Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu G4 Blok, 26 Eylül 2020
Erdoğan 30 Ağustos’ta şöyle konuştu:
“Yunan halkı muhteris ve kifayetsiz yöneticileri yüzünden başlarına geleceklerini kabul ediyor mu? Fransız halkı muhteris ve kifayetsiz yöneticileri yüzünden ödeyecekleri bedelleri biliyor mu?… Bugün de girdiğimiz yolda her türlü bedeli ödemeye kararlıyız. Aksi takdirde bizi bu topraklarda bir gün dahi barındırmayacaklarının farkındayız. Ellerinden gelse bu millete bir nefes hava, bir yudum su, bir lokma ekmek vermeyeceklerin kuşatması altında olduğumuzun bilincindeyiz.”
12 Eylül’de şunları söyledi:
“Bunların derdi ne AK Parti’yledir ne Tayyip Erdoğan’ladır. Bunların derdi milletimizin kendisiyledir. Toprağından devletine kadar Türkiye’nin varlığıyladır. AK Parti ve Tayyip Erdoğan üzerinden Türkiye’yi teslim almak diz çöktürmek için her yolu deniyorlar… Macron senin zaten süren az kaldı, gidicisin.”
17 Eylül’de de, “Mesela, Avrupa Birliği, Türkiye tüm haklarından feragat ederse, uzunca bir zamandır ülkemize karşı uyguladığı çifte standardı terk edip bize verdiği sözleri tutmaya mı başlayacak?” diye sordu.
Ege ve Doğu Akdeniz’de Fransa, Yunanistan, Rum kesimi ve AB’nin ülkemize yönelik saldırıları karşısında Erdoğan böyle isyan etmişti.
Aylardır süren bu kriz, 22 Eylül Salı itibariyle şimdilik sonlanmış görünüyor.
Salı günü ne oldu? Erdoğan, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Merkel’le telekonferans görüşmesi yaptı. Ayrıca Fransa Cumhurbaşkanı Macron’la telefonla görüştü. Bir de BM’nin 75. Genel Kurulu’na hitap etti.
Erdoğan’ın AB cenahından görüştüğü Michel ve Merkel’in bu süreçte duruşu neydi? Birer cümleyle hatırlatalım.
Michel, Türkiye için “havuç-sopa” yöntemini önerdi. Son olarak 15 Eylül’de hem Yunanistan hem de Rum kesimine gidip, bir kez daha onlarla dayanışma içinde olduklarını bildirdi.
Merkel de tüm AB ülkelerini Yunanistan’ın yanında yer almaya davet etti. Öyle ki, Cumhur İttifakı’nın ortağı Bahçeli, Merkel’i “haçlı çağrısı” yapmakla suçladı.
Salı günkü bu görüşmelerden sonra Ankara ile Atina’nın istikşafi görüşmelere hazır olduğu müjdelendi!..
Ankara, istikşafi görüşme süreciyle ilgili bilindik sözleri tekrarlarken, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama iki açıdan çok ilginçti.
Birincisi, Türkiye ile kıta sahanlığı görüşmelerini sürdürme kararının alındığı vurgulandı. Bu, Türkiye’nin başından beri “önkoşulsuz her konuyu görüşelim” talebine karşılık, Yunanistan’ın, “Türkiye ile tek sorunumuz kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarının belirlenmesidir. Sadece bunu görüşürüz.” şartının kabul edildiğinin ilanıydı.
İkincisi, istikşafi görüşmelerin yakında İstanbul’da başlayacağı öne sürüldü.
Buna karşılık AKP Sözcüsü Ömer Çelik, “Bu [istikşafi] görüşmelerin çerçevesi hazırlanacak. Bununla ilgili bir yer ve tarih kesin değildir.” diye konuştu.
Başkanlık sistemiyle birlikte yaşananlar dikkate alındığında, herhangi bir kıymeti harbiyesi olmasa da kayıtlara geçmesi açısından evvela şunun altını çizelim:
Gündemdeki konu bir dış politika meselesi, haliyle Yunanistan tarafının açıklamasını Dışişleri Bakanlığı yaparken, bizde AKP Sözcüsü’nün konuşması çok garip değil mi?
Asıl mesele ise şu:
Yunanistan’ın iddiası doğruysa; görüşmelerin İstanbul’da yapılmasını kim, neden istedi? Bu ülkenin başkenti Ankara; Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı da burada olduğuna göre, İstanbul tercihi ve Yunanistan’ın özellikle bunu vurgulaması neyin nesidir? Evsahipliği sırası Yunanistan’a geldiğinde, görüşmelerin Atina yerine mesela Gümülcine’de yapılması söz konusu olabilir mi?!..
Erdoğan-Merkel-Michel görüşmesinin diğer detaylarına geçelim.
Erdoğan, “Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Türkleri dâhil, tüm tarafların katılımıyla düzenlenecek bölgesel bir konferanstan herkesin yararına olacak olumlu ve yapıcı kararlar çıkacağına inandığını” söyledi.
BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında da aynı konuya değinen Erdoğan, “Kıbrıs Türklerinin de yer aldığı bölgesel konferans düzenlenmesini teklif ediyoruz.” deyip şu değerlendirmeyi yaptı:
“[Kıbrıs’ta] Çözümün önündeki yegâne engel, Rum tarafının uzlaşmaz, hak tanımaz, şımarık yaklaşımıdır. Uluslararası anlaşmaları hiçe sayan Rum tarafı, Kıbrıs Türklerini kendi yurtlarında azınlık yapmayı, hatta tümüyle adadan tasfiye etmeyi amaçlıyor. Garantör ülke sıfatıyla, Kıbrıs Türk halkını haklı davasında hiçbir zaman yalnız bırakmadık, bundan sonra da bırakmayacağız.”
