savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,1936
EURO
36,8294
ALTIN
2.928,73
BIST
8.862,32
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Açık
14°C
Ankara
14°C
Açık
Perşembe Açık
15°C
Cuma Açık
14°C
Cumartesi Çok Bulutlu
13°C
Pazar Parçalı Bulutlu
15°C

Önemli Olan İktidarın Değil Devletin Bekasıdır

Önemli Olan İktidarın Değil Devletin Bekasıdır

Önemli Olan İktidarın Değil
Devletin Bekasıdır

 

Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 06 Mart 2020 (Güncelleme – 17 Ağustos 2020)

 

 

Medya Büyük Bir Değişim Yaşıyor

Geçmişte ana akım medya çok rahatlıkla kamuoyunu yönlendirebiliyordu. Tek kanallı TRT’den başka seyredecek televizyon yoktu. O da ağırlıklı olarak devletin kontrolündeydi. Radyolar, daha çok eğlence ve müzik içerikli olduğu için siyasi hayatta çok etkili değildi. Siyaseti verdikleri haberlerle en çok etkileyen hiç kuşkusuz günlük gazetelerdi.

2000’li yılların başına kadar yazılı basın olarak gazeteler, toplumun nabzını tutmaya devam etti. Bu tarihlere kadar gazetecilikten para kazanmak mümkündü. İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte durum hızla değişmeye başladı. Her geçen gün daha fazla sayıda insan, gazeteye para vermek yerine, internet üzerinden haberleri takip etmeyi tercih ediyordu.

Bu süreçte ana akım medya, ciddi ekonomik kayıplara uğradı ve hayatta kalmak için kaynak arayışına girdi. Bu mecburiyet, para kaynağını elinde tutan siyasi iktidara, önemli bir fırsat yaratmıştı. Siyasi iktidar, reklam verme veya başka yollarla medyaya kaynak aktarmaya başladı. Hâl böyle olunca Nasrettin Hoca’nın, “parayı veren düdüğü çalar” deyimi, medya üzerinde başka bir şekilde işlemeye başladı. Artık medya, hayatta kalmak için yandaş olmak zorundaydı. Yavaş yavaş televizyon ve gazeteler iktidarın kontrolüne geçerken, kadroları da hızla değişti. Bağımsız gazetecilerin yerini tetikçiler almaya başlamıştı. Medyada tek seslilik her geçen gün artıyor, doğru habere ulaşmak imkânsızlaşıyordu.  

Vatandaşın bir kısmı, bir süre sonra her gün gazetelerde ve TV’lerde aynı hikâyeyi anlatan bilgi vermek ve gerçekleri söylemek yerine, halkı iktidar politikalarının mutlak doğruluğuna inandırmaya çalışan bu tetikçileri takip etmekten vaz geçti.  Bu olgu, otomatikman internet gazeteciliğini tetikledi. İnternette herkes özgürce istediğini söyleyip, istediğini yazabiliyordu. Bir süre sonra her biri farklı görüşleri temsil eden yüzlerce internet haber sitesi türedi. Bu sitelerin yaptığı haber ve yorumlar, sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlarla hızla yayılıyordu. Artık insanlar, bir birey olarak, tercih ettikleri paylaşımlarla, sosyal medya üzerinden kendi muhalif gazetelerini oluşturmayı başarmıştı. Halkı, tek yönlü yayınlarla kontrol altında tutmak pek mümkün olmuyordu.

Bu dönemde daha çok iktidar tarafından, “troll” hesaplar kullanılmaya başlandı. Bu troller, yandaşların paylaşımlarını çoğaltarak sosyal medya üzerinde iktidar yanlısı bir algı oluşturmayı amaçlıyordu. Aynı TV ve gazetelerde olduğu gibi vatandaşın bir kısmı, yapılmak istenileni kolaylıkla anlıyor ve troll hesaplara takılmıyordu. Troller, sadece ve sadece kendi tabanlarına hitap etmekle sınırlı kalarak, halk arasındaki kutuplaşmayı tırmandırmaktan başka işe yaramadı.

