Yazar: Fatih Bengi, Sun Savunma Net, 9 Nisan 2018
1973 yılında Hem Dışişleri Bakanı hem de Başbakan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Henry Kissinger, ‘‘Gıda’’yı, petrol jeo-politikasıyla beraber en ön sıraya koydu. Kissinger’a göre “Tarım, Tarım Bakanlığı’nın ellerine bırakılmayacak kadar önemliydi. Yani artık Amerikan tarım endüstrisinin aile işi olmaktan çıkıp, küresel şirket tarımcılığına dönüşmeliydi. Kissinger o dönemde bir gazeteciye, ‘‘Dünya Hâkimiyeti’’ konusunda şu görüşünü ortaya koymuştu:
‘‘Petrolü kontrol edersen, ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin.’’
Yiyecek pazarının ABD hâkimiyetinde olması aslında, 1970’lerde Nixon ile beraber başlamış olan uzun vadeli bir strateji planıydı. Yeşil devrim ve kırma tohumlar, Amerikan şirket tarımcılığına yeni ve kontrollü bir piyasa vaat ediyordu. Amerika Birleşik Devletlerinin 32. Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in Tarım Bakanı Henry Wallace, seçkin araştırmacılarca desteklenen, daha fazla mahsul verecek olan Pioner Hi-Bred şirketini kurmuştu. Bu adımla, birçok tohum devinin önü açılmış ve genetik tohumların temeli atılmış oluyordu. Kısa sürede Rockefeller-Ford yeşil devrimi, Hindistan hükümeti tarafından da benimsendi. Kırma tohumlar ve kimyasallar hızla sonuç verdi.
1974 yılında Birleşmiş Milletler, Roma’da büyük bir Gıda Konferansı düzenledi. Roma konferansında ABD’nin liderliğinde, dünya gıda kıtlığı açısından sözde alarm verici derecede artan nüfus tartışıldı.
10 Aralık 1974 tarihinde Birleşmiş Milletler, Kissinger Raporu olarak da bilinen NSSM-200 (National Security Study Memorandum – Ulusal Güvenlik Çalışma Bildirisi) adlı çalışmada nüfus kontrolü, stratejik hammadde ve gıda politikasından bahsediliyordu. Bu gizli proje, Nixon tarafından John Rockefeller’in tavsiyesiyle başlatılmış ve NSSM 200 olarak adlandırılmıştı. Planın ana konusu, nüfusun azaltılması politikalarıydı. Bu acımasız politikaya karşı Katolik Kilisesi, Romanya hariç tüm komünist ülkeler, Latin Amerika ve Asya ulusları tepki gösterdiler.
Almanya doğumlu, Yahudi asıllı ABD’li siyasetçi Henry Kissinger, ABD politikasını yürüten elitlerin öngördüğü zorlayıcı tedbirleri ileri sürmeye devam etti. Gıda yardımının ulusal gücün bir aracı olduğunu söyledi. Yalın bir yorumla ‘‘Ya kısırlaştır ya da açlıktan öl’’ olarak adlandırılan bu gizli plan üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ uygulanıyor olabilir. NSSM-200 ana başlıkları aşağıda sunulmuştur:
Zengin bir Amerikalı olan Andrew Carnegie: ‘‘Servet, küçük miktarlarda halka dağıtmaktansa, ırkımız için daha büyük bir potansiyele dönüştürülebilir’’ demiştir. Bir anlamda para, onu iyi kullanmayı bilen zenginlere aittir.
Yeni kurulan Rockefeller Vakfı hedefini; sürüden zayıfları seçip çıkarmaya veya sistematik olarak kalitesiz türleri elemeye odaklamıştı. Rockefeller Vakfı’nın yaptığı ilk hayır işi projesi; New York Cold Spring Harbour’daki Soy Arıtım Kayıt Ofisi ve Amerikan Soy Arıtım Derneği’ni maddi olarak desteklemek olmuştu. Rockefeller, Carnegie ve diğer bazı zenginler, 1920’de ‘‘Sosyal Darwinizm’’ adını verdikleri, servetlerin birikimini haklı gösteren, üstün ırkın hayatta kalıp güçsüzün ölmesinin ilahi kanıtı olan Malthusyan fikre inanmışlardı. John Davison Rockefeller, Frederick Osborn, Henry Fairchild, Alan Gregg gibi soy arıtım ve ırk bilim teorisyenleri arasında büyümüştü. Onlar için kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin nasıl yaşayacağına, karar vermek doğal bir şeydi. Onlar, insanları en iyi soyu elde edebilecekleri bir koyun sürüsü olarak görüyorlardı.
