi düşer be usta!..
Son köyünde makamın başköşe olsun güzel insan.