Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde Atatürkçüler hiç darbe yapmamıştır.
Üstelik yapılan bütün darbelerde Atatürkçü subaylar tasfiye edilmiştir.
Darbeleri yapanlar kendilerini Atatürkçü zanneden Amerikancılardır.
Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 29 Ekim 2019
Eski bir asker olarak Türkiye’de yapılan darbelere yönelik hep şu soruyla karşılaşıyorum; “Atatürkçüyüz Atatürkçüyüz diyorsunuz, Cumhuriyet dönemindeki darbeleri kim yaptı? 1960, 1971, 1980, 1997 darbelerini askerler yapmadı mı? Atatürkçüler sütten çıkmış ak kaşık mı?”
Bu sorular çok çok haklı ve yerinde. İnsanlar tek tip asker olduğu yanılgısına düşüyor. Bu sorulara kısa ve net bir cevap verdikten sonra darbeci suçlamasıyla yargılanmış biri olarak kendi görüşümü izah etmeye çalışayım.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde Atatürkçüler hiç darbe yapmamıştır.
Üstelik yapılan bütün darbelerde Atatürkçü subaylar tasfiye edilmiştir.
Darbeleri yapanlar kendilerini Atatürkçü zanneden Amerikancılardır.
Bu söylemler biraz iddialı gelebilir. Doğrudur iddialı ve izaha muhtaç. İzah edelim.
Bütün darbelerden tek tek bahsedeceğiz ama önce alt yapıyı oluşturmak için bazı bilgilere ihtiyacımız var.
Amerikan Tornası
2’nci Dünya Savaşı bittikten sonra dünyada bir Soğuk Savaş kurgusu yaşanmaya başlamıştı. Sovyet işgali altındaki Doğu Avrupa ülkelerinde bir bir komünist hükümetler iktidara geliyordu. Komşumuz Bulgaristan’ı işgal eden Sovyetlerin nefesi ensemizdeydi. 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında yapılan Yalta Konferansı’nda Sovyet lideri Stalin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesini ve boğazlardan serbest geçiş hakkı verilmesini talep etmişti. Hemen arkasından 19 Mart 1945’te Sovyetler Birliği, aramızda imzalanan 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı sonlandırdı.
Bu gelişmeler neticesinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü paniğe kapıldı. Müttefik arayışında önce İngilizlere yaklaştı. İngilizler, onların yanında 2’nci Dünya Savaşı’na girmediğimiz için destek talebini geri çevirdi. Bu sefer İnönü, yüzünü ABD’ye döndü. ABD, Sovyetler Birliği’nin boğazların kontrolüne hâkim olmasıyla birlikte Türkiye’nin de karşı bloğa kayabileceği düşüncesiyle İnönü’nün müttefiklik talebine olumlu yanıt verdi.
ABD Başkanı Truman, 1947 yılında Kongre’ye Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve mali yardım yapılması için bir teklif sundu. Aynı yıl Türkiye ile ABD arasında askeri ve ekonomik yardım anlaşması imzalandı. Böylece Türkiye, Amerikan eksenine girmiş oldu. Artık Türkiye’yi Sovyetler Birliği ve komünizme karşı ABD koruyacaktı.
Olası bir Sovyet işgalinde, kaybedilen topraklar üzerinde gerilla harbi icra etmek için özel eğitimli askerlere ihtiyaç vardı. Bu maksatla 1948 yılında aralarında Alparslan Türkeş’in de olduğu 16 subay “özel harp” teşkilatını kurmak maksadıyla ABD’ye eğitime gönderildi. Eğitimi tamamlayan bu subaylar, daha sonra “Özel Harp Dairesi” olarak anılacak yapının temellerini attılar. Türkiye, NATO’ya girdikten hemen sonra “Özel Harp Dairesi”, Seferberlik Tetkik Kurulu olarak ABD güdümünde yeniden yapılandırıldı. 1974 yılına kadar bu yapının tüm giderleri gizli bir ödenekle ABD tarafından karşılandı. Herkesin “Gladyo” diye bildiği yapının asker bünyesindeki kolu böylece doğmuş oldu.
İnönü’nün açtığı yoldan Adnan Menderes ilerledi. Menderes’in çabaları sayesinde Türkiye, 1952 yılında NATO’ya girmeyi başardı. NATO’nun temelini oluşturan Kuzey Atlantik Anlaşması aslında askeri bir anlaşmaydı. Fakat ABD, Türkiye’yi NATO alma karşılığında, özellikle eğitim ve ekonomi alalında bizi bir dizi ikili anlaşma imzalamaya zorladı.
Bu anlaşmalar sayesinde başında “milli” kelimesi olan iki bakanlık ve bir teşkilatı yani Milli Savunma ve Milli Eğitim bakanlıkları ile Milli İstihbarat Teşkilatı’nı Amerikalıların kontrolüne teslim ettik. Türkiye’ye yardım ediliyor kisvesi altında, yüksek bürokratlar, güvenlik görevlileri, gazeteciler, sendikacılar, akademisyenler ve parlak siyasetçiler çeşitli Amerikan fon ve sivil kuruluşları desteğiyle ABD’ye görgü bilgi artırma eğitimlerine gönderilerek tornadan geçirildiler. Benzer bir görevi NATO, subaylarımız için yerine getirdi. Böylece kısa süre içinde Türkiye’de Amerika ve batı hayranı eğitimli seçkin bir kitle ile birlikte NATO’cu subaylar yetiştirildi.
Seçkinler bu şekilde Amerikancı yapılırken, eğitimsiz geniş halk kitleleri de boş bırakılamazdı. Onları da kontrol etmek için dini inançları kullanıldı. Komünizmle mücadele dernekleri ve talebe birlikleri gibi çeşitli yapılar üzerinden halka komünizm ile dinin bağdaşmayacağı propagandası yapılarak solcuların düşman olduğu inancı halkın beynine kazındı.