Artık aile yatırımlarını, petrolden tarıma döndürmeye başlamıştı. 1941 Martında henüz ABD’nin savaşa girmesine dokuz ay kala, Lourance Rockefeller, Latin Amerika’daki İngiliz finans baskısından faydalanarak Kolombiya’daki Magdelana Nehri kıyısında 1,5 milyon hektar arazi satın aldı. Nelson da, Venezuela’da bir zamanlar Simon Bolivar’a ait olan büyük bir çiftlik aldı. Rockefeller’in, Meksika’da başlattığı yeşil devrim, 1950 ile 1960 arasında tüm Latin Amerika’ya yayılmıştı. Bundan kısa süre sonra Rockefeller’in Asya’daki şebekelerinin desteğiyle, Hindistan ve başka yerlere de girdi. Tarım küreselleşirken, Rockefeller de bu ilerlemeyi şekillendirmekteydi. 1950’lerde Rockefeller Vakfı’ndan Norman Borlaug, Meksika’ya gelerek melez, pas tutmaz buğday ve melez mısır tohumları üzerinde çalışmalara başladı. GDO’lar ise bu çalışmalardan birkaç on yıl sonra gelecekti.
1966 yılında geniş fonlara ait başka bir vakıf Ford Vakfı, Rockefeller’e katıldı. Rockefeller kardeşler, bir yandan işlerini petrolden, tarıma kaydırırken, öte yandan Harvard Üniversitesi’nde gıda üretiminde merkezi kontrolün sağlanması üzerine çok az kimsenin farkında olduğu bir araştırma yürütüyorlardı. Yaratıcıları, geleneksel tarımdan ayırt edebilmek amacıyla ona ‘‘Şirket Tarımcılığı’’ adını vermişlerdi. Şirket tarımcılığı ve yeşil devrim el ele yürüyorlardı. Bir süre sonra devreye girecek olan genetik uygulamalar da planın bir parçasıydı. Bir profesör olan Ray Golberd, gen değişimli şirket tarımcılığı devrimiyle ilgili olarak; “küresel ekonomi ve toplumu değiştirmek için insanlık tarihinin görmüş olduğu en dramatik olaydır” demişti.
Hükümet düzenlemeleri, gıda güvenlik standartları ve tekel yasaları gevşedikçe, özellikle Reagan-Bush döneminde geleneksel tarımın yaşadığı dönüşümü, sıradan bir tüketicinin anlaması zor hale gelmişti. Pek çok insan, hâlâ çiftlikten geldiğini sanarak, mahalle marketlerinden güzel ambalajlanmış sığır ya da domuz eti almaya devam ediyordu.
1980 ve 90’lı yıllarda geleneksel çiftçiler, topraklarını ve sürülerini terk etmeye zorlandıklarında, şirket tarımcılığı hemen bu boşluğu doldurdu. Rockefeller Vakfı’nın 1930’lardaki Başkanı olan Warren Weaver, bir fizikçiydi. O ve Max Mason, Vakfın yeni biyoloji programını yönettiler. II. Dünya Savaşı sırasında, Weaver ve Rockefeller Vakfı, moleküler biyoloji alanında yapılan tüm uluslararası araştırmaların merkezindeydi. Rockefeller Üniversitesi bilim adamı Avery, MacLeod ve McCarty, bir genin bir bakteri hücresinden diğerine iletimini tanımladılar.