Öncelikle Erdoğan’ın Kıbrıs’la ilgili sözlerini mercek altına alalım.
– Yaşadığımız kuşatma karşısında her kesimden, “KKTC’nin tanınması için çalışılması” çağrıları yükselmişken, BM gibi çok önemli bir zeminde “KKTC” vurgusu yapmak yerine “Kıbrıs Türkleri” ifadesinin tercih edilmesinin sebebi neydi?
– Sorun, Rum kesiminin şımarıklığı mıdır, Rum-Yunan Megalo İdea’sı mı? Türkiye yeniden masaya oturmayı kabul ederken, Rum kesimini ziyaret eden Yunanistan Cumhurbaşkanı Sakelaropulu’nun “Helenizm”den dem vurması, Türkiye’yi “işgalcilikle” suçlaması, “Türk işgal askerlerinin adadan tamamen çekileceği bir anlaşma olmazsa olmazımızdır.” demesi, sorunun ne olduğunu bir kez daha ortaya koymadı mı? Nitekim Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay da Yunanistan Cumhurbaşkanı’na verdiği, “Kıbrıs meselesinin çözümü, Yunanistan’ın Megalo İdea’sından vazgeçerek realiteye dönmesine bağlıdır.” şeklindeki cevapla, bu gerçeğin altını çizmedi mi?
– Erdoğan’ın, “Kıbrıs Türkleri dâhil” vurgusuyla önerdiği bölgesel konferansın “tüm tarafları” kimlerdir?
Şimdi de bu son maddenin açılımını yapıp, Erdoğan’ın önerisinin gerçek sahibinin kim olduğunu hatırlatalım.
Önerinin gerçek sahibi, “havuç-sopa”cı AB Komisyonu Başkanı Charles Michel’di.
Michel, 27 Ağustos’ta Berlin’de yapılan AB Zirvesi’nde “havuç-sopa” ile birlikte, “Doğu Akdeniz’de tansiyonun düşmesi için çok taraflı bir konferans düzenlenmesi” önerisini gündeme getirdi. Michel, bu konferansa ilgili taraflar ve NATO’nun da katılmasını istedi.
Gidişatı gördüğümüzden, 17 Eylül’deki Hükümetin “Hafıza Kaybı” Türkiye’ye Neleri Kaybettirecek başlıklı yazımızda bu öneriye dikkat çekip, böyle bir konferansa rıza gösterilmesinin Türkiye ve KKTC açısından olası sonuçlarını anlattık.
Dahası, bu öneriden Rum tarafının Berlin Zirvesi’nden çok önce haberdar olduğunun altını çizdik.
Şimdi “Rumlarla kotarılmış, AB’nin çoktan kararlaştırdığı bir mekanizmayı Türkiye’nin önerisiymiş gibi sunmak nasıl bir politikadır?” diye sormak gerekmiyor mu?
Erdoğan-Macron görüşmesine de bakalım.
Macron’un isteği üzerine gerçekleştiği belirtilen görüşmeyle ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre;
Erdoğan, “Fransa’nın Yunanistan ve Rum kesiminin gerginliği tırmandıran maksimalist iddia ve adımlarını desteklemesine anlam veremediğini” söyleyip, “Fransa’dan sağduyulu ve yapıcı bir tutum beklediğini” iletmiş.
Fransa’nın tavrına anlam verememek mi?!.. Bu durumda birkaçını yazının girişinde aktardığımız o son derece haklı tespitleri nereye koyacağız?
Macron, Erdoğan’a bir izahatta bulundu mu bilmiyoruz, ama Macron’un BM Genel Kurulu’ndaki konuşması hem cevap gibiydi hem de Türkiye’ye karşı tavrında milim değişiklik olmadığını gösterdi.
Ne mi söyledi? Şunları:
“Türkiye’ye saygı duyuyoruz ve onunla diyaloğa hazırız. Türkiye’den Avrupa’nın egemenliğine ve uluslararası hukuka saygı göstermesini, Libya ve Suriye’deki eylemlerini açıklığa kavuşturmasını bekliyoruz. Hakaretler etkili değil. Tüm bu sözler ve eylemlerin, devletlerin arasındaki sorumluluğa dayalı ilişkilerde yeri yok. Biz, Avrupalılar, diyaloğa hazırız.”
Diplomatik görünümlü bu sözlerde, Türkiye’nin “uluslararası hukuka saygı göstermediği” suçlaması var… Libya ve Suriye politikasına karşı çıkmaya devam var… Türkiye’nin hakaret ettiği ve devletlerarası ilişkilerde sorumlu davranmadığı iddiası var… Ve de Türkiye’nin “Avrupalı olmadığı” mesajı var…
İşte Erdoğan bu AB’yle, bu Yunanistan’la ve bu Fransa’yla bir kez daha masaya oturmayı kabul etti.
Kendisini hedef aldıklarında Erdoğan, “Bunların derdi ne AK Parti’yledir, ne Tayyip Erdoğan’ladır. Bunların derdi milletimizin bizatihi kendisiyledir. Toprağından devletine kadar Türkiye’nin varlığıyladır. AK Parti ve Tayyip Erdoğan üzerinden Türkiye’yi teslim almak, Türkiye’ye diz çöktürmek için her yolu deniyorlar.” demişti ya, bu durumda o masaya oturmayı kabul etmeden önce Türk Milleti’ne de fikri sorulsa iyi olmaz mıydı?
Sincan’dan açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…