Böylece aynı zamanda bu dönemde, laik batıcılar ile dindar muhafazakârlar arasındaki çatışmanın temelleri de atılmış oldu.
Şimdi gelelim 1960 darbesine. 1950 seçimlerini kazanan Adnan Menderes, ülkenin ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınmanın ABD desteğiyle gerçekleşeceğini zannediyordu. Marshall yardımları kapsamında gelen dolarlar sayesinde iktidarının ilk yıllarında ülkede bir bahar havası esti. Piyasada dışarıdan gelen sıcak para ve ithalata dayalı bir ekonomik düzen oluştu. Bu düzen kısa sürede dış ticaret dengesini bozdu. Ülkenin döviz ihtiyacı ciddi ölçüde artmaya başladı. Bütün bunların üzerine bir de ABD, 1956 yılından itibaren yardımları kesince, ekonomik kiriz kaçınılmaz oldu. Menderes’in Batı’dan yeni borç bulma girişimleri sonuçsuz kalınca, IMF baskısıyla cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu yapıldı. Ekonomik kriz toplumun her kesimini vurmuş, geniş halk kitleri yönetime karşı ciddi şekilde sesini yükseltmeye başlamıştı. İktidarda kalmak için Menderes, yükselen muhalif hareketi bastırma yollunu seçti. Muhalif basın susturuldu. Menderes’in faşizme varan uygulamaları, halkın önemli bir kesimiyle birlikte silahlı kuvvetleri de rahatsız etmişti. Darbenin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı.
ABD, Türkiye’nin tarıma dayalı bir ekonomi olarak kalmasını istiyordu. Sanayileşmek demek, bağımsızlık demekti. Menderes ilk başlarda ABD’nin yönlendirmesiyle tarım ihracatına dayalı bir ekonomi politikası izlemiş ama zamanla sadece tarımın ülkeyi kalkındıramayacağını, sanayileşmenin de gerekli olduğunu görmüştü. Türkiye sanayileşmediği takdirde büyük sosyal patlamalar yaşanabilirdi. Sanayileşme için ciddi miktarda para gerekiyordu, o para da Türkiye’de yoktu.
Sergeyeviç Kruşçev’in iktidara gelmesiyle Sovyetler Birliği ile ABD arasında bir yumuşama başlamıştı. Menderes, komünizm karşıtı bir lider olmasına rağmen bu yumuşamadan faydalanarak, Sovyetler Birliği’nden kredi bulabileceğini düşündü ve Sovyetlere yanaştı. Türkiye, Sovyetler Birliği’nden kredi alsaydı, belki de Doğu Bloğunun güdümüne girebilirdi. Bu ihtimal doğal olarak ABD ve NATO’yu tedirgin etti.
Bu arada ekonomik krizin etkisiyle ülke kaynıyor, silahlı kuvvetler içindeki çeşitli gruplar darbe hazırlığı yapıyordu. ABD’nin yapması gereken kaçınılmaz hale gelen darbeyi yönlendirmekten ibaretti. Sonuç itibariyle 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti. Darbe bildirisini Amerika’ya özel harekât eğitimi almaya gönderilen Albay Alparslan Türkeş okudu. Alparslan Türkeş konuşmasında “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız” diyordu!
NATO’yu herkes bilir ama CENTO’dan (Merkezi Antlaşma Teşkilatı – Central Treaty Organization) biraz bahsedelim. İngiltere’nin kurduğu kendisi ile birlikte Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’ın üye olduğu, “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamında Sovyetlerin Ortadoğu’ya, petrol bölgelerine inmesini önlemek maksadıyla kurulmuş bir güvenlik örgütüdür.
27 Mayıs Darbesi hakkında tartışmalar hiç bitmeyecektir. Kimileri, ilerici, devrimdi bir ihtilâldi diyecek; kimileri, muhafazakâr ve mukaddesatçılara yapılan bir darbeydi diyecek. Bu tartışmalarla oyalanmanın anlamı yok. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; NATO ve CENTO’ya bağlılık açıklamasıdır. Niçin birilerine, belli merkezlere bağlılık ilan etme ihtiyacı hissediliyor? Yurtdışındaki bazı odaklara bağlılık duyanlara Atatürkçü diyebilir miyiz?
Hatırlayın, 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulunan FETÖ’cüler de TRT spikeri Tijen Karaş’a zorla okuttukları bildiride; “Yurtta Sulh Konseyi Birleşmiş Milletler (BM), NATO ve diğer tüm uluslararası kuruluşlarla oluşturulmuş yükümlülükleri yerine getirecek her türlü tedbiri almıştır” şeklinde bir cümle kullanarak NATO’ya bağlılıklarını bildirmişlerdi. Niçin bu ihtiyaç hissediliyor düşünmek lazım!
Diyelim ki 1960 darbesini haklı gördük. Peki, İsmet İnönü’nün Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’e bir mektup yazarak idamların durdurulmasını istemesine rağmen Menderes ve iki bakanını kim veya kimler astırdı? İdam edilen bakanlardan Fatin Rüştü Zorlu’nun Dışişleri Bakanı, Hasan Polatkan’ın da Maliye Bakanı olması çok ilginç! Bu bakanlar, Sovyetler ile ilişkilerin zeminini hazırladıkları için ve bu ilişkilere taraftar oldukları için asılmış olmasınlar? Günümüzde de devam eden derin kutuplaşmanın temelini atan bu idam tuzağına birilerini kim düşürdü?