Auckland Üniversitesi’nin emekli kıdemli öğretim üyesi ve bir biyolog olan Dr. Robert Mann, Rockefeller’in indirgemeci basitleştirmesinin olası sosyal tehlikeleri nasıl yadsıdığıyla ilgili olarak gerçekten bir sorun olduğunu vurguladı: ‘‘Açıkça görülmektedir ki genetik mühendisliği ile ilgili risk analizi çalışmaları çok yanıltıcıdır.’’ Mann, ayrıca şunları belirtti:
‘‘Canlı bir hücrenin sistemi, hiçbir virüs ya da yabancı plazmid (prionlar öyle dursun) yayılmamış olsa bile, bir nükleer reaktörden kıyas kabul etmez biçimde daha karmaşıktır. Kötü biçimde sapılabilecek yan yolların çoğunun hayal edilme olasılığı yoktur. Gen iliştirme çalışmalarının çoğu sonuç vermez; bazıları istenen sonucu verebilir, ancak tıpkı nükleer güçte olduğu gibi yapılacak bazı büyük hatalar, bu yaklaşımın bilime ve yaşama uygulanmasını önleyecek şekilde değerlendirmemize nedene olabilir.’’
Prof. Abigail Salyers, prestijli Microbiological Review (Mikrobiyolojik Değerlendirme)’de, genetik bilimi için kullanılan biyolojik malzemelerden olan ‘‘Plazmidler’’ için şu uyarıyı yaptı:
‘‘Plazmidler küçük DNA parçalarıdır. Değiştirilmiş genlerin basit öngörülebilir taşıyıcılardırlar. Yaygın kanıya göre; bir geni genetik olarak değiştirilmiş bir mikro organizmaya sokmak için kullanılan bir plazmid, aktarılamaz kılınabilir. Aksine “güvenli” plazmid diye de bir şey yoktur. Hayatta kalabilmek için yanıtlamamız gereken bir bilmece şudur: antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir?’’
Londra Toplum Bilim Enstitüsü’nün Başkanı olan biyolog Dr. Mae Wan Ho; ‘‘Profesyonel GDO bilim adamlarının söylediklerinin aksine, süreç o kadar kesin değildir. Denetlenmesi mümkün değildir ve güvenilmezdir. Genellikle ana genoma hasar verilerek ya da bu genom karıştırılarak, tamamen öngörülemez sonuçlara sahip olarak sona erer’’ vurgusunu yapmıştır.
1984’te, genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin, doğal ortama bırakılmasının tehlikeleri hakkında Amerika’daki araştırma! laboratuvarlarında ciddi bir bilimsel uzlaşma yoktu ve çok önemli şüpheler devam ettiği halde, Rockefeller Vakfı, genetik değişiklik sürecine büyük küresel kaynak ayırmaya devam etti.
Başlangıçta Vakıf, sanayileşmiş dünyadaki 46 bilim laboratuvarına kaynak sağladı. Zürih’teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü ve Almanya’daki Freiburg Üniversitesi’ndeki Uygulamalı Biyolojik Bilimler Merkezi de bulunuyordu.
Vakfın propagandacıları, A vitamini eksikliğinin, gelişmekte olan ülkelerdeki yeni doğan bebeklerde körlüğün ve ölümlerin önemli bir nedeni olduğunu iddia ettiler. BM istatistikleri, dünya çapında 100 ila 140 milyon çocukta, bir şekilde A vitamini eksikliği bulunduğunu ve bunların arasında 250.000 ila 500.000’inin kör olduğunu gösterdi. Bu duygusal hikâye tartışmalı yeni genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin ve tahılların kabul edilmesini teşvik etmek için kullanıldı. 2000 yılı itibariyle Rockefeller Vakfı ve İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü, kendilerinin A vitaminli ya da beta-karotenli pirinç olarak adlandırdıkları pirinci üretmek için, nergis bitkisinden iki adet geni, bir bakteri geniyle birlikte başarılı şekilde alarak, pirinç DNA’sıyla birleştirdiklerini duyurdular.
Vücutta A vitamini üreten beta-karoten pirinç tanelerini turuncu renkli yaptığından, başka bir zekice pazarlama hamlesi olarak bu pirince ‘‘Altın Pirinç’’ denildi, zira altın, ne biçimde olursa olsun herkes tarafından imrenilen bir maddeydi. Artık insanlar bu pirinci çocuklarına yedirerek aynı zamanda çocuklarında körlüğü ve diğer A vitamini eksikliği belirtilerini de önleyebileceklerdi. Rockefeller Vakfı’nın basın bültenlerinde bahsetmediği, ancak doktorların ve bilim adamlarının bildiği bir şey vardı! Büyük miktarlarda A vitamini aslında hiper vitaminoza, ya da bebeklerde beyin hasarına ve başka zararlı etkilere yol açan A vitamini zehirlenmesine neden oluyordu.