Bu kutuplaştırmanın da yarattığı etkiyle halk, doğru bilgiler verdiğini düşündüğü internet sitelerine yönlendi. Muhaliflerin bu siteleri çok okuması, internet haberciliğini daha da ön plana çıkardı. Yıldızı parlayan sitelerden birisi de Odatv’ idi. Odatv’nin büyümesinde belki de en büyük etken, Ergenekon ve Balyoz gibi kumpaslara direnmesi ve bunun bir sonucu olarak da kendisinin de FETÖ’nün kumpasına maruz kalmasıydı. Bu sayede sosyal medya üzerinden yayılan büyük bir muhalif mecra haline geldi.

Kaynak: odatv4.com

 

Aslında Türkiye özelinde, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştığımız medyadaki bu dönüşüm süreci, dünyadaki bütün ülkelerde yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. İnternetin yaygınlaşması ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi sayesinde yaşadığımız Bilişim Çağı ve Küreselleşme bu süreci bütün dünyaya dayatıyor.

Olaya sadece iktidarlar açısından bakmayın. Devletler, internet gazeteleri ve YouTube üzerinden yapılan haberlerin sosyal medya üzerinden yayılmasını kontrolsüz bir mecra olarak görmeye ve bu kontrolsüz alanın ulus devleti tehdit ettiğini düşünmeye başladı. Bu algı, bütün dünyada otoriter yönetimlere kayışı hızlandırdı. İşte gerekçe ne olursa olsun Odatv’nin susturulmaya çalışılması sanki bu eğilimin bir parçası gibi.

Peki, bu yöndeki çabaların devlete ve millete bir faydası olur mu? Asıl mesele bu. İsterseniz bu önemli soruyu demokrasi penceresinden biraz açalım. Çünkü konuyu kavrayamazsak sonumuz hayır olmaz, tiranlaşan bir devlet ayakta kalamaz.

Demokrasinin Tanımı

Demokrasinin tek ve kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı ortak nokta kuvvetler ayrılığı olmadan demokrasinin olmayacağıdır. Kuvvetler ayrılığı kuramı, ilk kez 17’nci yüzyılda İngiliz düşünür John Locke tarafından ileri sürülmüştür. Locke, Orta Çağ’ın baskıcı felsefesi “mutlak monarşi yönetimi tartışılmaz bir yönetimdir ve gücünü Tanrı’dan alır” kuralını eleştirmiştir. Locke’a göre; bir devlette yasama, yürütme ve yargı erkleri Tanrı tarafından bir kişiye verilemez, bu erkler halktan gelen erklerdir ve devlet bu erkleri doğru kullanmadığı zaman halk direnme ve başkaldırma hakkına sahiptir.[1]

Fransız düşünür Montesquieu, Locke’un bu düşüncesini daha da geliştirmiştir. Montesquieu’ya göre, siyasal iktidarı ele geçirenler içgüdüsel olarak bu güçlerini sürdürmek isterler. Bu nedenle önlerinde engel bulunmazsa, her siyasal iktidar, kendi devamı için özgürlükleri çiğneyip, yetkilerini aşabilir. Bütün tarihsel deneyimler bunun kanıtlarıyla doludur. Montesquieu, gücün sınırlandırılması için kuvvetler ayrılığının şart olduğunu ve bu üç erkin birbirini denetleyerek genel dengeyi sağlaması gerektiğini söyler.

Kuvvetler ayrığı prensibini ne en çok atıf yapan ABD anayasasıdır. ABD anayasasının hazırlanmasına 85 makale kaleme alarak katkıda bulunan Kurucu Babalar da olarak adlandırılan Alexander Hamilton, James Madison ve John Jay, 47’nci Makalede; “… Yasama, yürütme ve yargı, yani tüm kuvvetler aynı elde toplanırsa, buna zorbalık/zulüm (tyranny-tiranlık) demek mümkündür. Bu yüzden anayasa devletin yetkilerini işlevlerine göre bölümlere ayırmaktadır. Ancak bu kuvvetlerin yatay ayrımı yeterli değildir. Her kuvvetin diğerlerine katkıda bulunmak, onları kontrol ve dengelemek, bir kuvvetin diğerlerine hükmetmesini önlemek için anayasal bir görevi vardır…” denmektedirler.