1960 Darbesinden sonra silahlı kuvvetlerde sular durulmadı. ABD darbeyi yönlendirmek ve TSK’yı istediği gibi yeniden şekillendirmek istiyordu. Darbenin hemen sonrasında Atatürkçü subayları görevden uzaklaştırma ve tasfiye işlemi başlamıştı. Albay Talat Aydemir’in başarısız iki darbe girişimi (1962-63), istenilen fırsatı altın tepside sundu. Böylece darbe girişimleri bahane edilerek TSK içindeki sol görüşlü diye fişlenen darbeyle alakası olmayan yüzlerce Atatürkçü subay ve astsubaylar da tasfiye edildi.
12 Mart 1971 Muhtırası
Menderes’in Sovyetler Birliği’nden alamadığı kredileri Süleyman Demirel almayı başardı. 1967 yılında iki ülke arasında komşuluk ilişkilerini geliştirme temelinde imzalanan anlaşmalar sayesinde Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri ve İskenderun Demir-Çelik gibi çok önemli sanayi kuruluşları Türkiye’ye kazandırılmıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler devam ediyordu. İlişkilerin daha da gelişme potansiyeli vardı. Bu arada kapitalizm, 1960’ların sonunda tarihinin ikinci büyük krizine girmişti. Kriz Türkiye’yi de derinden etkiledi. Demirel, 1970’te Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük devalüasyonunu yapmak zorunda kaldı. Halkın omuzlarına binen yük sokak hareketlerini yeniden ciddi ölçüde artırmıştı.
Kaynak: Dünya Bülteni
Yükselen antiemperyalist ve sol muhalefet, Batı için büyük bir tehditti. Deniz Gezmiş gibi öğrenci liderlerin öncülüğünde gençler, Amerikan askerlerini denize atıyor, 6’ncı Filo’ya Türk limanlarını kapatıyordu. ODTÜ’lü öğrenciler işi ABD Büyükelçisi Robert Komer’in arabasını yakmaya kadar götürmüştü.
Her ne kadar “Amerikan İslam’ı” ile doktrine edilen muhafazakâr öğrenciler, Mehmet Şevki Eygi gibi etki ajanları sayesinde kışkırtılarak, sabah namazı kıldırıldıktan sonra “tam bağımsız Türkiye” sloganları ile Amerikan askerlerini denize döken öğrencilerin üzerine saldırtılsa da ülkedeki işçi ve gençlik hareketlerinin büyümesini durdurmak mümkün olmuyordu. Stratejik bir bölgede olan Türkiye’nin taraf değiştirmesi Soğuk Savaş’ın bütün dengelerini bozabilirdi.
İşin ilginç yanı ABD karşıtı anti-emperyalist akım ordu içinde de taban buluyordu. Ordunun anti-emperyalist bir tavır koyması, ülkenin iç ve dış politikasını kökünden değiştirebilirdi. ABD’nin komünizmle mücadele doktrini ile beyni yıkanmış devlet aklı hemen devreye girdi. MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu’nun adını koyduğu “BALON” harekâtı uygulamaya koyuldu. Bu plan çerçevesinde Mahir Kaynak gibi MİT ajanları, silahlı kuvvetler içinde solcu bir darbeyi teşvik etmeye başladılar. Bu teşvikin amacı; onlara göre tehlikeli olduğunu düşündükleri solcu subayları tasfiye etmek üzere fişlemekti.
Kaynak: T24
12 Mart tarihinde Silahlı Kuvvetlerin verdiği muhtıra ile Süleyman Demirel istifa etmek zorunda kaldı. Muhtıradan sonra ilk yapılan iş, solcu olarak fişlenmiş ordu içindeki “tam bağımsız Türkiye” diyen Atatürkçü subayları tasfiye etmek oldu. Darbe tuzağını düşen bir kısım subay, haklarında çeşitli davalar açılarak hemen ordudan atılırken, hiçbir şeye bulaşmamış birçok subay da bağımsızlıkçı olduğu için emekliye sevk edildi.
Bu arada CHP’li Nihat Erim’in Başbakanlığında kurulan teknokrat hükümet, ABD karşıtı kim varsa hepsini ezdi geçti. Yeri gelmişken parantez içinde şunu da belirtelim; CHP, Atatürk’ten sonra tam bağımsızlığı unutmuş, her dönemde sağcı partilerden daha çok Batı’ya, NATO’ya ve ABD’ye yaslanma ihtiyacı duymuştur; bu durum bugün de böyledir. 12 Mart’ın açtığı yaralardan birisi de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamıdır. Deniz gezmişin mahkemede yaptığı savunmada ne dediğini hatırlayalım:
“…Yalnız, biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden esasen Türk halkına armağan etmiş bulunuyoruz. Türk halkı ve devletin bağımsızlığına armağan etmiş bulunmaktayız. Bu sebeple ölümden çekinmiyoruz. Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye’nin bağımsızlığını temin edemedik. Bugüne kadar da bu özlem içinde kaldık…
…Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. 35 milyon metrekare vatan toprakları işgal altındayken (o tarihlerde her taraf Amerikan üssü dolu), bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür. Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı…
…Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyorum…”
Tam bağımsız Türkiye diyen gençleri kim astırdı dersiniz? Laik-muhafazakâr çatışmasını derinleştiren bu tuzağa düşenlere Atatürkçü mü diyeceğiz?
