Yazar: Yakup Battal, Sun Savunma Net, 10 Aralık 2017
Siyaset-ticaret-medyanın iç içe olduğu, gerçeklerden ziyade algıların hüküm sürdüğü, bilgi kirliliği içinde insanların aklı ve sağduyusu yerine duygu, ideoloji ve inançlarına göre hareket ettiği bir ortamda bazı gerçekler konusunda insanları ikna etmek gerçekten çok zor. Hele hele Reza Zarrab Davası gibi ucu medya patronlarına da dokunabilecek konularda.
Bildiğiniz gibi, üç Türk devlet bankası ile dört özel bankanın da bu soruşturmada adı geçiyor, inşallah ceza almazlar, amma velakin ceza alırlarsa bu cezayı kim ödeyecek? Diğer taraftan ABD Başkanı Trump bir medya patronu ile yakın dost, bu soruşturmanın dolaylı olarak Trump’a da dokunma olasılığı var. Herkes farklı anlayacak olsa da yine de gerçekleri yazmaya değer.
Bugüne kadar gerek 17/25 Aralık Soruşturmaları, gerekse MİT Tırları Olayı, maalesef Türkiye’de kasıtlı olarak, özellikle yolsuzluk ve rüşvet iddialarını gündem dışı bırakmak için, sanki siyasi iktidar ve FETÖ arasında bir iç sorunmuş gibi lanse edildi. Oysa yaşananlar, çok daha önemli olarak, ABD ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasında farklı kutuplarda yer almasının ve güç mücadelesinin bir sonucuydu. ABD-Türkiye ilişkileri açısından bakıldığında, 17/25 Aralık operasyonunun ABD’nin İran Ambargosu ile MİT Tırları operasyonunun da genelde Arap Baharı, özelde ise Suriye ile yakın ilgisi bulunmaktadır.
1989 yılında Sovyetler Birliği Afganistan çekildi ve 1991 yılında dağıtıldı, Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşan mücahitlerin önemli bölümü Afganistan’da kaldı, kimileri Çeçenistan ve Bosna-Hersek’teki iç savaşa, kimileri de Tacikistan, Özbekistan ve Kırgizistan’da İslami hareketlere katıldı, bir kısmı da Ortadoğu ve Afrika’ya yayıldı. Tek süper güç olarak kalan ABD, Ortadoğu’nun yanı sıra Avrasya’da da etkin olmak istedi. Ortadoğu’nun sınırları genişletildi. Genel olarak değerlendirildiğinde; ABD’nin Soğuk Savaş Dönemi sonrasındaki genişletilmiş Ortadoğu’da ana siyasi hedefleri:
ABD’nin Türkiye’yi kendi çıkarlarına göre kullanabilmesi için Türkiye’de bu role uygun bir siyasi iktidara ihtiyacı vardı. Türkiye’nin iç dinamikleri de buna uygundu. 1989 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde Belediye Başkanlığını kazanan SHP hayal kırıklığı yarattı. Gerek merkez sağ gerekse sol partiler parçalanmıştı ve Halka umut veremiyorlardı. Komünizm umut ve ideal olmaktan çıkmış, İslami akımlar güç kazanmaya başlamıştı. Yükselen Refah Partisinde muhafazakârlar ve yenilikçiler vardı. 28 Şubat muamması, Fazilet Partisinin kapatılması ve 2002 yılında koalisyon hükümetinin dağılması derken Türkiye’de Siyasi İslam iktidar oldu.
Zaten FETÖ, Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’da kazan-kazan esasına göre ABD ile müşterek hareket ediyordu. ABD, siyasi iktidar ve FETÖ ittifakı kuruldu, 2009 yılında Mavi Marmara konusunda küçük bir çatışma çıktı, 2010 yılında Balyoz Davası açıldı ve Anayasa değişikliği yapıldı. Vesayet denen Türk Silahlı Kuvvetleri yeniden şekillendirildi ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı teşkilatı, siyasi iktidar ve FETÖ tarafından dizayn edildi; valilik ve kaymakamlık gibi kadrolar ile asker, jandarma ve polis güvenlik birimleri ve yargı dâhil diğer bürokrasiye siyasi iktidar ve FETÖ birlikte hâkim kılındı. 2010 yılında HSYK seçimlerinde FETÖ’nün emniyetin yanı sıra yargıda da çok güçlü olduğunu ortaya çıkardı. Bundan sonra siyasi iktidar ile FETÖ arasında güç mücadelesi başladı.
