savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,4746
EURO
36,4066
ALTIN
2.957,53
BIST
9.356,86
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
17°C
Ankara
17°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Hafif Yağmurlu
16°C
Cumartesi Karla Karışık Yağmurlu
1°C
Pazar Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazartesi Karla Karışık Yağmurlu
2°C

Başlangıçtan Bugüne 28 Şubat Davası

Başlangıçtan Bugüne 28 Şubat Davası

 

 

 

 

BAŞLANGIÇTAN BUGÜNE

28 ŞUBAT DAVASI(*)

(12.04.2012 – 20.02.2020)

 

 

            Bu yazı, 28 Şubat haftası vesilesiyle, 28 Şubat sürecine ve özellikle 28 Şubat davasına ilişkin gerçekleri toplumun bilgisine sunmak üzere hazırlanmıştır.

            Yazıda 28 Şubat soruşturmaları, tutuklamalar, cezaevi süreci, mahkeme süreci ve bütün bu süreçte 28 Şubat konusunda ortaya çıkan tarihsel gerçekler ele alınmıştır.

            Yazı biraz uzun görünse de, 28 Şubat Davasının “Efrâdını camî, ağyarını manî” bir özetidir.

28 ŞUBAT SORUŞTURMASI VE DAVASI

            28 Şubat soruşturması ve davası; TSK’nin yalnızlaştırılması, itibarsızlaştırılması, halktan koparılması ve “susturulması” amacıyla çeşitli kumpaslarla başlatılıp sürdürülen Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast, Askeri Casusluk vb. bir dizi davanın son halkasıdır.

            Davanın adı 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan bir dizi tedbire dayandırılarak “28 Şubat Davası” olarak konmuştur. Cumhuriyet tarihimiz açısından oldukça önem taşıyan bu dava her ne kadar bir “darbe davası” olarak adlandırılmaktaysa da, soruşturma, iddianame ve dava sürecine bakıldığında aslında bu davanın cumhuriyetin temel değerlerini ve bilhassa lâiklik ilkesini taviz vermeden savunan – TSK dahil – bütün kişi, kurum ve kuruluşlara bir “gözdağı verme” ve bir “intikam alma” davası olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

            28 Şubat döneminin Başbakanı Necmettin ERBAKAN’ın 2011’de vefatını müteakip temelleri atılan ve günümüzde kadar süren soruşturma ve dava sürecini şu başlıklar altında incelemek uygun olacaktır:

  1. Soruşturmanın Başlaması ve Tutuklamalar Süreci
  2. Tutukluluk ve Cezaevi Süreci
  3. Mahkeme Süreci
  4. Duruşmalar Sırasında Ortaya Çıkan Tarihsel Gerçekler

         Şimdi bu alt başlıklar altında konuyu kısa kısa inceleyelim.

        A. SORUŞTURMANIN BAŞLAMASI VE TUTUKLAMALAR SÜRECİ

u        Yukarıda belirtildiği gibi, soruşturma, 28 Şubat döneminin Başbakanı Necmettin ERBAKAN’ın 27 Şubat 2011’deki vefatından sonra, Yunus AKYOL adında bir avukatın “28 Şubat’ın bir darbe olduğu ve ilgilileri hakkında dava açılması” talebine ilişkin dilekçesi üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca Nisan 2011’de başlatılmıştır.

            Hiç kuşkusuz bu davayı açabilmek ve o dönemde iktidarda olan 54’üncü Cumhuriyet Hükûmetinin (kısaca REFAHYOL Hükûmeti) 18 Haziran 1997 tarihinde istifa etmesini bir darbe ile ilişkilendirebilmek için dönemin Başbakanı Erbakan’ın ölmesi beklenmiştir. Erbakan’ın sağlığında böyle bir soruşturma ve dava açmaya kimse kalkışmamıştır, kalkışamazdı da; çünkü buna ilk başta Erbakan’ın kendisi itiraz ederdi. Zira merhum Erbakan, yaşadığı müddetçe, başında bulunduğu 54’üncü Hükûmet’in istifa gerekçesini hiçbir şekilde ve hiçbir yerde askeri darbeye bağlamamış, askeri darbe ile düşürüldüğünü söylememiş, bir askerî darbeden şikâyetçi olmamıştır.


28 Şubat davasını açabilmek için dönemin Başbakanı Necmettin ERBAKAN’ın ölümü beklenmiştir.

u        Başlatılan soruşturma – ne tesadüftür ki tıpkı diğer kumpas davalarda olduğu gibi – bir şahsa (ki bu şahıs “Fethullah Gülen Nur Tarikatı üyeliği” gerekçesiyle 1997 yılında TSK’nden atılan Tamer TATAR adlı bir Tabip Binbaşı’dır)(1) gönderilen bir klasör belge ile bir DVD ve bir CD’nin(2) 22 Aralık 2011’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaştırılmasıyla derinleştirilmiştir. Ne ilginçtir ki Tamer TATAR’a belgeleri gönderen kişi ise Balyoz ve Poyrazköy kumpaslarının da ihbarcılarından olan Ahmet YILMAZ adında biridir. 

u        Davanın savcıları Mustafa BİLGİLİ ve Kemal ÇETİN‘dir. Mustafa BİLGİLİ aynı zamanda “Kozmik Oda” soruşturmasını da yürüten savcıdır (ki o soruşturmadaki hukuksuz ve yanlı tutumu nedeniyle hakkında bilahare tahkikat açılmış, Şubat 2016’da HSYK tarafından görevden uzaklaştırılmış, nihayet 15 Temmuz “ihanet kalkışması” sonrası FETÖ üyeliği gerekçesiyle hem savcılıktan ihraç edilmiş hem de hakkında yakalama kararı çıkarılmış, yaklaşık 4 aylık bir firar döneminden sonra 09 Kasım 2016’da sahte bir kimlikle Ankara’da yakalanmıştır. Savcı Bilgili ilerleyen dönemlerde “FETÖ üyeliği ve devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin” suçundan 17 yıl 1 ay hapis cezası almış, cezası Yargıtay’ca onanmıştır. Yardımcısı Kemal ÇETİN de davanın ilerleyen aşamalarında önce başka bir göreve atanmış, 15 Temmuz kalkışmasından sonra o da tutuklanmış, meslekten ihraç edilmiş ve örgüt üyeliğinden ceza almış, ancak cezası temyiz sürecinde olduğu için tahliye edilmiştir.)

u        Savcılık – yine tıpkı diğer davalarda olduğu gibi – kendisine gönderilen belgelerin doğruluğunu araştırmaya bile gerek görmeden “darbeci askerlere ‘ağır darbeler'” indirmek üzere işe koyulmuş, Fetullahçı Binbaşı Tamer TATAR’ın gönderdiği CD ve belgelerden 4 ay sonra gözaltı ve tutuklamalar için düğmeye basmıştır. Böylece dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Org. Çevik BİR’in de aralarında bulunduğu 31 askerin 12 Nisan 2012’de gözaltına alınması ve 18’inin çıkarıldıkları mahkemece tutuklanması ile ilk tutuklamalar başlamıştır.