12 Eylül öncesinde her hafta onlarca insan, sağ-sol çatışmasında hayatını kaybediyordu. Ben de bir asker olarak Kenan Evren’in 12 Eylül 1980 darbesini yaparak kardeş kavgasına son verdiğini, ülkeyi istikrara kavuşturduğunu düşünenlerdendim. Bu fikrim 2006 yılında değişti. Belçika’nın Université libre de Bruxelles üniversitesinde Uluslararası Siyaset alanında yüksek lisans eğitimi yapıyordum. Küreselleşmenin Ekonomi Politiği dersine gelen Prof. Ronen Palan, 1970’lerde sermayenin yavaş yavaş küreselleşmeye başladığını, bu dönemde Türkiye, Polonya ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerin serbest piyasadan yüklü miktarda borç aldığını, 1973 Arap-İsrail savaşı ve arkasından 1979’da yaşanan İran devrimi neticesinde petrol fiyatlarının inanılmaz ölçüde armasının bu 3 ülkeyi derin bir ekonomik krize sokarak borçlarını geri ödeyemez hale getirdiğini anlatmıştı. Palan’ın anlattığına göre, yeni yeni serbest dolaşıma başlayan küresel sermaye, bu üç ülkede batan parasını kurtaramazsa küreselleşme süreci ağır bir darbe yiyebilirdi. Bu üç ülkeden Türkiye’de devletçilik sistemi vardı, üretim ve finans araçları devletin kontrolündeydi, benzer bir durum Brezilya için de geçerliydi. Komünist Polonya’da ise üretim ve finans araçlarının tek sahibi devletti. Batan paranın kurtarılabilmesi için bu ülkelerin ellerindeki varlıklara el konması, yani özelleştirme yoluyla kapitalist sisteme eklemlenmeleri gerekiyordu.
Anlayacağınız 24 Ocak kararlarının uygulamaya sokulması şarttı. 24 Ocak kararlarını Demirel imzalamış ama yürürlüğe koyamamıştı. Bu kararlar uyarınca; ülke, tek taraflı olarak yabancı sermayeye açılacak; yabancı sermayenin kâr transferlerine kolaylık sağlanacak; tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflere ulaşmak için yapılan kalkınma planlarından vaz geçilecek; günlük kur uygulamasına geçilerek milli paranın sürekli değer yitirmesi sağlanacak (devalüasyon); Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) özelleştirilecek; kamu yatırımları kısıtlanacak; ücret artışları düşük tutulacak; milli kambiyo rejiminden vazgeçilecek; ithalat serbest bırakılacak; temel tarım ürünlerine destek fiyatı (sübvansiyon) uygulanmayacaktı. O dönemde bu uygulamaları bırakın solcuları, ülkücüler bile kabul etmezdi. Bu dönüşümü silah zoruyla halka dayatmaktan başka çare yoktu. Prof. Palan derste, küresel sermayenin batan parasını kurtarmak maksadıyla her üç ülkede de gerçekleşen darbeleri tezgâhladığını ima etmişti.
Bu tecrübemi 2010 yılı Batman Meydan Komutanlığı’nda insansız hava araçlarına takılan ASELSAN yapımı milli kamera sistemini denetlemeye gittiğimizde yemek masasında oturan dönemin Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Korg. Abidin Ünal ve 2’nci Taktik Hava Kuvvetleri Komutanı Korg. Akın Öztürk’e de anlatmış, bütün darbelerin arkasında ABD’nin olduğunu iddia etmiştim. Korg. Ünal kurgunun mantıklı olduğunu söylerken, 15 Temmuz 2016’da benzer bir tuzağa düşerek maşa olarak kullanılan Korg. Öztürk, o gün hiç ses çıkartmamıştı.
12 Eylül’e geri dönelim. Aynı silahla hem sağcı hem solcu gençlerin öldürüldüğü bir dönemde, “darbeyi bir sene önce planladık ama şartların oluşmasını bekledik” diyen, küresel sermayenin tezgâhını göremeyen, üstelik bu tezgâha alet olan, darbe sonrasında CIA istasyon şefi Paul Henze’nin değimiyle “bizim oğlanlar başardı” ödülünü alan, kandırılarak kullanılan, Kenan Evren ve arkadaşlarına, Atatürkçü mü diyeceğiz?
Kenan Evren ile birlikte silahlı kuvvetlerde Atatürk’ün emperyalizm ile savaşını bilmeyen içi boş Atatürkçüler yetiştirilmeye başlandı. Bununla birlikte bir daha sağ-sol çatışması yaşanmasın diye Türk-İslam Sentezi adı altında FETÖ’nün silahlı kuvvetler içerisinde kadrolaşmasının önü açılmış oldu.
Necmettin Erbakan, 28 Haziran 1996’da Doğru Yol Partisi ile koalisyon kurarak REFAHYOL hükümetinin başbakanı olarak göreve başlamıştı. Erbakan kendi tanımladığı ve yarattığı “Millî Görüş” ideolojisinin lideriydi.
Erbakan’a göre kültür emperyalizmi, her türlü kitle iletişim aracını kullanarak milli şuuru yıkmakta, “Gizli Dünya Devleti” olarak da ifade ettiği Siyonizm, kapitalizmi yaygınlaştırarak, faiz ve dolar basımı üzerinden zenginlik devşirmekte, bankaları ele geçirip ülkelerin tabi kaynaklarını sömürmekteydi. Erbakan temel prensip olarak Batılılaşma sürecine karşı çıkan bir liderdi. Özellikle ABD, AET (AB) ya da başka bir Batılı devlete yanaşmanın uzun vadede Türkiye’yi sömürgeci devletlerin esiri haline getireceğini düşünüyordu.
2’nci Dünya Savaşı kurulan dünya düzenini ayakta tutan BM, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve NATO gibi kuruluşlar sadece ve sadece Batı’nın çıkarlarına hizmet ediyor, bu araçlar kullanılarak Müslüman ülkeler sömürgeleştiriliyordu. Erbakan’a göre milli ve manevi değerleri esas alan her açıdan bağımsız bir ülke olmak için ileri teknoloji ve temel yatırım malı üreten ağır sanayii gerekliydi. Her şehre ve her bölgeye sanayi tesisleri yapılmalı, tamamlayıcı ve yan sanayi üretim yerleri birbirine yakın ve bağlantılı olmalıydı. Kısacası Erbakan, parayı betona gömmeyi değil, ağır sanayiye yatırmayı planlıyordu.