Ayrıca, bir insanın, A vitamini payının hepsini karşılamak için, günlük olarak tüketmesi gereken pirinç miktarı 9 kiloydu. Asya’daki günlük 300 gramlık pirinç tüketimi oranı, günlük ihtiyacın yalnızca % 8’ini sağlıyordu. Rockefeller Vakfı’nın Başkanı Gordon Convvay, bu eleştirilere mahcup bir şekilde şu yanıtı veriyordu: “Öncelikle altın pirinci, A vitamini eksikliği sorununa bir çözüm olarak düşünmediğimizi ifade etmek gerekir. Daha çok beslenme açısından meyveler, sebzeler ve hayvani ürünlerle çeşitli kuvvetlendirilmiş gıdalara ve vitamin katkıları için mükemmel bir tamamlayıcı görevi yapmaktadır’’. Altın pirinç, biyoteknoloji kullanan genetik mühendislik endüstrisi için büyük bir propaganda aracı olmuştu. İngiliz tıp dergisi The Lancet’in editörlüğünü yapan ve çok önemli bir tıp uzmanı olan Dr. Richard Horton: “Dünyadaki açlık için teknolojik bir gıda çözümü aramak. Yeni yüzyılın ticari açıdan en kötü niyetli boş girişimi olabilir’’ dedi ancak onu çok az kişi dinledi.
80’lerin sonlarında David Rockefeller ve Chase Manhattan Bank’ın yakın bağlar kurduğu, Başkan Menem’in henüz seçildiği Arjantin, ilk geniş ölçekli GDO testi için biçilmiş kaftandı. 2005’te çok daha küçük ama hızla genişleyen GDO ülkelerine, GDO’ları kanunla yasaklayan Brezilya da dâhil oldu. GDO’ların ekimi o kadar yayılmıştı ki artık kontrol edilebilmesi mümkün değildi. Kanada, Çin, Güney Afrika gibi ülkeler o zamandan sonra yeni programlar yürürlüğe koydular.
Bunların hemen arkasından, geniş arazileri ve gevşek kanunlarıyla eski Sovyet uyduları; Romanya, Polonya ve Bulgaristan gelmekteydi. Endonezya, Filipinler, Kolombiya, Honduras ve İspanya da belirgin bir şekilde bu yöntemleri uyguluyorlardı.
Artık George W. Bush, Irak işgalini şöyle yorumluyordu: “Bizim Irak’ta bulunma sebebimiz, buraya ‘demokrasi tohumlarını ekmektir. Bu ‘‘tohumlar’’, serpilecek ve tüm otoriteryanizm bölgesine yayılacaktır. George W. Bush, ‘‘demokrasi tohumlarından’’ bahsettiğinde, çok az insan ‘‘Monsanto’’nun tohumlarını kastettiğini anlayabilmişti. Mart 2003’te ABD’nin işgalini takiben, ülkenin ekonomik ve politik gerçekleri radikal olarak değişti. Mayıs 2003’te, Paul Bremer, Geçici Koalisyon Güçleri’nin (CPA) ya da işgalci otoritenin başına getirilmişti. İşgal yönetimi, Iraklı çiftçilere reddedilmesi güç bir teklifte bulunmuştu: ‘‘Bizim GD tohumlarımızı alın ya da ölün’’. Dikkat çekecek şekilde Bremer, yeniden yapılandırma işinin dış işlerinin sorumluluğu olmasına rağmen, raporlarını, sadece Pentagon’daki eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e rapor ediyordu. Bremer, 30 yılda Latin Amerika’nın borçlu ülkelerinde yapılan değişikliklerin daha ağırını bir ayda Irak’ta gerçekleştirdi.