u        İlk gözaltı ve tutuklamaları dalgalar halinde gelen diğer tutuklamalar izlemiştir. 12 Nisan 2012  – 06 Mart 2013 tarihleri arasında irili ufaklı 12 dalga halinde yürütülen gözaltı ve tutuklamalar sonunda 103 kişi sanık sandalyesine oturtulmuş, bunların 76’sı tutuklanmış, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı KARADAYI’nın da bulunduğu 23 asker tutuksuz yargılanmak üzere adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakılmış, haklarında tutuklama kararı çıkarılan 4 kişi teslim olmamış, ancak tutuklama kararı kaldırılınca – biri hariç diğerleri – duruşmalar sırasında mahkemeye gelip ifade vermişlerdir.(3)

u        Yine tıpkı diğer kumpas davalarda olduğu gibi – sanıkların önemli bir bölümü arandıklarını televizyonlardan öğrenince kendi ayaklarıyla savcılığa müracaat edip ifade vermeye gelmişler (ki aralarında yurt dışından bile koşup gelenler vardır), ancak “kaçma şüphesiyle” tutuklanmaktan kaçamamışlardır.

u        Tutuklananlardan sadece biri – dönemin YÖK Başkanı Prof.Dr. Kemal GÜRÜZ – sivil olup diğerlerinin tamamı asker kökenli kişilerdir.

   

28 Şubat soruşturması kapsamında ilk gözaltılar 12 Nisan 2012’de dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Çevik BİR ve bir grup subay ile başlamış, dalgalar halinde devam etmiştir.

u        Sanıkların büyük çoğunluğuna isnat edilen suç Batı Çalışma Grubu (BÇG) üyeliğidir. Savcılık, 28 Şubat MGK kararlarından sonra bölücü terör örgütü PKK ile beraber bir diğer “iç tehdit” olarak tanımlanan ve aralarında Fetullah Gülen cemaatinin de bulunduğu irticaî yapılanmaları – devletin diğer resmî kurumlarıyla birlikte – takip etmek amacıyla Genelkurmay bünyesinde kurulan BÇG’yi “hükümeti yıkmak üzere oluşturulmuş yasadışı bir cunta yapılanması” olarak görmüş ve kabul etmiştir. (Oysa Genelkurmay Başkanlığının emirleri ile 10 Nisan 1997 tarihinde kurulan BÇG hakkında daha o tarihlerde kamuoyuna bilgi verilmiş, kuruluşu Genelkurmay açıklamalarına yansımıştır. Söz konusu açıklamalardan tatmin olmayan Hasan Celal GÜZEL ve Orhan KAVUNCU gibi bazı milletvekilleri konuyu hem TBMM’ye hem de mahkemeye taşımış, mahkeme daha 1997 yılında BÇG’yi “TSK’nin yasal görevleri çerçevesinde ve emir komuta zinciri içinde kurulmuş bir birim olduğunu” onaylayarak takipsizlik kararı vermiştir. Böylece, hakkında kesinleşmiş takipsizlik kararı bulunan bir dosya, söz konusu karar kaldırılmadan yeniden kovuşturma konusu yapılmıştır. Dolayısıyla soruşturma daha başlangıç safhasında çok önemli hukuk ihlalleriyle başlatılmıştır.)      

u        Aralarında Kuvvet Komutanlığı yapmış ve yaşı 80’i geçmiş orgenerallerin de bulunduğu toplam 102 asker sanığın son rütbelerine göre dağılımı şöyledir: 14 Org./ Ora., 17 Korg./ Kora., 15 Tümg. / Tüma., 15 Tuğg. / Tuğa., 37 Alb., 1 Bnb., 3 Astsb.

u        Sanıklardan 6’sı (Org.Çetin DOĞAN, Org. Şükrü SARIIŞIK, Korg.Engin ALAN, Korg.Metin Yavuz YALÇIN, Korg. Doğan TEMEL ve Korg.Tevfik ÖZKILIÇ) aynı zamanda Balyoz kumpasında da yargılanmışlardır. (Adı geçen komutanlar o davada FETÖ mensubu hâkimlerce çeşitli cezalara çarptırılmış, ancak Yargıtay kararı ve AYM’nin hak ihlali tespitinden sonraki yargılamada ise beraat etmişlerdir.)

         B. TUTUKLULUK VE CEZAEVİ SÜRECİ(4)

u        Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şubesinde süren 3 günlük gözaltı süresinin sonunda mahkemeye çıkarılan ilk grup 14 – 15 Nisan 2012 tarihinde tutuklanarak cezaevlerine konmuştur.

    

28 Şubat davasının tutukluluk ve cezaevi sürecine ilişkin “içeriden” yazılan en kapsamlı kaynak…

u       Dava kapsamında tutuklanan 76 sanıktan 65’i Sincan 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevinde, muvazzaf olan 11’i Mamak Askerî Cezaevinde kalmıştır.

u        İlk grubun cezaevine girmesinin hemen ertesinde (17 Nisan 2012) dönemin Başbakanı R.Tayyip ERDOĞAN Meclis’te AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada 28 Şubat tutuklamalarına değinerek Bugün sabrın selâmete erdiği, mazlumun âhının aheste aheste çıktığı gündür. Bugün adaletin tecelli ettiği, bağımsız yargının hiçbir baskı olmadan vazifesini yerine getirdiği gündür” şeklinde söz etmiştir.

Başbakan R.T.Erdoğan, 28 Şubat soruşturmasındaki ilk tutuklamaları “sabrın selâmete ermesi” olarak tanımlamıştı.

            Hiç kuşkusuz bu sözler yargılamayı etkileyecek, yargı üzerinde baskı oluşturabilecek talihsiz sözlerdi(r). (Hatırlanacağı gibi dönemin Başbakanı Erdoğan, Ergenekon soruşturmaları için de “davanın savcısıyım” demişti.)

u        Soruşturmanın 3’üncü dalgasında (26 Nisan 2012) tutuklanarak Mamak Askerî Cezaevine konan Topçu Kd.Alb. Mehmet HAŞİMOĞLU 3 gün sonra şiddetli karın ağrıları nedeniyle GATA’ya kaldırılmış ve “safra kesesinde taş” tanısıyla ameliyata alınmış, 2 gün sonra – henüz iyileşme süreci tamamlanmadan – tekrar cezaevine gönderilmiştir. Cezaevinin olumsuz koşullarında kısa bir süre sonra ameliyat bölgesi iltihap kapan ve ağrıları tekrar başlayan Alb. Haşimoğlu yaklaşık 2 ay boyunca hastaneye gönderilmemiş, gittiğinde ise safra kesesinde iltihap nedeniyle ikinci kez ameliyata alınmış, ancak bu ameliyat sırasında da nasıl olduysa (!) “yanlışlıkla” (!) pankreası da delinmiş, yapılan bu “hata” (?!) sonucu durumu çok daha ağırlaşmıştır. O süreçte eşiyle yaptığı görüşmede “Bunlar beni buradan sağ çıkarmayacaklar” diye tedaviye ilişkin bazı şüphe ve kaygılarını dile getiren Alb. Haşimoğlu, gerçekten de yaklaşık 40 gün sonra – 13 Ağustos’ta –  hastanede vefat etmiştir. Özellikle yoğun bakımlar da dahil bütün o sağlık sürecinde Haşimoğlu’nun tahliyesine izin vermeyen savcı ve hâkimler, “sanığın” artık kurtulma şansı olmadığını ve öleceğini anlayınca vefatından 3 gün önce hakkında tahliye kararı vermişler, böylece sanki tutuklanıp serbest bırakıldıktan sonra kendiliğinden vefat etmiş gibi bir algı oluşturmaya çalışmışlardır.