Erbakan’dan iki önceki Tansu Çiller liderliğindeki Doğru Yol-CHP hükümeti, Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzalamıştı. Batı’yı “Hıristiyan Birliği” olarak tanımlamayan Erbakan, karar mekanizmasında yer alınmayan ve alınan kararların tatbik edilmek zorunda kalındığı Gümrük Birliği anlaşmasına kesinlikle karşıydı. Erbakan’ın başbakan olmasıyla birlikte zaman içerisinde Gümrük Birliği’nin sorgulanması kaçınılmazdı.
Erbakan görevi devralır almaz, IMF ile ilişkileri askıya almış, mali sistemde ve bankacılık sisteminde düzenlemelere gitmişti. “Havuz Sistemi”ni kurarak kamu gelir ve giderlerini bir hesapta toplanmış, iç ve dış borçların tasfiyesine başlamıştı. Bu kararların ardından denk bütçe sağlanmış, Türkiye emin adımlarla dışa bağımlılıktan kurtulma yolunda önemli adımlar atma yoluna girmişti.
Bakın bu sürecin nasıl sonlandığını Hürriyet yazarı Erdal Sağlam 2011’de kaleme aldığı bir makalesinde nasıl açık ediyor:
“…Özet olarak; Erbakan’ın ekonomik anlayışı, sanayileşmeden finansa kadar devletçi bir ekonomi anlayışı idi…
Bu anlayış, 28 Şubat süreci denilen, hala acısını çektiğimiz siyasete asker müdahalesiyle birlikte, Refahyol Hükümetinin gitmesiyle son buldu. Aynı geleneğin devamı olarak ortaya çıkan, 2002 yılındaki seçimleri kazanan mevcut hükümet (AKP), o dönemden aldığı dersle ekonomik programında piyasacı bir anlayışı ortaya koymuştu ama tam olarak benimsemiş de değildi. İşte bu nedenle Erbakan’ın ekonomi anlayışı hükümetin kurulduktan sonra biraz bocalayıp kabul ettiği, “mevcut ekonomik programı devam ettirme kararı”yla son bulmuş sayılabilir. O dönem, biraz zorla da olsa, karar verilen IMF anlaşmasının devamı, Erbakan’ın ekonomi anlayışının, bence sonunu getirdi. Elbette mevcut iktidar partisi içinde hala Erbakan ekonomisinin etkisinde kalıp, “Merkez Bankası karşılıksız para basabilir” diyenler, hatta partinin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcıları var. Ama bence artık hükümet, daha da önemlisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, piyasa ekonomisinden geri dönüş olmadığını, küreselleşmeye karşı konulamayacağını anlamış durumda…”
Sizin anlayacağınız Erbakan’ın ekonomi ve dış politika çizgisini, kendileri için tehdit olduğunu düşünen küresel güçler, 28 Şubat öncesinde düğmeye basmıştı. Cüppeleriyle, asalarıyla, uzun sakallarıyla, Müslüm Gündüz tiplemeleri piyasaya sürüldü. Devletin içindeki laik, sözde Atatürkçü ama NATO’yu çok seven yapılanma kışkırtıldı. İrtica tehdidiyle korkutulan askerler, müdahaleye zorlandı. Bu süreçte üst akıl, Türkiye’deki laik-muhafazakâr eksenindeki çatışmayı çok iyi manipüle etti.
Sonuçta Erbakan görevden uzaklaştırıldı, Avrupalıların ortak, bizim pazar olduğumuz, ülkemizi milyarlarca dolar zarara uğratan Gümrük Birliği anlaşması bize armağan olarak kaldı. Takip eden süreçte Millî Görüş Gömleğini çıkartan Recep Tayyip Erdoğan iktidara getirilerek, ülkenin milyarlarca dolarının ağır sanayii yerine betona gömülmesi sağlandı.
Şimdi biz bu tezgâha düşen burnunun önünü göremeyen askerlere Atatürkçü mü diyeceğiz?
Bazı akademisyenler ve TSK içerisindeki gerçek Atatürkçüler 2000’li yılların başından itibaren yukarıda anlatmaya çalıştığımız tezgâhı görebilecek tarih bilincine ulaşmaya başlamıştı. Soğuk Savaş reflekslerinden kurtulan bu aydınlar, Türkiye’nin Batı ile sınırlı kalmayıp yavaş yavaş Doğu’ya da açılmasını savunuyordu. Bu aydınlar, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi dayatmalarına karşı çıkıyor, Türkiye’yi parçalanmaya götürecek PKK açılımı ile Atatürk ve Türklük kavramlarının anayasadan çıkarılmasına, federal sistem temelinde yeni bir anayasa yapılmasına direniyorlardı. Batı’nın Türkiye’yi kendi istediği tarzda dönüştürmesine karşı çıkan Atatürkçüler, Hükümetin de desteğiyle FETÖ elemanları tarafından tek tek fişlendi ve sonrasında Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davalarla yine FETÖ’nün elemanları tarafından tasfiye edildi. Erdoğan bu tasfiyelerle önünü açtığını zannediyordu; devleti FETÖ’ye teslim ettiğinin farkında değildi.
20 Mart 2013 tarihinde ABD Kongresi, AB ile ticari ilişkileri geliştirmek amacıyla Brüksel ile Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması konusunda resmi temaslara başlama kararı aldı. Eşzamanlı olarak AB, 25 Mart 2013 tarihinde Japonya ile Serbest Ticaret Anlaşması görüşmelerine başladı. Bu gelişmeler Erdoğan hükümetini korkuttu. Gümrük Birliği’nin ticari açıdan üçüncü ülkelere karşı Türkiye’yi zayıf bırakan durumuna bir de ABD ve Japonya eklenirse Ankara’nın Gümrük Birliği’nden çıkmaktan başka çaresi kalmayacaktı. Bunun üzerine Erdoğan telaş içinde Washington’a bir ziyaret gerçekleştirdi, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’na Türkiye’nin de dâhil edilmesini talep etti. Obama, bu konuda Erdoğan’a yeşil ışık yakmadı. Washington’dan eli boş dönen Erdoğan, bu sefer Moskova’ya, Putin’i ziyarete gitti ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) girme talebini bir kez daha yeniledi. Erdoğan, blöf yapmıyordu. Erdoğan’ın “Bizi ŞİÖ’ye alın, biz de AB’ye allahaısmarladık diyelim” sözü, Türkiye’nin ekseninin Avrasya’ya kaydığının net bir göstergesiydi.