Siyasi iktidar, ABD ile ılımlı Siyasi İslam çizgisinden saparak Milli Görüş ve Müslüman Kardeşler ideolojisine uyumlu bir politika izlemeye başladı. Bu sayede Ortadoğu’da eski Osmanlı Coğrafyasında hâkim güç olup Cumhuriyet parantezini kapatarak ümmeti 100 yıllık prangadan kurtarabilir, tarih sıçraması yaparak Türkiye’de Osmanlı tarzı din esaslı bir devlet kurabilir, yeni Osmanlı hülyasını gerçekleştirebilirdi. Buna karşın FETÖ, 50 yıldır olduğu gibi ABD yanlısı bir politika ve strateji izlemeye devam etti, siyasi iktidar ile güç mücadelesine başladı, 2012 yılından itibaren önce MİT Müsteşarı konusunda olmak üzere, 17/25 Aralık Operasyonları, MİT Tırları olayı ve 15 Temmuz başarısız darbe girişimi yaşandı.
MİT Tırları olayı ve PYD/YPG gelecekte bizim için çok daha tehlikeli ve önemli olduğundan bugünün en güncel konusu olan Reza Zarrab davasından önce bu konulara değinilmeli. PYD/YPG de zaten güncel bir konu. MİT Tırları olayı delil olarak gösterilerek, Türkiye uluslararası alanda, Suriye’de Batı tarafından terörist sayılan örgütlere kimyasal silahlar dâhil olmak üzere savaşçı, silah ve malzeme yardımı yapmakla suçlanabilir. Gerçeklerden ziyade algılar önemli. Irak’ta kitle imha silahları olmadığı halde var diye uyduruldu, böyle bir algı oluşturuldu ve Irak’a savaş açıldı. Uluslararası ilişkilerde çıkar ön planda oluyor, haklılıktan ziyade güçlülük ağır basıyor.
Gerçek şu ki, Arap Baharının 2013 yılında aslında kanlı bir sonbahar olduğu anlaşıldığında, Batılı Devletler bu konuyu soğumaya aldı. Mısır’da Sisi, Temmuz 2013’de darbeyle Mursi’nin yerine başa geçti, Batı dünyası Suriye’deki rejim değişikliği konusunda geri adım attı. Çünkü Libya ve Mısır örneğinde olduğu gibi yeni iktidara gelenler de eskilerden çok fazla farkları yoktu, belki daha da kötüydüler, üstelik istikrar ve kontrolden uzak anarşik bir nitelikteydiler. Suriye’ye 2013-2014 yıllarında Batının ve Türkiye’nin müdahalesi gündeme geldi ancak Barak Obama, ABD kamuoyunda asker kayıplarına gösterilecek tepki, Suriye’de operasyon yapmanın mali faturası, ABD’nin Irak’ta kötü sicili ve yeni geleceklerin Esad’dan daha kötü olacağı düşüncesinin yanı sıra, Suriye’nin petrol ve doğal gazının bir savaşa değmeyeceğini düşündüğünden bu işgale onay vermedi. Siyasi iktidar Mısır’da Mursi’yi, Suriye’de de ise rejim karşıtlarını desteklemeye devam etti, ısrarla Esad rejimini devirmek için amansızca uğraştı, milyonlarca Suriyeliyi mülteci olarak kabul etti.