Topçu Kd.Alb. Mehmet HAŞİMOĞLU 28 Şubat Davasının ilk kaybı, ilk şehididir.

Topçu Alb.Mehmet HAŞİMOĞLU’nun cenazesinde eşi ve çocukları

u        Sanıklar cezaevinde iken TBMM’nde de AKP’li milletvekili Nimet BAŞ başkanlığında “Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu” adı altında bir komisyon kurulmuştur. Söz konusu komisyon 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbelerle birlikte 28 Şubat sürecine ilişkin de uzun uzun inceleme yapmıştır. Ne var ki, diğer üç darbeyle ilgili dönemin önde gelen siyasetçi ve devlet adamı, iş insanı, basın mensubu, sanatçısı gibi toplam 50’yi bile bulmayan tanıkla görüşülürken, iş 28 Şubat’a gelince 113 kişinin bilgisine başvurulmuştur. Aslında yasadışı olan (çünkü 28 Şubat konusunda mahkemelerce hukukî bir süreç başlatılmışken bir başka oluşum tarafından konunun araştırılması yasalara aykırıdır) bu uygulamanın amacı hiç kuşkusuz savcılara Meclis eliyle de suç kanıtları sağlayabilmektir. Ancak Komisyonca hazırlanan raporda en uzun ve kapsamlı bölüm 28 Şubat dönemi olmasına rağmen, 28 Şubat için bir askerî darbe olduğu açıkça söylenememiştir. İşin en ilginç yanı, ilgili ilgisiz o kadar kişiyi dinleyip görüşlerine başvuran Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu, 28 Şubat’ın en çok konuşulan ve sembol isimleri olan Aczmendiler grubunun lideri Müslüm GÜNDÜZ, Fadime ŞAHİN ve yine bunlarla bağlantılı sözde tarikat şeyhi Ali KALKANCI gibi isimleri çağırmamış ve dinlememiş, hatta açıkçası dinlemekten kaçmıştır. (Hal böyleyken, çağrılmayan, dinlenmeyen bu kişiler hakkında raporda “provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür diye yazmaktan kaçınılmamıştır.)(5)

Sözde askerler tarafından manipüle edilerek kullanıldıkları söylenen 28 Şubat’ın en sembol isimleri ne Meclis Komisyonu’nda ne de mahkemede hiç dinlenmediler.

u        Sanıkların cezaevi süreçleri devam ederken, ilk tutuklamaların ardından yaklaşık 9 ay geçtikten sonra, yani sanıkların neredeyse hepsi cezaevinde iken, hâlâ dönemin Gnkur.Bşk. Org.İ.Hakkı KARADAYI’nın bilgisine başvurulmaması ve başvurulmayacağının da anlaşılması üzerine Çevik Paşa bu konuda bir dilekçe vermiş, söz konusu dilekçe üzerine davanın 1 Numaralı sanığı olan Karadayı Paşa 03 Ocak 2013’te savcılıkça adliyeye çağrılarak ifadesine başvurulmuştur. Ama ne gariptir ki bütün tutuklu askerlerin amiri konumunda olan Karadayı Paşa karargâhtaki erlerin bile bildiği Batı Çalışma Grubu hakkında savcılığa verdiği ifadede “Batı Çalışma Grubunu hatırlamadığını” söylemiş, sorgusu sonunda mahkemece adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakılmıştır. (Mahkeme sürecinde, son savunmaları müteakiben Karadayı Paşa’nın avukatı Sn.Erol ARAS tarafından 26.02.2018 tarihinde mahkemeye sunulan ek beyanda “BÇG, karargâhın amiri olan 2. Başkan tarafından kurulmuş yasal bir çalışma grubudur. Müvekkilim bu gruptan haberdardır. Aradan bu kadar çok zaman geçtiği için detayları haliyle hatırlamamaktadır.” ifadesi yer almaktadır.)

Dönemin Genelkurmay Başkanı (E) Org. İsmail Hakkı KARADAYI adliyede

u        Sanıklar cezaevinde yatarken hükümetçe hazırlanan iki yargı paketi (3 ve 4’üncü Yargı Paketleri) Meclis’te yasalaşmıştır. Ancak bu paketlerin yasalaşmasıyla birlikte aralarında PKK’lılar ve Hizbullahçıların da bulunduğu ağır cinayet hükümlüsü pek çok mahkûm salıverilirken, ne 28 Şubat tutuklularının ne de diğer kumpas davalardaki asker tutukluların yararına olabilecek hiçbir somut adım atılmamıştır. Özellikle 4’üncü Yargı Paketinden sonra 28 Şubat Davasına bakmakla görevlendirilen Halil İbrahim KÜTÜK, Nihal USLU ve Abdullah BAHÇECİ adlı hâkimler, yurtdışından bile kendi ayaklarıyla savcılığa gelenler hakkında dahi “kaçma şüphesi” gerekçe göstererek “tutukluluğun devamı” kararı vermekten çekinmemişlerdir.(6)

u        FETÖ üyesi olduğu anlaşılan savcı ve hâkimlerin hukuk dışı, keyfi yaklaşımları cezaevi sürecinde başka hukuk rezaletlerinin de yaşanmasında rol oynamıştır. Örneğin yine sanıklar hakkında – kaçma şüphesinin yanı sıra – “delilleri karartma olasılığı” gerekçe gösterilerek tutukluluğun devamına hükmedilmiştir. Yani, neredeyse tamamı emekli olmuş bu kişilerin serbest bırakılırlarsa Genelkurmay karargâhına girip, 15-16 yıl önceki suç evraklarını (!) bulup yok edecekleri farz ve kabul edilmiştir. Çocukların bile güleceği bu gerekçeler ne yazık ki karar metinlerine yazılmıştır.

            Öte yandan soruşturmanın gizliliği öne sürülerek suçlama kapsamında sanıklara veya avukatlarına hiçbir bilgi ve belge gösterilmemiş, suçlamaya konu olan 5 No’lu CD ve DVD’nin imajı verilmemiş, dahası, sanıkların görev yaptığı kurumlardan kendilerini aklamaya dönük bilgi ve belge temini dahi savcılık kanalıyla engellenmiştir. (Bu kapsamda duruşmalar sürerken Savcı Bilgili’nin hukuk dışı ve keyfî yaklaşımlarına en büyük desteği veren Genelkurmay Adli Müşaviri Hâkim Albay Muharrem KÖSE hakkında da sanıklarca suç duyurusunda bulunulmuştur. Kaderin bir cilvesi, uzun süre hakkında hiçbir işlem yapılmayan Albay Muharrem KÖSE’nin 15 Temmuz 2016 ihanet şebekesinin elebaşılarından biri olduğu anlaşılmış, o FETÖ’cü kalkışmanın ertesi günü tutuklanarak TSK’dan ihraç edilmiş, süren yargılamalar sonunda da “ağırlaştırılmış müebbet” cezasıyla cezalandırılmıştır.)