Bu arada 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın KCK davası kapsamında ifadeye çağrılmasıyla Erdoğan ile FETÖ arasında ciddi bir mücadele başlamıştı. Tarafların yeterince gerginlik düzeyine ulaştığını düşünen üst akıl, düğmeye bastı. 17-25 Aralık 2013 operasyonlarıyla bazısı doğru, bazısı düzmece veriler üzerinden AKP Hükümetine başarısızlıkla sonuçlanan bir yargı darbesi girişiminde bulunuldu.
İlerleyen dönemde Temmuz 2015 tarihinde Çukur Hendek savaşlarının başlamasıyla Erdoğan, PKK açılımını sonlandırdı. 22 Mayıs 2016’da Suriye politikasının baş mimarı Ahmet Davutoğlu’nu istifa ettirerek Suriye’de ABD, İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte takip ettiği politikaları terk etti. Eş zamanlı olarak Erdoğan, 12 Haziran “Rusya Günü” nedeniyle Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e bir mektup göndererek, Rus uçağını düşürdükten sonra bozulan Türk-Rus ilişkilerini düzelti. Bu dönemde Suriye’nin geleceğine karar vermek için Türkiye, Rusya ve İran arasında başlatılacak olan Astan görüşmelerinin arifesindeydik. Aynı zamanda Türkiye, Batı’nın baskısıyla Kasım 2015’te iptal ettiği Çin hava savunma sistemleri yerine S-400 almayı düşünmeye başlamıştı. Anlaşılacağı üzere Türkiye, ABD güdümünden kopuyor, ciddi ciddi Avrasya’da yeni stratejik ortaklıkların peşine düşüyordu.
Bütün bunlar olurken FETÖ’ye karşı operasyonlar tüm hızıyla devam ediyor, yargı ve polisteki yapılanması dağıtılıyor, bakanlıklardaki adamları tek tek temizleniyordu. Sıra en gizli yapılanması TSK içindeki Fetöcülere gelmişti. Anlaşılacağı üzere FETÖ, çok sıkışmış, her türlü yönlendirmeye açık hale gelmişti. Bu ortamda CIA’nın FETÖ’yü darbeye teşvik ederek ateşe sürmesi çok kolay oldu. Türkiye’nin eksen kayması düzeltilecek veya stratejik ortak iç savaşa sürüklenecekti. Plan buydu.
Darbe öncesi, alt yapı da çok güzel hazırlanmıştı. FETÖ eliyle açılan darbe davalarıyla geçmişteki darbelerin bütün suçunun masum Atatürkçülere yıkılması planlanıyordu. Bazıları bu süreci topluma şu sözlerle empoze ediyordu: “Ergenekon davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Bu dava 27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan, 27 Nisan’dan süzülüp gelen bir müdahale ruhundan hesap sorulmasıdır. Ergenekon davası Türk demokrasisinin geleceği açısından önemli bir dönüm noktasıdır.”
Açılan bu davalarla toplum, Atatürkçülerin darbeci olduğuna inandırılmaya çalışılıyor, ABD’nin geçmiş darbelerde oynadığı rol gizlenirken, gelecek için Atatürk’e düşman, derinleşen kutuplaşmada birbirini yiyecek taraflar yaratılmak isteniyordu. Darbe başarılı olsaydı Erdoğan yargılanacak ve büyük ihtimalle idama veya ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm edilecekti. Yani ülkedeki kutuplaşmayı derinleştiren yeni bir hamle daha yapılacaktı.
FETÖ darbesinden örnekle, darbe mekaniğinin nasıl çalıştığı hakkında bir hususu daha dikkatlere sunalım. Fetöcüler ya da açık söyleyelim onlara akıl veren yabancı istihbarat, şimdi şu görüşü kamuoyuna yutturmaya çalışıyor:
“Ordu içinde Avrasyacılar (Şangaycılar) ve NATO’cular diye iki grup varmış. 15 Temmuz 2016 darbe girişimini Şangaycılara karşı NATO’cular yapmış. Fakat darbe girişimini önceden haber alan Avrasyacılar, Erdoğan ile işbirliği içinde bu girişimi bir tasfiye operasyonuna çevirmiş. Cemaatten (FETÖ) de 3-5 kişiyi buraya monte ederek yıllardan beri demokrasiyi destekleyen bir camia lekelenmeye çalışılmış. Akıncı’da yakalanan o 3-5 cemaatçi sivil aslında Gülen’e ihanet eden hainlermiş. Darbeye FETÖ darbesi süsü verilmesi, devlet kurumlarındaki istenmeyen memur ve bürokratların tasfiyesini kolaylaştırmış. Cemaatçi diye bilinen adamlar gerçekte darbenin karşısında yer almış. Cemaat demokratik bir yapıymış, katılımcı demokrasiye, özgürlükçü demokrasiye öteden beri sahip çıkıyormuş. Cemaat asla böyle bir lekeyi kabul edemezmiş ama üzerine leke sıçramış.”