Avrupa Birliği (AB), ne sınır güvenliği konusunda vermeyi taahhüt ettiği mali yardımları yaptı ne de zengin Batılı ülkeler, Suriyeli mülteciler konusunda yardım ve destekte bulundular ve Türkiye’yi sorunlarla yüz yüze bıraktılar. Siyasi iktidarın belki de Batıya en büyük kızgınlığı, Batının kendisini yarı yolda bırakması nedeniyle, yeni Osmanlı hayalinin kâbusa dönüşmesidir. Siyasi iktidar haklı olarak, kendisini aldatılmış hissetmiştir ve kanaatimce Türkiye’ye gerçekten büyük bir haksızlık yapılmıştır.
Diğer taraftan 2013 yılında Şam ve Halep yakınlarında, Suriye’de muhaliflerin yaşadıkları bölgede iki kasabaya kimyasal silah saldırısı yapıldı ve 1000’den fazla insan öldü. Türkiye ve birçok Batı ülkesi, kimyasal saldırıların Esad rejimi tarafından gerçekleştirildiğini; Esad ve Rusya ise bu saldırıları muhaliflerin yaptığını iddia ettiler, hatta Esad üstü kapalı bir şekilde bu olayda Türkiye’yi suçladı. Esad güçlerinin elinde sadece Rus sarin gazı bulunması, yapılan araştırmalarda saldırıda kullanılan Sarin gazının Rus yapımı olmadığı tezinin ağırlık kazanmaya başlaması nedeniyle kimyasal saldırıların muhaliflerce yapıldığı ve bu saldırılarda kullanılan sarin gazı ve atma vasıtalarının Türkiye üzerinden muhaliflere gönderildiği iddiaları uluslararası kamuoyunda 2014 yılından beri yer aldı. MİT Tırları operasyonu ile Türkiye’nin muhaliflere silah ve malzeme yardımı yaptığı adeta belgelenerek dünya kamuoyuna servis edildi, bu operasyon; içte siyasi iktidar ile FETÖ çatışması iken, uluslararası alanda Türkiye’ye Suriye’ye yönelik politikasını değiştirmesi konusunda bir uyarıydı.
PYD/YPG konusuna gelince; ABD için asıl hedef İran, zengin petrol yatakları var, hem İsrail ve ABD’nin en büyük düşmanı hem de Suudi Arabistan’ın en büyük rakibi. Suriye, Rusya için ABD’den çok daha önemli. Trump ise son Kudüs kararında olduğu gibi çıkarlarına göre davranan, George Bush’un tüccar versiyonu, ne yapacağı pek belli olmayan tehlikeli şovmen biri. ABD’de Demokratlar karşı, bazı Cumhuriyetçiler karşı başkanlık konusunda zorlanıyor, diğer yandan dikine dikine gidiyor.
ABD, Irak’ta Peşmergeyi 2003 yılından beri vekâlet savaşında aktif bir şekilde kullanıyor. Suriye’de ABD’nin pasif kalmasına karşın Rusya, İran ve Lübnan’daki Hizbullah’ın aktif olması sonucu Suriye’de dengeler değişti. ABD, ulusal çıkarları için PYD/YPG’yi hem Suriye’de denge sağlamak hem de Ürdün, Lübnan, Irak, İran’a karşı vekâlet savaşında kullanmak istemekte, onun için ağır silahlar ile donatmaktadır. Diğer taraftan PYD/YPG aynı zamanda İsrail’e de Hizbullah, Suriye ve Irak’a karşı sürdürdüğü mücadelesinde avantaj sağlıyor. PKK, PYD/YPG ve PJAK’ı bir bütün olarak düşünmek gerek. Suriye sınırının coğrafi yapısı ve PYD/YPG’nin PKK’nın bir kolu olması nedeniyle, Türkiye de gelişmelerden olumsuz etkilenebilir. Önümüzdeki dönemde İran’da PJAK ve/veya Türkiye’de PKK faaliyetleri hız kazanabilir. Çok kapsamlı ekonomik, siyasi, askeri, propaganda ve kültürel yönleri olan kapsamlı bir strateji izlenmesi gerekmektedir.