28 Şubat İddianamesini hazırlayan FETÖ’cü Savcı Mustafa BİLGİLİ’nin en büyük destekçisi 15 Temmuz ihanetinin elebaşılarından Genelkurmay Adlî Müşaviri Hâkim Alb. Muharrem KÖSE…

u        Davanın iddianamesi ilk tutuklamalardan yaklaşık 13,5 ay sonra (Mayıs 2013 sonunda) çıkmıştır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa BİLGİLİ imzasıyla yayınlanan ve “BÇG – 28 ŞUBAT” adını taşıyan iddianame 1309 sayfa ve 355 Ek Klasörden oluşmaktadır.

“FETÖ üyeliği ve devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme” suçuyla 17 yıl 1 ay hapis cezası alan ve cezası onanan Savcı Mustafa BİLGİLİ tarafından hazırlanan BÇG – 28 Şubat İddianamesi

u        İddianamenin yayınlanmasıyla ilginç bir durum daha ortaya çıkmıştır: Yukarıda, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu’nda bile 28 Şubat’ın bir “askerî darbe” olarak tanımlanamadığını belirtmiştik; aynı durum İddianame için de geçerlidir. İddianamenin hiçbir yerinde 28 Şubat hakkında doğrudan bir “askerî darbe” olarak bahsedilmemekte, hep “süreç” nitelemesinde bulunulmaktadır. Hatta İddianamenin sonundaki SONUÇ ve DEĞERLENDİRME bölümünde, “Askerî Müdahale Kavramı” başlığı altında “1960 Askerî Darbesi”, “12 Mart 1971 Muhtırası”, “12 Eylül 1980 Askerî Darbesi” ismen tek tek sayılıp anlatıldıktan sonra sıra 28 Şubat’a gelindiğinde sadece “Batı Çalışma Grubu” diye bir başlık atılmış, 28 Şubat’ın adı bile yazıl(a)mamıştır.    

u        İddianamenin sonuç cümlesi çok ilginç, çok şaşırtıcıdır. Şöyle söylenmektedir:

            “Sonuç olarak, yapılan soruşturma ve toplanan delillere göre; dönemin Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanının bilgisi dahilinde, Genelkurmay II. Başkanı Çevik Bir ile Genelkurmay karargâhı ve bağlı birliklerinde görevli general ve amirallerin fikir ve eylem birliği içinde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde ancak hiyarşik yapı dışında oluşturdukları Batı Çalışma Grubunda görevli bulunan… şüpheliler hakkında iddianame düzenlenmiştir”.

            TSK’da bir olayın hem en üstteki bütün komutanların bilgisi dahilinde, hem fikir ve eylem birliği içinde ama hiyerarşik yapı dışında olması ne derece mümkündür? Bir ilkokul çocuğunun bile yazmaya çekineceği böyle bir cümle ile, suç tarihinde rütbesi henüz astsubay kıdemli çavuş olan tutuklu astsubay Adem DEMİR ile Gnkur.Bşk. Org. İ.H.KARADAYI dahil tüm sanıklar aynı suçla – “T.C. Hükümetini cebren devirmek, hükümetin görevlerini kısmen veya tamamen engellemek, engellemeye teşebbüs etmek, darbeye teşebbüs etmek” suçuyla itham edilmişlerdir. Tabii bu durumda tüm sanıklar için istenen ceza da ortaktır: Ağırlaştırılmış müebbet!

u        İddianamede – aralarında Tansu ÇİLLER, Meral AKŞENER, Şevket KAZAN, Hasan EKİNCİ, Merve KAVAKÇI, Şeref MALKOÇ gibi dönemin önemli siyasi aktörlerinin de bulunduğu – 481 kişilik bir “müşteki” grubuna yer verilmiştir.

u        Hâkim Tayyar KÖKSAL başkanlığında, Hâkim Süleyman KÖKSALDI ve Hâkim Hakan ORUÇ’tan oluşan 13’ncü Ağır Ceza Mahkemesi iddianamenin yayımlanmasını müteakip 14 Haziran 2013 tarihinde (yani ilk gözaltı ve tutuklama dalgasından 14 ay sonra) sanıkların gıyabında verdikleri ilk kararda 37 sanığın tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesine karar vermiştir.

           C. MAHKEME SÜRECİ

u        Duruşmalar 02 Eylül 2013 tarihinde Ankara Adliyesi – 13. Ağır Ceza Mahkemesinde başlamıştır.

            02 – 20 Eylül 2013 tarihleri arasındaki ilk 15 celse iddianamenin okunmasıyla geçmiştir. Ergenekon davasında olduğu gibi bu iş için de TRT’den spiker getirilmiştir.

u        Mahkemenin başlamasıyla birlikte mevcut müşteki grubuna yenileri eklenmiştir; neredeyse birbirinin aynı dilekçelerle belli merkezlerden yönlendirildikleri çok bariz olan “yeni” müştekiler davaya müdahillik için başvurmuş, böylece sayı binlere ulaşmıştır. Aralarında Cumhurbaşkanı R.Tayyip ERDOĞAN’ın 28 Şubat döneminde biri 14 diğeri 12 yaşında olan iki kızının da bulunduğu bir kısım müştekinin başvurusu mahkemece kabul edilirken bir kısmınınki reddedilmiştir.

28 Şubat döneminde biri 14, diğeri 12 yaşında olan Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın kızları Esma Albayrak ile Sümeyye Bayraktar 28 Şubat davasına müşteki olarak katılmışlar ve mahkeme bu taleplerini kabul etmiştir.

u        Duruşmaların daha ilk gününde sanık avukatlarınca iddianamenin başta usûl kuralları olmak üzere bazı yönlerden sakat olduğu vurgulanmış, ancak özellikle şu iki husus ısrarla dile getirilmiştir:

            (1)      Sanıklar arasında Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları vardır ve mahkeme bu kişileri yargılamaya yetkili değildir; bu kişiler yasalara göre ancak Yüce Divan’da yargılanabilirler.(7)

            (2)      İddianamede suç tarihi “54’ncü Hükûmetin kurulduğu 08 Temmuz 1996 ve sonrası” diye geçmektedir. Sanık avukatları hukuken bu şekilde bir suç tarihi olamayacağını ve kesin bir suç tarihi belirlenmesi gerektiğine ilişkin defalarca talepte bulunmasına karşın mahkeme bu konuda adım atmamıştır. Buna karşılık her ne kadar 54’üncü Hükûmetin istifası 18 Haziran 1997 ise de, bu tarihten yaklaşık 10 yıl önceki ve 10 yıl sonraki mağduriyetler bile suç kapsamına dâhil edilmiştir.