Bakın, 15 Temmuz hain darbe girişimi, mistik anlatımlarla, Şangaycılar-NATO’cular gibi alengirli kelimeler kullanılarak, ordu içinde kesinlikle var olmayan iki hayali grubun üstüne yıkılmaya çalışılıyor. Bu uydurma senaryo ile yapılmak istenilen algı operasyonunun asıl amacı, darbenin dış bağlantısını gizlemektir. Her zaman böyle olmuştur; tüm darbeciler, kendi haklı gerekçelerini yaratarak, kendilerini temize çıkarmaya çalışırken, otomatikman darbenin dış bağlantılarını gizlerler. Aynı zamanda kendi gerekçelerine inandıkları için darbede piyon olarak kullanıldıklarının da farkına varmazlar ve her seferinde hiç bitmeyecek onlarca yıl sürecek tartışmalar açılarak çatışma içe döndürülür, bu arada azmettirici hepten unutulur.
15 Temmuz, FETÖ’nün maşa olarak kullanıldığı bir CIA darbesidir. Artık bunu hiç kimse gizleyemez. Yine aynı soruyu soralım: 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde bulunarak, Türkiye’yi yeniden ABD güdümüne sokmaya çalışanlara veya bu kalkışma ile ülkeyi iç savaşa sürüklemek isteyenlere hizmet eden gafillere, Atatürkçü mü diyeceğiz?
Alınacak Ders
İlk defa tarihte bir Amerikan darbesini savuşturduk. Bunu sokağa çıkan Türk milletine borçluyuz. Buradan çok büyük dersler almamız gerekiyor.
Dış güçler, karşıtlıkların kullanıldığı diyalektik bir akıl yürütme biçimiyle plan yapıyor. Yabancı istihbarat örgütleri, istihbarat örgütü iyi çalışmayan, analiz yeteneğinden yoksun, stratejik düşünme kabiliyeti olmayan siyasilerle yönetilen üçüncü dünya ülkelerinde, önce birbiriyle çatışan iki kutuplu bir yapı oluşturuyor. Sonra tarafların hassasiyetlerini manipüle ederek çatışma çıkartıyor, çatışma sonucu değişen iç dengelerden faydalanarak ülkeyi kendi istekleri doğrultusunda yeniden şekillendiriyorlar. Bu kapsamda Batılı istihbarat örgütleri, 1950’lerden beri Türkiye’de her iki tarafı da destekleyerek laikler ile muhafazakârlar arasında düşmanlığa varan bir çatışma ortamını yaratmayı başardı. Bundan sonra da yine aynı fay hatları üzerinden etki ajanları vasıtasıyla çatışma çıkartıp, çatışmadan faydalanarak ülkeyi şekillendirmeye çalışacaklar. Artık bu basit tuzaklara düşmeyelim.
Ama ne yazık ki gidişat o yönde değil. Soğuk Savaş döneminde inşa edilen Atatürkçü görünümlü Amerikancı vesayetten kurtulurken, bu sefer ülkeyi kendi elimizle muhafazakâr görünümlü Şeriatçı bir vesayete doğru sürüklüyoruz.
Siyasal İslam’ın, yani dini siyasete alet ederek oy devşirmenin ülkeyi bir yere götürmeyeceği, sadece ve sadece İslam inancını yıprattığı önünde sonunda herkes tarafından görülecek. Fakat kaybettiğimiz bu sürede şimdiden merdiven altı tarikatların yarattığı bir Müslüman tipi ülkeyi sarmaya başladı. Bunlar, zikir törenlerinden hoplayıp zıplayıp, yerlere yatıp yuvarlanarak kendinden geçmeyi, şeyhine tapmayı Müslümanlık zannediyor. Bu tipler, ancak ve ancak İsrail’e gönüllü asker olabileceklerinin farkında bile değiller. Bu tiplerin, Batılı istihbarat tarafından kurulan El-kaide ve İŞİD gibi örgütler vasıtasıyla kendi ülkelerini iç savaşa sürüklemek için kullanıldığını Afganistan, Suriye, Libya ve Irak örneklerinde gördük.
Bir süre sonra, halkın büyük kesimi Siyasal İslamcı partilerin çözüm olmadığını görüp başka partileri iktidara getirdiğinde, devlet içinde yuvalanmış bu tarikatlar problem çıkarmaya başlayacaktır. “Din elden gidiyor” söylemi, Osmanlının son dört yüzyılına damgasını vuran bir söylemdir. Osmanlı döneminde yaşanmış Patrona Halil İsyanı (1730) ve Kabakçı Mustafa İsyanı (1807) gibi isyanlar, “din elden gidiyor” sloganıyla yenilikçi padişahlara karşı yapılan gerici isyanlardandır. 31 Mart (13 Nisan 1909) olayı ise padişah lehine “‘şeriat” isteği ile yapılan Nakşibendi ayaklanmasıdır. Hangi saik ile kime karşı yapılmış olursa olsun, bu isyanlar her seferinde ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemiştir.
Askerin Siviller Tarafından Kontrolü Nasıl Sağlanır?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, önce sahte Balyoz darbe planı ile kendisine karşı yapılacak bir darbe girişimine karşı vehme sevk edildi. Arkasından gerçek FETÖ darbe girişimi geldi. Anlaşıldığı kadarıyla şimdi kendisine karşı ordu içinden herhangi bir hareket olmaması için tedbir almaya çalışıyor. En son alınan Yüksek Askerî Şûra kararları bu yöndeki gidişatın bir habercisi gibi. Dışarıdan bakılınca kendi ordusunu yaratmaya çalıştığı izlenimi ediniliyor. Tabi bu ihtiyaçtan faydalanmaya çalışan tarikatların da olduğu görülüyor. Dünyanın neresinde, hangi siyasal sistemde olursa olsun, askerin siyasete bulaştığı bir ülke, kesinlikle istikrarsızlığa sürüklenir. Kendi ordusunu yaratmaya çalışmak, askeri siyasete bulaştırmanın en tehlikeli yöntemidir. Ordu içerisinde gelecek yılları ipotek altına alan, yeni muhtıra ve darbelere zemin hazırlayan cuntalar yaratılır.