En güncel konu Reza Zarrab konusunda, MİT resmen yalanlasa da Nisan 2013 ayında bu konuda hükümete bilgi notu sunduğu yıllardır konuşuluyor. Ceza avukatlığında şüphelinin savunulmasında iki ana strateji izlenir, ya suç inkâr edilir ya da yapılan suç eylemi kabul edilip daha az ceza alma ve hatta hiç ceza almama yönünde bir strateji izlenir. Bu konuda polis ve savcılığın elindeki delillere bakılır.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Adnan Tanrıverdi kendi internet sitesinde yer alan 22 Aralık 2013 tarihli yazısında bakın ne diyor: “Rüşveti, mafyayı, yolsuzluğu savunmak mümkün değildir. Halk bankasının yaptığı iş, ABD’nin İran’a koyduğu ambargoyu, Hükümetin politikaları doğrultusunda delme eylemidir. Şimdi yargı önüne getirilen, doğruluğu kanıtlanırsa, bu büyük işten bir kısım uyanıklar şahsi menfaat sağlamaya kalkışmış. Tabii ki bunlar cezalarını alsınlar. Ama Fethullah Hocayı kullananların amacı bu yolsuzluğun ortaya çıkarılması değildir. Ambargoyu delen Türkiye’nin ve Başbakanının cezalandırılmasıdır. Hoca efendi de aynı şeyi istiyor. Amacı yolsuzlukla savaş değildir.”
Yani demek istiyor ki inkâr politikası izleme, daha az ceza almaya mümkünse hiç almamaya çalış. Siyasi iktidar bunca delil varken maalesef 17/25 Aralık konusunda yanlış strateji izledi ve inkâr yoluna gitti. Savcı ve hâkimler değiştirildi, soruşturmalar delillerin hukuka aykırı olduğu gerekçesi ile kapatıldı. Hâlbuki hukuka aykırı deliller konusunda kamu yararı ile bireylerin özel kişisel hakları çatışır. Bizde kişi hakları ön planda tutularak mutlak yasak getirilmiştir. Buna mukabil Almanya’da kamu yararı ve kişi hakları dengesine bakılarak hukuka aykırı deliller kamu yararı gerektiriyorsa kullanılabilir. Örneğin bizim gençliğimizde çok meşhur olan Bayern Münih ve Almanya’nın santraforu Honness, vergi kaçırmak sucundan hukuka aykırı elde edilen delillere göre yargılandı ve ceza aldı. Kişi hakları açısından da normal bir birey ile ünlü bir kişi farklı tutulur, şöhret arttıkça özel hayatın gizliliği azalır.
Diğer yandan Balyoz ve casusluk davaları gibi kumpas davalarında, suçsuz insanlar sahte belgeler ile yıllarca cezaevinde kalırken ve bir gecede kanun değişikliği yapılırken, bakanlar dâhil bazı kişilerin hukuka aykırı delil nedeniyle yargılanmaması çok tezat bir durumdur. Acı olan 30 Aralık 2013 tarihinde Reza Zarrab’ın ortağı Babek Zencani İran’da tutuklandı, idama mahkûm edildi. Yani, aynı sucu işleyen İran’da yargılanıyor, Türkiye’de yargılanmıyor. Aslında yasal olarak Zarrab’ın itirafları ve yeni deliller doğrultusunda Cumhuriyet Başsavcısının soruşturmaları yeniden açması gerekir.
İşletme yönetiminde “herhangi bir kriz olduğunda gerekli acil tedbirleri almazsan, bazı hata veya ihmali olan sorumluları korursan, uzun vadede karşına daha büyük sorun olarak çıkar.” prensibi vardır. Siyasi iktidarın hangi gerekçe ile Bakanların Yüce Divanda yargılanmasını istemediği bilinmiyor, ama Erdoğan Bayraktar’ın bakanlıktan istifası sırasında söyledikleri ipucu veriyor.“ ….Fakat rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle ‘’İstifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyon yayınlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Çünkü soruşturma dosyasında var olan ve yasalara uygun olarak onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatı ile yapılmıştır.”