u        Duruşmaların başlamasının ikinci günü (03 Eylül 2013’te), 5’inci dalgada gözaltına alınarak tutuklanan dönemin Jandarma Genel Komutanı Teoman KOMAN Paşa tam 15 aylık tutukluluğun ardından sağlık durumu gözetilerek tahliye edilmiştir. Koman Paşa duruşmalar başladıktan sonra tahliye edilen ilk tutukludur. Cezaevine girdiğinde de Parkinson hastası olan ve yürüme problemi nedeniyle kaldığı hücrede ayrı bir yatma tedbiri alınan Koman Paşa öyle rahatsızdı ki, mahkemeye çıktığında oturduğu sanık sandalyesinde bile yere düşme tehlikesi geçirmişti. Buna rağmen bazı müştekiler ve müşteki avukatlarınca “numara yaptığı” ifade edilmiş, tahliyesi Savcı Kemal ÇETİN tarafından da engellenmeye çalışılmıştır. Tahliye edilir edilmez hastaneye kaldırılan Koman Paşa bir daha çıkamamış, tam 3 ay sonra, 14 Aralık 2013’te vefat etmiştir.

u        Mahkeme sürecinde sanıklardan altısı daha yaşamını kaybetmiştir; bunlardan biri – hakkındaki tutuklama kararına uymayıp duruşmalara hiç gelmeyen tek sanık olan (E) Dz.Alb. Eser ŞAHAN (vefatı 13.02.2015), diğerleri ilk dalga tutuklularından (E) J.Alb. Salih ERYİĞİT (vefatı 05.04.2016), 4’üncü dalgada tutuklanan (E) Korg.Tevfik ÖZKILIÇ (vefatı 08.08.2017) ile (E) Tümg. Çetin DİZDAR (vefatı 24.07.2018)‘dır. Davanın tutuksuz yargılanan sanıklarından Tuğg. İzzettin GÜRDAL (vefatı 16.05.2019) ve Hv.Kor. A.Atalay EFEER (vefatı 22.12.2019) ile birlikte 28 Şubat davası başladığından beri davanın sonucunu göremeden yaşamını yitirenlerin sayısı – Alb. Mehmet HAŞİMOĞLU ile birlikte – 8’e çıkmıştır.

          

              

Mahkeme sürecinde vefat eden komutanlar

u        Koman Paşa’nın tahliyesinden sonra Eylül, Ekim, Kasım ve Aralık 2013 aylarındaki duruşmalarda verilen tahliye kararları ile tüm sanıklar peyderpey tahliye olmuştur. (Aslında diğer kumpas davalara bakıldığında herkes için çok şaşırtıcı olan bu durum Mahkeme Başkanı Hâkim Tayyar KÖKSAL’ın diğer davalardaki hâkimlere göre nispeten daha insancıl yaklaşımından kaynaklanmıştır diyebiliriz. Buna mukabil duruşma savcısı olup halen FETÖ’cü olduğu iddiasıyla yargılanan Kemal ÇETİN, Koman Paşa’nınki de dâhil – tüm tahliye taleplerine hep itiraz etmiştir.) Böylece 28 Şubat soruşturması kapsamında ilk dalgada gözaltına alınan ve en son tahliye edilen Çevik BİR ve İdris KORALP Paşalar yaklaşık 21 aylık tutukluluk süresi ile en uzun süre tutuklu kalan kişiler olmuşlardır.   

u        Tahliyelerden sonraki duruşmalar önemli bir gerçeğin daha kanıtlanmasına vesile olmuştur. Şöyle ki, ilk gözaltılardan itibaren “kaçma” şüphesiyle tutuklanan ve bu gerekçeyle haklarında tutukluluğun devamına karar verilen sanıkların hiçbiri tahliye edildikten sonra kaçmamış, aksine duruşmalardan vareste tutulmalarına rağmen neredeyse hepsi tam kadro duruşmalara gelip katılmışlardır. Böylece savcılığın sanıklar aleyhinde nasıl bir önyargı ve yanılgı içinde olduğu da tescillenmiştir.

u        Duruşmaların ilk 65 celsesine Hâkim Tayyar KÖKSAL’ın başkanlığındaki 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi bakmıştır (ki diğer üyeler yukarıda belirtildiği gibi Hâkim Süleyman KÖKSALDI ve Üye Hâkim Hakan ORUÇ, savcı ise Kemal ÇETİN’dir)(8). En son 04 Şubat 2014 tarihindeki 65’inci celseye başkanlık eden Hâkim Tayyar KÖKSAL ve mahkeme heyeti bu celseden sonra başka bir göreve atanmış, dava Mart 2014’te Hâkim Fevzi ŞİNGAR‘ın başkanlığındaki 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi‘ne devredilmiştir. (Diğer üyeler: Hâkim Hasan ÇAVAÇ, Hâkim Turhan KÖK, Savcı Levent SAVAŞ.) Yeni heyet 27 Haziran 2014 tarihindeki 66’ncı celse ile birlikte göreve başlamıştır.

            Ancak bu heyet de duruşmaları ancak 86’ncı celseye kadar götürebilmiş, Ocak 2017’de Mahkeme Başkanı Hâkim Fevzi ŞİNGAR’ın Bölge Adliye Mahkemesi’ne atanması sonucu yerine Şubat 2017’de başkanlığa Hâkim Mustafa YİĞİTSOY atanmıştır. Mustafa YİĞİTSOY 22 Şubat 2017 tarihinde yapılan 87’nci duruşma ile birlikte ilk duruşmasına girmiştir.

            Lakin mahkeme heyetindeki değişim kısa bir süre sonra duruşma savcısına da yansımıştır; duruşmalar sırasında çeşitli kereler “bu mahkemenin görev yönünden bu duruşmaya bakmaya yetkisi olmadığını” dile getiren Savcı Levent SAVAŞ Nisan 2017’de başka bir göreve atanarak, yerine 23 Mayıs 2017’deki 88’nci duruşma ile birlikte yeni savcı Mehmet Hanifi YILDIRIM görevlendirilmiştir.

            Bir dava içinde hiçbir makul gerekçe olmadan 3’ncü kez hâkim değiştirilmesi son derece manidardır. Hele ki yaklaşık 90 celseden sonra, yani artık duruşmaların sonlarına gelinmişken heyetin değişmesi “siyasetin davaya parmağı” olarak değerlendirilmiştir.

u      Balyoz Davasının 5 No’lu Harddisk’i gibi bu davanın da 5 No’lu CD’si bulunmaktadır. Davanın iddianamesini hazırlayan Savcı Mustafa BİLGİLİ tarafından HASH değeri tespit edilmeden ve içerisindeki tüm dijital belgeler doğru kabul edilerek tutuklamalarda kullanılan bu CD hakkında savunma tarafı ısrarla imaj kopyası istemesine rağmen yaklaşık 3 yıl boyunca CD’nin imajı verilmemiştir. Nihayet 08 Ocak 2015’te temin edilen CD imajı Türkiye’nin sayılı adli bilişim uzmanlarından Tuncay BEŞİKÇİ’ye inceletilmiş, adı geçen uzman 2,5 ay sonra hazırladığı raporda söz konusu CD’nin delil olarak kullanılamayacağını, üzerinde tahrifat bulunduğunu açıklamıştır. Savunma tarafı raporu mahkeme heyetine sunarak yeniden bilirkişi incelemesi talebinde bulunmuş, bu kez mahkeme 07 Eylül 2015 tarihinde inceleme işini ODTÜ Bilgisayar Bölümü’nden Prof.Dr. Ahmet COŞAR başkanlığındaki bir heyete vermiştir. Heyetinin yaklaşık 7 aylık incelemeden sonra (01 Nisan 2016 tarihinde) mahkemeye gönderdiği raporun sonucu aynen şöyledir:

                     Sonuç olarak; CD5’in adli bilişim tekniği açısından CMK134’e uygun olarak elde edilmemiş olduğu; genel bütünlüğünün şüpheli, içindeki iki dokümanın bütünlüklerinin bozulmuş olduğunun ise sabit olduğu; bu nedenlerle de, adli bilişim açısından güvenilir olmadığından delil niteliğinin bulunmadığı değerlendirilmektedir.”

u        Duruşmalar sırasında 28 Şubat sürecinde başbakanlık, bakanlık ya da üst düzey bürokratlık görevi yapan birçok şahsiyet dinlenmiştir. Bunlar arasında REFAHYOL Hükûmetinin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu ÇİLLER, İçişleri Bakanı Meral AKŞENER, Adalet Bakanı Şevket KAZAN, Milli Savunma Bakanı Turhan TAYAN, eski Orman Bakanı ve DYP Gn.Bşk.Yrd. Hasan EKİNCİ, eski Milli Eğitim Bakanı Köksal TOPTAN, REFAHYOL Hükûmetinden sonra kurulan ANASOL-D Hükûmetinin (55’inci Hükûmet) Başbakanı Mesut YILMAZ, eski Devlet Bakanlarından Hasan Celal GÜZEL, İlhan AKÜZÜM, Edip Safter GAYDALI, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör ÖZDEN, dönemin Başbakanlık Basın Başdanışmanı Mehmet BİCAN, Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Bülent ORAKOĞLU, T.Çiller’in danışmanlarından ve halen AKP İzmir Milletvekili Hüseyin KOCABIYIK gibi isimler de bulunmaktadır.

         

        

Duruşmalar sırasında tanık olarak dinlenen isimlerden birkaçı

            Her biri uzun saatler boyunca mahkeme huzurunda söz alan bu şahıslardan Tansu ÇİLLER, H.Celal GÜZEL, B.ORAKOĞLU ve H.KOCABIYIK haricindekilerin hiçbiri 28 Şubat’ı bir darbe olarak tanımlamamış, askerden şikâyetçi olduklarına ilişkin tek bir ifadede dahi bulunmamıştır. Adı geçen tanıklar arasında en sert olması beklenen RP’li Adalet Bakanı Şevket KAZAN bile “ben vicdan sahibiyim, şikâyetçi değilim” diye konuşmuştur. (H.C.GÜZEL’in normalde 28 Şubat döneminde ne RP ile ne DYP ile ne de REFAHYOL Hükûmeti ile hiçbir bağı yoktur. 28 Şubat’ı darbe olarak tanımlayan bu üç kişinin verdiği ifadelerin tamamı da kişisel yorumların ötesine gitmemiştir.)(9)   

u        Buna mukabil REFAHYOL Hükûmeti döneminde partilerinden istifa eden ve aralarında Cavit ÇAĞLAR, Emre GÖNENSAY gibi eski bakanlar ile Gencay GÜRÜN, Erkan KEMALOĞLU, Nuri YABUZ, Mehmet KORKMAZ, Şamil AYRIM gibi milletvekillerinin bulunduğu gruba “istifalarında kendilerine askerlerden ya da herhangi başka bir kişi ya da gruptan baskı, tehdit olup olmadığı” sorulmuş, ancak adı geçen şahısların tamamı en küçük bir baskı ya da tehdit almadıklarını mahkemede çok açık ve net biçimde ifade etmiştir.

u        Öte yandan; 28 Şubat döneminde DYP’den ayrılarak Demokratik Türkiye Partisi (DTP) adıyla yeni parti kuran ve böylece REFAHYOL Hükûmetinin yıkılmasında en büyük rollerden birine sahip eski TBMM Başkanlarından Hüsamettin CİNDORUK, DYP’den ayrılıp ANAP’a geçen eski Sağlık Bakanlarından Rifat SERDAROĞLU, yine DYP’den ayrılarak yeni kurulan Mesut YILMAZ Hükûmetinde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yapan Yaşar TOPÇU ile; o dönemde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olup Refah Partisi’nin kapatılması için dava açan ve nihayet hem partiyi kapatan ve hem de başta merhum Erbakan olmak üzere birçok RP’li milletvekiline 5 yıl seçilme yasağı getirilmesini sağlayan Vural SAVAŞ‘ın tanık olarak dinlenmesi konusunda sanıkların müteaddit talepleri mahkemece reddedilmiştir. Oysa anılan kişiler sıradan kişiler olmayıp tanıklıkları maddi gerçeğin açığa çıkması açısından son derece önemlidir. Zira kendileri o dönemde REFAHYOL Hükûmetinin yıkılmasında oldukça etkin roller oynamışlardır. Ayrıca bu kişilerin, Çiller’in mahkemede verdiği beyanların doğru olmadığına ilişkin basına yansıyan çok önemli açıklamaları mevcuttur.

u        Siyasilerin dışında; 28 Şubat döneminden sonra Genelkurmay Başkanı olan (E) Org. Hüseyin KIVRIKOĞLU ile Jandarma Genel Komutanı (E) Org. Fikret Özden BOZTEPE ve Deniz Kuvvetleri Komutanı (E) Ora. Salim DERVİŞOĞLU da tanık olarak dinlenmiştir. Her üç komutan da BÇG’nin Silahlı Kuvvetler Karargâh Hizmetleri Yönergesi’ne göre yasal olarak komutanlık emriyle kurulmuş çalışma grubu olduğunun altını çizmişlerdir.  

u        Duruşmalar sırasında en çok dikkati çeken hususlardan biri de, siyasi iktidara yakın bazı sivil toplum kuruluşlarının otobüslerle mahkemeye izleyici taşımasıdır. Bazı AKP’li milletvekilleri de müştekilik başvurusunda bulunmuş ve duruşmalar sırasında çoğu kez avukatların yanında oturarak davayı izlemişlerdir. Bu tür davranışların mahkeme üzerinde bir baskı oluşturmak amacı taşıdığı çok açıktır. Özellikle siyasi iktidar yanlısı gruplar ve medya bu davadan mutlaka bir cezalandırma çıkması için olağanüstü bir çaba harcamış, mahkeme üzerinde ağır bir kamuoyu baskısı oluşturmak için her fırsatı değerlendirmişlerdir.

            Öte yandan müşteki hanımların beyanlarına bakıldığında, neredeyse tamamının türban nedeniyle mağdur oldukları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla dava bir “darbe davası” olmaktan çıkıp “türban – başörtüsü davası” haline dönüşmüştür.                

u        02 Eylül 2013 tarihinde başlayan mahkemenin 21 Aralık 2017 tarihinde yapılan 93’üncü duruşmasında, henüz 5’inci kez duruşmalara katılan yeni Savcı Mehmet Hanifi YILDIRIM savcılık mütalâasını vermiştir. Savcı Yıldırım, mütalâasında toplam 99 sanıktan 60’ının “ağırlaştırılmış müebbet” ile cezalandırılmasını, 39 sanığın beraatını talep etmiştir.