Kuvvetler ayrılığı prensibinin yasama, yürütme ve yargı erklerine, günümüzde medyayı da eklemek gerekmektedir. Medya, basın yayın organları ile kamuoyu üzerinde yarattığı büyük etki sayesinde aslında biraz önce saydığımız üç erkin de üzerinde bir denetim mekanizması görevi görmektedir.

Diğer yandan bu dört erkin güvenliğini sağlayan asker, polis ve istihbarattan oluşan güvenlik güçlerinin anayasaya bağlılığı da demokrasiyi yaşatan önemli bir unsurdur.

Darbe Yapanın Sonu Hayırlı Olmaz Tiranlık Memleketi Bitirir

Demokrasiden niçin bahsettiğimizi anlamlı hale getirmek için bir de darbenin tanımına bakmamız lazım. Darbe, kısaca yukarıda bahsettiğimiz demokrasinin 4 unsuruna zorla el koymak, hepsini tekelde toplamaktır. Darbe, 12 Eylül’de olduğu gibi anayasal yolların dışına çıkıp silah kullanarak ya da Hitler örneğinde olduğu gibi anayasal süreç içerisinde seçimle iktidara geldikten sonra devletin bütün erkleri tek elde toplanılarak yapılabilir.

Sonuç itibariyle, anayasal yolla da iktidara gelse, gücü eline geçiren otorite, bir daha iktidardan gitmemek için yasama, yürütme, yargı, medya, asker, polis ve istihbaratı tamamen kontrolü altına alıyorsa buna darbe denir. Bir süre sonra halk özgürlüğünü kaybetmeye başlar ve bir tiranlık doğar. Tiranlık yönetimi, hangi ülkede, hangi kültürde olursa olsun bir süre sonra mutlaka memleketin sonunu hazırlayacaktır. Canlı örneklerini bizzat komşularımız yaşamıştır.

1970’li yılların başında Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Libya’da Muammer Kaddafi, anayasal yolların dışında yapılan askeri darbelerle iktidara gelmiştir. Hiç kuşkusuz hepsinin de amacı, halklarına özgürlük getirmek ve ülkelerine refah sağlamaktı. Ama bunu sadece kendilerinin yapabileceği yanılgısına düştüler. İktidarı bıraktıklarında, tüm kazanımların kaybedileceği yanılgısına kapıldılar ve iktidardan gitmemek için yavaş yavaş demokrasinin 4 ana unsurunu yani yasama, yürütme, yargı ve medyayı tekellerinde topladılar.

Yargıyı, vatandaşı devlete karşı koruyan bir kurum olmaktan çıkartıp, içine yerleştirdikleri müritlerle, topluma karşı kullanılan bir silah haline getirdiler. Güvenlik kuvvetleri, asker, polis ve istihbaratı kendi şahsi ordularına dönüştürdüler. Bu sayede dört lider de 30 yıldan fazla tek başlarına iktidarda kalmayı başardı. Fakat bu süreçte devlet mekanizması çürümeye başladı. Yolsuzluklar aldı başını yürüdü.

Hayata tutunabilmek için insanların bir gruba ait olması gerekiyordu. Aşiretler, tarikatlar ve cemaatler memleketi sardı. Millet, kabile topluluklarından oluşan bölünmüş bir yapıya dönüştü ve parçalandı. Her parça, devletten daha fazla pay almak istiyordu. Diktatörleşen liderler ise, iktidarda kalma uğruna, her kabileyi, cemaati veya tarikatı memnun etmek durumundaydı. Bu unsurlara her defasında daha fazla imtiyaz veriliyor ama bir türlü halkın memnuniyetsizliği azalmıyordu. Çünkü devletin kaymağını, sarayla birlikte şeyhler, dervişler ve aşiret liderleri yiyor, halka kuru etmekten başka bir şey kalmıyordu.