Bremer’in ilk işi, 500.000 kişilik bir işçi ordusu kurmak oldu. Bu ordunun çoğunluğu askerler, doktorlar, hemşireler, öğretmenler, yayıncılar ve matbaacılardan oluşuyordu. Ülkenin sınırlarını kısıtlamasız ithalata açtı. Hiçbir vergi, denetim, tarife, gümrük yoktu. İki hafta sonra Bağdat’a giderek Irak’ın ‘‘ticarete açık’’ olduğunu açıkladı. İşgalden önce petrole dayalı olmayan Irak ekonomisi, çimentodan kâğıda, çamaşır makinesine kadar her şeyi üreten 200 adet devlete ait şirkete bağlıydı. Haziran 2003’te Bremer, bu şirketlerin derhal özelleştirileceğini açıkladı. ‘‘Devletin verimsiz işletmelerini, özel sektörün ellerine bırakmak, Irak ekonomisini düzlüğe çıkarmak için esastır’’ demişti.
Daha da ötesi bu kanunlarla Irak’taki en radikal dönüşüm olan GDO’lu gıda üretimi için de yol açıldı. Bu bitkileri ekmek isteyen çiftçiler, teknoloji ücreti ve patentli tohumlar için yıllık lisans parası ödemeyi kabul ettiklerine dair anlaşma imzalıyorlardı. Bu tohumlardan bir kısmını bir dahaki hasat yıllarında kullanmak için saklayan çiftçiler, şirket tarafından ağır cezalara çarptırılıyordu. ABD’de mahkeme tarafından bozulana kadar, ‘‘Monsanto’’ bir çuval tohum bedelinin, 120 katına kadar ceza ücreti talep ediyordu. Iraklı çiftçiler artık çok uluslu GD tohum devlerinin tebaası haline gelmişlerdi. Irak, tarihsel olarak medeniyetin beşiği olan Mezopotamya’nın bir parçasıydı. Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında, verimli topraklara sahipti. Çiftçiler, tahminen M.Ö. 8000 yılından beri bu topraklarda tarım yapıyordu. Günümüzde kullanılan her tür buğdayın tohumlarını da onlar geliştirmişlerdi. Bunu da, bir miktar tohumu saklayıp tekrar ekerek, ‘‘doğal dirençli kırma türler’’ yetiştirerek başarıyorlardı. Iraklılar, bu kıymetli tohumları, sonradan ABD’lilerin yaptıkları işkencelerle adı duyulan Abu Ghraib şehrindeki bir tohum bankasında saklıyorlardı. İşgal sırasında çeşitli bombalamalara maruz kalan bu tarihi ve paha biçilmez tohum bankası yok oldu.
Bununla beraber eski Irak Tarım Bakanlığı, bu tohumların yedeklenmesi için Suriye’ye örnekler göndermişti. Bu önemli tohumlar halen Suriye’nin Halep şehrinde, Kuru Bölgeler için Tarım Araştırmaları Merkezi’nde (ICARDA) saklanmaktadır.
Irak, gıda üretim ve geliştirme adına, Monsanto, DuPont ve Dow gibi şirketlerin elinde çok büyük bir genetik laboratuvarına dönüştü. On yıldan fazla bir süre Iraklı çiftçiler, ABD-İngiltere önderliğinde tarım ekipmanları ambargosuna maruz bırakıldı. Ayrıca Irak şanssız olarak 3 yıllık bir kuraklık dönemi geçirmişti ve elindeki tahıl azalmıştı. Yıllar süren ambargo, kuraklık ve savaşın etkileri, Irak’taki tahıl stoklarını 1. Körfez Savaşı seviyesinin altına indirmişti. 2003’e kadar Irak halkı Birleşmiş Milletler’in petrol karşılığı verdiği yiyeceğe bağımlı yaşadı.
1990’ların ortalarına doğru Dünya Ticaret Örgütü (WTO)ve Washington desteğiyle aynı gen devleri; Monsanto, Dow, DuPont, Syngenta ve birkaç küçük şirket daha patentlenmiş tohumları dünya pazarına saldı. AB 1997’nin sonlarına doğru GD ürünlerinin alım satımını durdurdu. Bush’un esas hedefi, 1997 AB yasağını kaldırmaktı.