            Duruşmalar sanıkların nihai savunmaları için 08.01.2018 tarihinde tekrar başlamıştır. Ancak tam da bu günlerde, siyaset eliyle mahkemeyi etkilemeye dönük baskıların arttığı gözlenmiştir. Nitekim 11.01.2018 tarihinde 43. Muhtarlar Toplantısı’nda bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN, “28 Şubat cuntacılarının yeni bir kardeş kavgası çıkarmak için kurdukları tuzakları milletimizle birlikte birer birer bozduk.” sözüyle 28 Şubat’ın bir cunta hareketi olduğunu ilan etmiştir. Aynı gün Adalet Şûrasında konuşan Başbakan Binali YILDIRIM ise tankları demokrasiye karşı yürüten 28 Şubat darbecileri adalet önünde hesabını vermektedirler.” diyerek 28 Şubat’ı bir “darbe”, yargılananları da “darbeci” olarak gördüğünü hem kamuoyuna hem de davaya bakan hâkimlere duyurmuştur.

            Ancak bunlardan daha vahimi, 28 Şubat’ın 21’inci yıldönümünde AKP Genel Merkezi’ndeki bir etkinlikte konuşan Başbakan B.YILDIRIM’ın 28 Şubat sanıkları için “hukuk içinde hak ettikleri en ağır cezayı alacaklar. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!” şeklindeki sözleri son derece talihsiz ve doğrudan mahkemeyi etkileyen sözler olarak kayıtlara girmiştir. Nitekim söz konusu açıklamanın ertesi günü (01.03.2018) Kumpas Mağdurları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (KUMPASDER) olayı kınayan bir basın açıklaması yapmış, bir sonraki gün ise sanıklardan (E) Korg. Yıldırım TÜRKER’in avukatı Aytekin EROL da “Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs” suçunu işlediğini ileri sürerek Başbakan hakkında suç duyurusunda bulunmuştur.(10)

Duruşmalar sürerken Başbakan Binali YILDIRIM’ın 28 Şubat Davası sanıkları hakkındaki “kehaneti” (!)

u        Son savunmalar sırasında yaşanan şu husus da ilginç ve önemlidir: Sanıklardan (E) Org. Çetin DOĞAN 14.02.2018 tarihinde yaptığı son savunmasında 54’üncü Hükûmet’in bir darbe ile devrilmediğini, Başbakan Necmettin ERBAKAN’ın istifasının “iki parti arasındaki protokol gereği yapılan bir istifa ve ahde vefa olayı” olduğunu çok net biçimde kanıtlayan TRT çekimi bir basın açıklamasının görüntülerini “yeni delil” olarak mahkemede göstermek istemiş, ancak Mahkeme Başkanı Mustafa YİĞİTSOY bu videonun gösterilmesine izin vermemiştir. Başkanın bu tavrı sanıkları hem hayal kırıklığına uğratmış hem de “sanıkların suçsuzluğu konusunda bu kadar açık bir kanıtın neden izletilmediği” merak konusu olmuştur.

Başbakan Erbakan, yardımcısı Çiller ve Yazıcıoğlu ile birlikte 21.06.1997 tarihinde çıktıkları ‘ın istifasının bir baskı ve zorlama neticesinde değil, iki parti arasındaki protokol gereği olduğunun bizzat Erbakan’ın ağzından açıklandığı basın toplantısına ilişkin görüntü… Mahkeme, Çetin DOĞAN’ın sunduğu bu açık “kanıtı” salonda izlemeyi kabul etmemiş, “biz izleriz” diye alıp dosyaya koymuştur.

u        Tüm sanıkların son savunmaları 13 Mart 2018 tarihinde yapılan duruşma ile sona ermiş, ardından mahkeme tam bir ay sonraya (13 Nisan 2018 tarihine) karar duruşması için gün vermiştir.

            13 Nisan 2018 tarihinde yapılan 106’ncı duruşmada sanıklara son sözlerinin sorulmasından sonra açıklanan kararda;

            Ø  aralarında Prof.Dr. Kemal GÜRÜZ’ün de bulunduğu 21 sanığa önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesine, ancak yargılama sürecindeki iyi halleri nedeniyle cezanın müebbet hapis cezasına çevrilmesine; sanıkların yaş ve sağlık durumları dikkate alınarak karar kesinleşinceye kadar yurt dışına çıkmamak ve her ayın ilk günü en yakın güvenlik birimine imza vermek suretiyle “adli kontrol tedbirleriyle” salıverilmelerine,

            Ø  10 sanık için davanın zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine

            Ø 68 sanığın beraatlarına,

            Ø  vefat eden 4 sanık için ise davanın düşürülmesine hükmedilmiştir.(11)

u        Davanın “Gerekçeli Kararı” 03 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanmıştır. 3833 sayfa tutan gerekçeli kararda da Mahkemenin tamamen taraflı hareket ettiği, iddianamede yer alan ve üzerinde çarpıtmalar, tahrifatlar yapıldığı kanıtlanan sahte belgeleri bile geçerli kanıt saydığı, önceki duruşmalarda açığa çıkan pek çok bilgi ve belgeyi görmezden geldiği, sanıkların son savunmalarını hiç dikkate almadığı, sonuçta siyasi baskılara boyun eğip siyasi bir karar verdiği çok açık ve net biçimde görülmüştür.

            Bu karardan yaklaşık 2,5 ay sonra (25.09.2018’de), davanın savcısı Mehmet Hanifi YILDIRIM karara itiraz ederek istinaf dilekçesi vermiş ve beraat edenlerden 27 kişi ile zamanaşımı nedeniyle davası düşen 10 kişi için kararın kaldırılması talebinde bulunmuştur.  

            Dava halen istinaf aşamasında olup 04 Mart 2019 tarihinde Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 21. Ceza Dairesi’ne gönderilmiştir.

            D. DURUŞMALAR SIRASINDA ORTAYA ÇIKAN TARİHSEL GERÇEKLER

            Mahkeme sürecinde – tam da beklendiği gibi – tarihe not düşülen yeni bilgiler de ortaya çıkmıştır. Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

  1. İki cilt halinde ve toplam 1309 sayfa tutan savcılık iddianamesinin hukuk adına tam bir rezalet, tam bir kepazelik olduğu görülmüştür. Şöyle ki;

            (a)  Normalde icabında sanıklar lehine olabilecek bilgi ve belgeleri de toplaması gereken savcılık, aksine, sanıkların lehine olabilecek tek bir bilgi ya da belgeyi bile iddianameye almamıştır.

            (b)  Adı “28 Şubat Davası” olan bir iddianamede, 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’da alınan “406 sayılı MGK Kararları”na ve o kararların “Rejim Aleyhtarı İrticaî Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlıklı 18 maddelik ekine ilişkin tek bir cümle dahi edilmemiştir.

            (c)  MGK kararlarının görüşüldüğü ve tereddütsüz kabul edildiği 13 Mart 1997’deki Bakanlar Kurulu Toplantısı ile o toplantı sonucuna göre ertesi gün (14 Mart) Başbakan Erbakan’ın imzasıyla bütün bakan(lık)lara / icracı kuruluşlara yayınlanan “Hükümet olarak 28 Şubat kararlarını aynen benimsediklerine, kararların arkasında olduklarına ve uygulanmasına” ilişkin BAŞBAKANLIK DİREKTİFİ tamamen görmezden gelinmiştir. (Oysa sözde savcı geçinen zatlar sadece 13 Mart tarihli Bakanlar Kurulu Tutanağına baksaydı orada merhum Erbakan’ın 28 Şubat MGK Kararları hakkında ne tür sözler ettiğini görebilir, dava açmaya utanırlardı.) 