Çok uzun süreli iktidarlar, çevresinde kendisinden beslenen oligarşik bir yapı oluşturmuştu. Bürokrasiden iş adamlarına, akademisyenlerden medyaya, yargıdan istihbarata kadar devletin tüm kurumları bu oligarşik yapının elindeydi. İktidarın el değiştirmesi, bu oligarşik yapının da sahip olduğu imtiyazları kaybetmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu oligarşik yapı, devlet için faydalı olabilecek ama aynı zamanda kendisini tehdit edebilecek her türlü değişime ayak diredi ve sistem kilitlendi. Böylece bahse konu ülkeler, patlamaya hazır birer bomba haline geldi. Sonuçta; “Arap Baharı” ile fitili ateşleyip bombaları patlattılar.

Arap ülkeleri, bu süreçte kendilerini tüketirken, 30 tane partinin seçimlere girdiği, koalisyonlara mahkûm ama demokrasi ile yönetilen İsrail, bugün Ortadoğu’nun geleceğini tayin eder duruma geldi. Bütün gücü tekellerinde toplayan Müslüman liderler kaybetmiş, gücü paylaşan İsrail galip gelmişti. İşte tartışmasız gerçek buydu.

Sonuç

Medyadaki değişimden başlayıp, Odatv’den bahsettikten sonra konuyu nereye bağlayacaksın diye merak ediyorsunuzdur. Aslında varmak istediğim nokta çok basit.

Türkiye, son 20 yılını önce askeri vesayeti yok etme adına, sonra da kendi yarattığı FETÖ tehdidiyle mücadele ederken devlet mekanizmasını yıpratmakla geçirdi. Beka tehdidi oluşturan FETÖ’den kurtulmak için, yargı, yasama, yürütme ve medyada kısacası devletin her alanında olağan üstü tedbirler almak zorunda kaldık. Bu tedbirleri almak zorunda olan AKP, her fırsatı aynı zamanda iktidarlarını güçlendirmek için kullandı. Bu süreçte devlet mekanizması tamamen partileşti, kuvvetler ayrılığı prensibi iyice zayıfladı.

Mesela anayasa değiştirilerek dünyada örneği pek görülmeyen Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildi. Meclisin yetkisi azalırken, Cumhurbaşkanının yetkisi tavan yaptı. Böylece neredeyse yasama ve yürütme tekelde toplanmış oldu. Yargı, FETÖ’den temizlenirken yerlerine başka cemaat veya tarikatlar mı getirildi bilmiyoruz. Ama Cumhurbaşkanının bazı konuşmalarından sonra harekete geçmelerine bakılırsa sanki bağımsız değillermiş gibi bir hava var. Asker, polis ve istihbarat birimlerine kimler alınıyor ve kimler terfi ettiriliyor düşünmek lazım! Ana akım medyanın hali ortada. Şimdi sıra geriye kalan internet medyasına gelmiş gibi gözüküyor.

Unutmayın bir devlet, kuvvetler ayrılığı prensibinden uzaklaştıkça, önce kendi insanının özgürlüğünü sınırlar, takiben bunun bir sonucu olarak kendi özgürlüğünü ve bağımsızlığını kaybeder. Kuvvetler ayrılığı olmayan devletler özgür değil sömürge olurlar. Çünkü yasama yürütme ve yargı erkinin tekelde toplanması bir anlamda diktatörlüktür. Diktatörlük adının tersine en zayıf devlet rejimidir.

Odatv’yi susturmaya çalışmak çözüm değil ancak yukarıda anlatmaya çalıştığımız kötü sona yaklaşılmak için atılan yeni bir adım olabilir. Türkiye’nin acil olarak bir anayasa değişikliğine ihtiyacı vardır. Bu değişiklikle birlikte liderlerin iktidarı 4+4 olacak şekilde en fazla 8 seneyle sınırlanmalıdır. Yoksa devletin bekası ile iktidarın bekası birbirine karıştırılarak Ortadoğu’da bütün Arap ülkelerin düştüğü tuzağa düşmekten bizi kimse kurtaramaz. Bu manada AKP iktidarının süresi çoktan dolmuştur.

Önemli olan iktidarın değil devletin bekasıdır.

 

[1] A. Timuçin, Düşünce Tarihi, Bulut Yayınları 2000, s. 194.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.