Bağımsız tohum bayileri, Monsanto, DuPont, Dow, Syngenta, Cargill ve diğer büyük tarım işletme firmaları tarafından bir bir yutulurken çiftçiler, gittikçe Monsanto ve diğer GDO tohum bayilerine daha çok bağımlı hale getiriliyordu. Amerikan çiftçileri, bu yeni tarz toprağa bağlı köleliğe ilk maruz kalanlardandı.2001 yılında Amerikan Yargıtay kararnamesine göre; Monsanto, ücretlerini ödemeyenleri, duruşmalarda çok ağır yasal tazminatlarla cezalandırıyordu. Monsanto ve diğer GDO tohum şirketleri, çiftçilerin her yıl yeni tohumlar için ödemede bulunmasını talep ettiler. Çiftçilerin bir önceki yılın tohumlarını tekrar kullanmaları yasaklandı.
Rockefeller Vakfı Başkanı Gordon Convvay yayınladığı kamu açıklamasında, ikinci bir Yeşil Devrimi “Gen Devrimi” olarak tanımladı. Convvay, ‘‘2020 yılında dünyanın beslenmesi gereken 2 milyar boğaza daha sahip olacağını göz önünde bulundurarak’’, ‘‘nüfus artışına ayak uydurabilmek için, önümüzdeki 30 yıl boyunca gıda üretiminin geliştirilmesinde’’ GDO mahsullerinin gerekli olduğu konusunda ısrarcıydı.
2003’ün başlarında Hindistan hükümeti, 1000 ton genetiği değiştirilmiş soya- mısır karışımının ülkeye ithalini durdurdu. Bunun nedeni ise, genetiği değiştirilmiş gıdaların, insan sağlığına zararlı olabileceği ve bu gıdaların henüz yeterli derecede test edilmemiş olmasıydı.
Monsanto, Dow, DuPont ve onları destekleyen Washington Hükümeti’nin belirgin stratejisi, GDO tohumları yeryüzünün her köşesine yaymaktı. Bunu yaparken de, önceliği savunmasız, ağır borç yükü altındaki Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere, ya da Polonya ve Ukrayna gibi hükümet denetimlerinin az, yolsuzlukların yüksek olduğu ülkelere verdiler. Bir kez ekildikten sonra tohumlar, tüm bölgeye yayılacaktı, ileriki bir tarihte, küresel GDO tohum şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü yaptırımlarıyla tehdit ederek gezegenin gelişen bölgelerindeki tohum tedarikine hâkim konumda olacaklar ve dilerlerse yaşamak için gerekli olan tohum tedarikini kesebileceklerdi. İstihbarat terminolojisinde böylesi bir kapasite ‘‘Stratejik Kırmızı Güç’’ olarak bilinir. Olası bir düşman ya da rakip, kaynağı kontrol eden kişilerin siyasi isteklerine boyun eğmedikleri sürece stratejik bir kaynaktan mahrum bırakılabilir.
San Diego’da küçük bir biyo-teknoloji şirketi olan Epicyte; Gebelik bağışıklığı olarak bilinen bir durumu olan kadınlardan, antikorlar aldılar ve bu kısırlaştırıcı antikorların üretilmesini düzenleyen genleri ayırdılar ve kalıtım mühendisliği yöntemlerini kullanarak, mısır bitkisinin oluşmasını sağlayan mısır tohumlarına bu genleri iliştirdiler. ‘‘Sperm öldürücü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var’’ dedi, Epicyte, dünyanın ‘‘aşırı nüfus artışı’’ sorununa bir çözüm olarak sundukları sperm öldürücü özellikli mısırın, 2006 ya da 2007’de ticari olarak piyasaya sunulacağını tahmin etti. Epicyte, Mayıs 2004’de Kuzey Carolina’dan bir biyo-teknoloji şirketi olan Pittsboro tarafından satın alındı.
ABD ve İngiltere hükümetlerinin, genetik olarak değiştirilmiş tohumları acımasızca tüm dünyaya yayma girişimleri arkasında Rockefeller Vakfı’nın Anglo-Sakson Beyaz seçkinlerin, daha koyu renkteki soyların nüfuslarını toplu halde azaltması düşüncesi vardı. Bu çevreler gördüler ki savaş, nüfus; azaltımı için çok pahalıydı ve pek de etkili bir yol değildi. İngiltere’den koyu ırkçı Winston Churchill 1925 yılında, biyolojik harp olanaklarını destekleyen yorumlar yaptı ve: ‘‘İnsanlar ve hayvanlar üzerinde bilinçli olarak kullanılabilecek salgın hastalıkları, mahsulleri yok edecek bakterileri, at ve sığırları öldürecek şarbonu sistemli bir şekilde üretebilen’’ bir hükümete ihtiyaç duyulduğunu yazdı.