Muhafazakâr görünümlü gerici vesayet, Atatürk maskeli Amerikan vesayetinden çok daha tehlikelidir. Çünkü bu yapılar, “din elden gidiyor” içeriğiyle Batı tarafından yapılacak manipülasyonlara çok daha açıktır. İnanç üzerinden yaratılan bir çatışma, ülkeyi iç savaşa kadar götürebilir.
Elinde silah tutan, üniforma giyen askerin siyaset yapma hakkı yoktur. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurduktan sonra ilk yaptığı iş, askeri siyasetten uzaklaştırmak olmuştur. Atatürk, “Ordu mensuplarımızın vatan meselelerini düşünmeleri tabidir. Buna bigâne kalamazlar. Fakat fırka meselesiyle bunu ayırmak lüzumu vardır” diyerek, askerin devlet meselelerinde her zaman söz sahibi olduğunu söylemiş ama bu işi bir siyasi parti penceresinden bakarak yapamayacaklarının altını çizmiştir.
Demokratik ülkelerde Ordunun sivil otoritenin denetimi ve kontrolü altında olması esastır. Bu olgu tartışmasız doğrudur. Orduyu başıboş bırakırsanız, hele bir de istihbarat ve polis birimlerinden bilgi akışını keserseniz, FETÖ örneğinde olduğu gibi illegal örgütlerin Ordunuzu istila etmesini engelleyemezsiniz. Peki, Ordunun denetim ve kontrolü nasıl olacak?
İktidarda kim olursa olsun, kendi seçtiği komuta kademesiyle çalışması hakkıdır. Orgeneral/oramiral ve korgeneral/koramiral rütbeleri asıl komuta kademesini oluşturur ve bir anlamda siyasi makamlardır. İktidardaki siyasilerin bu rütbedeki askerlerin terfi ve atamalarında söz sahibi olması doğaldır ve gereklidir. Ancak alt rütbeler, tümgeneral, tuğgeneral ve albaylar sahadaki birliklerin komutanlarıdır. Bu rütbelere gelecek subayları da siyasiler seçmeye başlarsa işte o zaman albaylar Beşte Millet Camiinde cüzdanlarını düşürmeye başlar, böylece silahlı kuvvetleri siyasetin tam göbeğine çekmiş olursunuz. Geleceğin muhtıra ve darbelerine yatırım yaparken, bir de silahlı kuvvetler içerisinde emir-komuta zincirini zayıflatırsınız. Ordu zamanla savaşamaz hale gelir. Osmanlı dönemindeki Balkan yenilgisinin asıl sebebi budur.
Siyasiler, askerin kendi adamları olmasını ister; dış güçler de kendi ideolojilerine biat etmiş olanı ya da kolay manipüle edilecek ideolojilere sahip olanları tercih eder. Bu düzende “tam bağımsız Türkiye” diyen, gerçekten Atatürkçü, ileriyi görebilen subayların silahlı kuvvetlerde barınma şansı yoktur. Bağlantısız, sadece ve sadece devletin ve milletin çıkarını düşünen subaylar, her iki tarafa da bela olur. İçeridekiler buna müsaade etse, dışarıdakiler etmez; dışarıdakiler görmese, içeridekiler bulur, tasfiye eder. Bu bağlamda Atatürkçüler şimdiye kadar hiç darbe yapmamış ve bundan sonra da yapmayacaktır. Ama bir tarafın adamı olanlar, geçmişte olduğu gibi gelecekte de darbe yapacaklardır. Gerçek bir Atatürkçü resmi görür, geleceği okur, onun bunun oyuncağı olmaz.
Son YAŞ toplantısında Balyoz gibi isimli davalarda yargılanıp beraat ettikten sonra general/amiral rütbesine terfi eden subayların emekliliklerine şahit olduk. Yazıldığı gibi eğer gerçekten birileri bu tasfiyeyi Erdoğan’a bu subaylar Perinçekci diye yaptırdıysa, o birilerinin eski ve/veya yeni gladyo bağlantılarını incelemek gerekir. Unutmayın gerçek Atatürkçüler, bazen Balon operasyonlarıyla solcu diye, bazen Balyoz operasyonları ile darbeci diye, bazen de Perinçekci gibi yaftalamalarla tasfiye edilir, sistemde barındırmazlar.
İşin daha da kötüsü gerçek Atatürkçüleri sağ-sol fark etmeksizin hiçbir siyasi partide de göremezsiniz, onlar hep tasfiye edilir. Çünkü Türkiye, milletin hizmetkarlarına bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir!…
[1] https://www.haberturk.com/blog/bedia-ceylan-guzelce/745922-menderesi-nato-astirdi
[2] http://aykiriakademi.com/dusunce-balonu/dusunce-balonu-fark%20yaratanlar/thko-davasinda-deniz-gezmis-in-savunmasi
[3] Türk Dış Politikasına Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Politik Vizyonunun Etkisi, Murat Yıldız
[4] http://blog.ilem.org.tr/alternatif-ekonomik-soylemleriyle-necmettin-erbakan/
[5] POLİTİK AKTÖR OLARAK NECMETTİN ERBAKAN’IN TÜRK SİYASETİNDEKİ YERİ* Ömer BAYKAL** & Ömer ÇAHA, https://dergipark.org.tr/download/article-file/394612
[6] https://www.milligazete.com.tr/haber/1524386/necmettin-erbakanin-ekonomi-vizyonu-ve-havuz-sistemi
[7] Erbakan’ın ekonomi anlayışındaki değişim, Erdal Sağlam, Hürriyet, 28 Şubat 2011, http://www.hurriyet.com.tr/erbakan-in-ekonomi-anlayisindaki-degisim-17140137
[8] https://www.aydinlik.com.tr/ataturk-un-ordu-siyaset-iliskisine-bakisi-tarih-mayis-2018