Zarrab’ın ABD’de tutuklanması sonrasından mahkemede ifade vermesine kadar olan süreçte Reza Zarrab, kamuoyunda vatan ve millete hizmet eden iyi bir işadamı olarak lanse edildi, en yüksek devlet görevlileri onun için ABD’li muhatapları ile görüşmelerde bulundu. Zarrab’ın hayatından endişe edildiği için ABD’ye iki kez nota verildi. ABD Başkanı Trump’a çok yakın eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani ve eski ABD Bakanı Michael Mukasey’in Türkiye ve ABD arasında Reza Zarrab için aracılık ettiği iddia edildi, özel şirket aracılığıyla Zarrab konusunda ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in devreye sokulduğu da. Zaten bu kişi de konuşmaya başladı.
Zarrab ifade vermeye başlayınca, sanki bunlar daha önce hiç yapılmamış gibi karalama yapılmaya başlandı, hain, şarlatan, sülalece rüşvetçi, cinsel tacizci, tecavüzcü beş para etmez adam vs. gibi suçlamalar yapıldı. Yalnız bu tutum değişikliği uluslararası alanda olumlu değil, olumsuz imaj yaratır, rüşvet ve yolsuzluk yapılmış da önce kapatılmaya çalışıldı, başarılamayınca Zarrab karalanmaya başlandı şeklinde bir algı oluşur.
Türkiye maalesef uluslararası alanda 1980’lerde PKK konusunda yaptığı yanlışları bugün FETÖ konusunda yapıyor. 1985 yılında PKK, strateji değiştirdi, Marksist Leninist söylemden ziyade Kürt Milliyetçiliği söylemine başladı ve Avrupa’da desteğini artırdı. Batı Dünyasının çıkarlarının Türkiye’den ziyade FETÖ’ye daha yakın olduğu bir gerçek, daha doğru deyimle FETÖ, Batılı ülkelere göre hareket ediyor. Türkiye 15 Temmuz sonrasında delilleri gönderdi, müttefiklerinden FETÖ hainlerinin iadesini istedi, ancak Batılı ülkeler vermedi. Karşılıklı atışmalar başladı. Uluslararası alanı boş bırakmamak gerek, Batılı ülkeler ile bazı gerginlikler yaşansa da bu ülkelerde etkin tanıtım ve bilgilendirme faaliyetleri yapılmalı yoksa bu alan FETÖ hainlerine kalacaktır.
Türkiye, Batı Dünyasının bu tutumunu özellikle Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirerek dengelemeye çalışmaktadır; ancak İran ve Rusya’ya yanaştıkça kaçınılmaz olarak Batı ve Arap dünyasından uzaklaşmaktadır. Suudi Arabistan ve Mısır, Sünni Arap Dünyasının baş aktörleridir, Suriye hariç diğer Arap ülkeleri, genellikle ABD ile birlikte hareket eder. İran ile ilişkiler geliştikçe Arap Dünyasının yanı sıra hem İsrail, hem de Yahudi lobisi olmak üzere ABD Türkiye’yi karşısına alır. Maalesef Kudüs konusu da bunun tuzu biberi olmaktadır.
Sanırım bu safhadan sonra Zarrab Davasından Türk bankalarının ceza alıp almayacağı, cezaları kimin ödeyeceği ile Zarrab’ın geleceği tartışma konusu olacak. Zarrab ortadan kaybolacak, sanırım siyasi iktidar onu Türkiye’ye getirip yargılamak suretiyle aklanmaya çalışacak, belki İran da peşine düşecek, ABD onu saklamaya çalışacak. Zarrab’ın geleceğini, Zarrab’ın ABD için değeri ile Türk makamların mahareti ve pazarlık gücü belirleyici olacak.
Türkiye açısından Batı ile ilişkiler, PYD/YPG ve Suriye’nin geleceği gündemi belirlemeye devam edecek, belki de MİT Tırları operasyonu gündeme gelebilecek.
Akılda tutulması gereken husus; stratejik hataların taktik başarılar ile kapatılamayacağıdır. Sorunları yaratan mantık ile çözüm bulunmaz diye tabir var. Sorunlara çözüm bulabilmek için politika ve strateji değişikliğine ihtiyaç var. Bunun için ise öncelikle bakış açısının değiştirilmesi gerek.