Konuyu ABD’deki üst rütbeli askeri çevrelerde tartışan, ABD Hava Kuvvetleri (USAF) Hava Doktrin, Araştırma ve Eğitim Koleji’nden Yarbay Robert P. Kadlec, 1990’da yazılan Geleceğin Savaş Alanı adlı kitapta; genetiği değiştirilmiş mahsullerin biyolojik harpteki gücünü tartıştı. GDO temelli biyolojik silahlardan ‘‘düşük maliyetli kitle imha silahları’’ olarak bahsetti. Şöyle diyordu Kadlec: ‘‘Diğer kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, biyolojik silahlar ucuzdur, bir biyolojik harp cephaneliğinin maliyetinin 10 milyon dolara kadar düşebileceğini, tek bir nükleer silahın geliştirilmesinin, 200 milyon dolar olduğu göz önüne alınırsa bu çok düşük bir rakamdır.’’ Kadlec, sözlerine şöyle devam ediyor: “Biyolojik silahları bir salgın ya da doğal olarak ortaya çıkan bir hastalık kisvesi altında kullanmak saldırgana, saldırısını inkâr etme fırsatını verir. Bu bağlamda biyolojik silahlar, nükleer silahlardan daha fazla imkânlar sunmaktadır.’’
2004 yılında Rumsfeld halen Savunma Bakanı iken, ona bağlı olan Sağlık İşleri Sekreter Yardımcısı; Kuş gribine yönelik bir önerge yayınladı. Bu belgede; ‘‘oseltamivir’’ (Tamiflu), kuş gribini önlemede ve tedavi etmede kullanılacaktır. H5N1’in oseltamivir duyarlı olduğu konusunda kanıt mevcuttur. Bununla birlikte ilacın temini dünya genelinde sınırlıdır ve kullanımına öncelik verilecektir diye belirtildi. 2004 Pentagon önergesi, dünya genelindeki hükümetler tarafından panik halinde Tamiflu alınmasına önemli bir katkıda bulundu. Kuş gribi virüsünün, öldürücü H5N1 türü ve insandan insana bulaşması hakkındaki korkunç hikâyelerin uluslararası ve ABD’deki basın yayın organlarında gittikçe artması, Roche Şirketinde siparişlerin birikmesine sebep olmuştu. Bu ilaç, Washington ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından, genel veya mevsimsel gribin belirtilerini azaltan tek uygun ilaç olarak ciddi bir şekilde öneriliyordu.
Tam olarak doğrulanmayan raporlar, Rumsfeld’in halen Savunma Bakanı iken bu ilacı ABD’de üreten Gilead’dan 18 milyon dolar değerinde ek hisse senedi aldığını ve bunun onu Gilead hisse sahipleri arasında en büyük değilse de büyüklerden biri yaptığını açıklamaktadır. Rumsfeld, hak sahipleri ve Gilead hisselerindeki artış üzerinden bir servet yapmak için uğraşırken; panik içindeki dünya, halen kuş gribine karşı tedavi kapasitesi belli olmayan bir ilacı almak için yarışmakta idi.
Savunma Bakanı Rumsfeld, yalnızca Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve diğer hükümetlerin kendi ‘‘Tamiflu’’ adlı ilacını depolamasından kâr etmedi. Kuş gribi korkusu aynı zamanda Arkansas temelli Tyson Foods modeline dayalı fabrika tavuk çiftliklerinin ve tarım endüstrisinin küresel hâkimiyetini genişletmek için de kullanıldı.
Yeni bin yıla girerken, dev Amerikan tavuk endüstrisi, dünya tavuk üretimini küreselleştirmek için sahnedeydi. Kuş gribi, cennetten veya cehennemden sadece bu iş için gönderilen bir hediyeydi sanki. Bu şirketler için en bariz hedef, büyük Asya tavukçuluk pazarı idi. Asya hükümetleri, Dünya Sağlık Örgütü ve uluslararası baskılar nedeniyle çiftçileri, tavukları kafes altına almaya zorlarsa küçük işletmeler çökecek, büyük tavukçuluk firmaları zenginleşecekti. Şubat 2006 yılında, GDO işleri ile ilgilenen bir kuruluş olan GRAIN tarafından yayınlanan detaylı bir raporda; Tayland temelli CP Group ve diğer fabrika tavuk çiftliklerinin bulunduğu ‘‘nerdeyse her yerde kuş gribinin görüldüğünü’’ açıklandı.
Gittikçe artan sayıdaki hayvan sağlığı uzmanına göre, korkunç yeni hastalıkların ve H5N1 gibi virüslerin asıl kaynağı, Asya’nın serbest-gezinen tavuk işletmeleri değil, fabrika tavukçuluğuydu. Ne ilginçtir ki, küresel tarım endüstrisi devlerinin, büyük, sıhhi olmayan ve haddinden fazla kalabalık fabrika tavuk çiftlikleri, H5N1 ve diğer hastalıkların olası kaynağı ve dağıtıcıları olarak kabul edilmediler. Onun yerine özellikle Asya’da ailelerin işlettiği, en fazla 10-20 tavuktan oluşan küçük tavuk çiftlikleri Kuş Gribi histerisinde hedef olarak gösterildi. Asya’dan ilk H5N1 kuş gribi virüs vakaları bildirilmeye başladığı zaman, Birleşik Devletlerdeki tavuk eti üretimi ve işlenişi, beş dev küresel tarım işletme şirketi tarafından yönetiliyordu. Bu beş şirket; dünyada en büyük olan Tyson Foods, Gold Kist, Pilgrim’s Pride, ConAgra Poultry ve Perdue Farms idi. Ocak 2007’de Pilgrim’s Pride, Gold Kist şirketini satın alarak, en büyük tavukçuluk devini yarattı. Hepsi birlikte Birleşik Devletlerde üretilen tüm yemeye-hazır tavukçuluğun %56’sını karşılayarak, haftada 370 milyon pound pişirmeye- hazır tavuk ürettiler. 2005 yılında Birleşik Devletlerdeki fabrika tavuk çiftlikleri, neredeyse 9 milyar ‘‘ızgaralık piliç’’ veya etlik tavuk ya da 48 milyar poundluk tavuk eti üretti.
14 Nisan 2006’da Roma Katolik Kilisesi’nin en yüksek otoritesi Alman kökenli Papa 16. Benedict, net ve cesur bir demeçte bulundu ve genetik bilimcileri, ‘‘Tanrının Yerine Geçme Çabası’’ Tanrı olmayı oynamakla suçladı. Papa, genetik mühendisliği alanındaki en son bilimsel gelişmeleri işaret ederek, Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme teşebbüslerine karşı sert bir şekilde uyardı. Genetikçilere; ‘‘Tanrı olmadan, Tanrı’nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir’’ diyerek eleştirdi. Modern, sosyal, şeytani gelenekleri, keskin bir şekilde suçlayarak, bunların, insanlığı yok etme çabasında olduğunu söyledi.16. Benedict daha sonra ‘‘aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytani bir gurur’’ olan ‘‘Anti-Genesis’’, yaratılış karşıtlığından bahsetti. Bu, hayvan veya bitki olsun hayat biçimleri üzerinde kalıtım mühendisliği uygulaması hakkında kilise tarafından yapılan en güçlü ve açık suçlama idi. Birkaç kısa haber dışında Papa’nın yorumları, büyük küresel medya tarafından örtbas edildi.
GDO’lu ürünlerin yaygınlaşması ve çoğalması uğruna politik tehdit, hükümet baskısı, yalan, rüşvet yöntemleri kullanılmış ve hatta cinayetler bile işlenmiştir. Tarımsal verimlilik ve dünyanın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kâr yoktur. Amaçları daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi mutlak dünya hâkimiyetidir. Kontrol edilmezlerse 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi büyük önem arz etmektedir.
Kaynak/Gazeteci F. William Engdahl’ın ‘‘Ölüm Tohumları’’ adlı eseri