Başbakan Erbakan’ın 28 Şubat MGK Kararlarının Bakanlar Kurulunda müzakere edilerek kabul edildiğini ve gereğinin yapılması için bütün bakanlıklara gönderdiği 14.03.1997 tarihli Başbakanlık Direktifi

            (ç)  Söz konusu Başbakanlık Direktifi’ni müteakip irtica ile mücadele esaslarını içeren ve dönemin İçişleri Bakanı Meral AKŞENER tarafından imzalanarak bütün il valilikleri ve emniyet teşkilâtına gönderilen, içerik itibariyle “ülkemizi çağ dışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak amacıyla tarikat ve cemaat bağlantılı iç ve dış odaklar üzerinde istihbarat çalışmalarının yoğunlaştırılmasını”,“irticaî nitelikte ve bölücü kişilerin kamu kurum ve kuruluşlarına sızma girişimlerine karşı tedbirli olunmasını”, “bazı tarikat ve dinî gruplarca işletilen yurt, pansiyon, dershane, kurs, matbaa vs. yerlerin sıkı sıkıya denetlenmesini ve buralarda din istismarının tespiti halinde kapatılmasını”, şartlar ne olursa olsun kamu görevlilerinin kılık kıyafet başta olmak üzere mevcut yasalara uymak mecburiyetinde olduğunu”, “Türk Hava Kurumundan başka özel ve tüzel kişilerin kurban derisi ve bağırsak toplamalarının engellenmesini”, “valilerin her gün düzenli olarak yaptıkları toplantılarda bu sayılan konularda duyarlı olmalarını” ve bunlar gibi daha pek çok konuyu emreden 28 Mart 1997 tarihli “ANAYASA VE YASALARIN UYGULANMASINDA UYULACAK USUL VE ESASLAR” başlıklı GENELGE yine yok sayılmıştır. (Oysa o dönemde valiliklerin, emniyet müdürlüklerinin bu genelge kapsamında yaptıkları bütün bu işler bazı çevrelerce sanki TSK tarafından yapıldığı izlenimi oluşturulmuş, TSK zan altında bırakılmıştır.)

            (d)  Aynı şekilde, Adalet Bakanı Şevket KAZAN tarafından imzalanarak Cumhuriyet ve DGM Başsavcılıklarına gönderilen, “Cumhuriyetin demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti ilkesini bozmaya ya da Anayasa’da belirtilen temel hak ve özgürlükleri kaldırmaya yönelik suçları işleyenlerin süratle mahkeme önüne çıkarılmasının” vurgulandığı 11 Nisan 1997 tarihli “KANUNLARIN TİTİZLİKLE UYGULANMASI HAKKINDA” konulu GENELGE sanki hiç yazılmamıştır.

            (e)       O dönemde MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nce Cumhurbaşkanı’na ve Hükûmete verilen ve irtica tehdidini açıkça ortaya koyan brifinglerden, raporlardan eser yoktur. Yani bu ülkede sanki – örneğin – “Kahrolsun lâik diktatörlük!”, “Lâik devlet yıkılacak elbet”, “Yaşasın Hizbullah, Yaşasın Şeriat!, “İslâmî Hareket engellenemez” vb. sloganlarla demokratik lâik düzene kastedilmemiş, bu sloganlarla Türkiye’nin aydın insanları öldürülmemiş, onlarca insan ağır işkencelerden sonra domuz bağı ile bağlanıp “mezar ev” diye anılan evlerin bodrumlarına canlı canlı gömülmemiş; sanki “çatlasanız da patlasanız da ben Hizbullah’ım”, “kan dökülecek fıstık gibi olacak”, “bu düzen değişecek, ama bakalım geçiş dönemi tatlı mı olacak kanlı mı olacak” sözünü eden, “RP cihad ordusudur, RP’ne oy vermezsen patates dinindensin” fetvası veren, İslâm dünyasının en kutsal mekânı Kâbe’yi bile miting alanına çeviren siyasiler bu ülkede hiç yaşamamıştır… Evet, 1309 sayfalık iddianamede bunlardan bir tek kelime ile bile söz edilmemiştir.    

            (f)  Başbakan Erbakan’ın 18 Haziran 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel’e verdiği ve “Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi arasındaki Koalisyon Protokolü’ne uygun olarak, bu bir yıllık süreden sonra başbakanlığın Doğru Yol Partisi’ne geçebilmesi için, yapmış olduğumuz taahhüde ve iki parti arasındaki mutabakata uymak üzere başbakanlık görevinden istifa ediyorum.” şeklindeki istifa dilekçesine tek kelime ile değinilmemiştir,

            (g)  Aynı şekilde, söz konusu istifa mektubundan birkaç gün sonra merhum Erbakan’ın Başbakan Yardımcısı Tansu ÇİLLER ve hükûmeti destekleyen BBP Genel Başkanı merhum Muhsin YAZICIOĞLU ile birlikte bütün kameraların önüne çıkıp istifa gerekçesini detaylı biçimde açıkladığı basın toplantısı görmezden gelinmiştir.    

            (ğ)  Cumhurbaşkanı Demirel’in Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda söylediği ve o dönemde tüm sorumluluğun kendisine ait olduğuna ve tüm faaliyetlerin anayasa ve yasalar çerçevesinde yürütüldüğüne ilişkin hiçbir beyanı iddianameye alınmamıştır.

            (h)  Dönemin Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın bizzat kendi yazdığı “Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat” ve “Refah Gerçeği” adlı kitaplarda hükümetin istifasının tamamen iki parti arasındaki protokole dayalı bir ahde vefa ilişkisi olduğuna ilişkin açıklamalarının hepsi es geçilmiştir.

            (ı)  Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik iç ve dış tehditlerin belirlendiği ve başta TSK olmak üzere devlet çapında güvenlikten sorumlu bütün kurumlara düşen görevlerin yer aldığı en önemli ve en temel kaynak olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) hiç gündeme bile getirilmemiştir. Hâlbuki Bakanlar Kurulu’nca imzalanan o belgeye bakılsaydı, İÇ TEHDİTLER başlığı altında “irticanın ve bazı İslam Devletlerince desteklenen şeriat taleplerinin ciddi bir tehlike teşkil ettiği“nin belirtildiği görülecekti ve böylece başta TSK olmak üzere devletin güvenlikten sorumlu bütün birimlerinin o belge gereğince görevlerini icra etmiş oldukları anlaşılacaktı. Savcılık makamı bunu bilerek göz ardı etmiştir. (Duruşmalar sırasında söz konusu belgenin Başbakanlık ve / veya MGK Genel Sekreterliğinden getirtilmesi taleplerinde bulunulmuş, ancak mahkeme bu konuda gerekli özeni göstermemiş, MGK’nın gönderdiği ve bilerek ya da bilmeyerek hedef şaşırtıcı birkaç cümlelik cevabı yeterli görmüştür. Mahkemenin MGSB konusundaki bu tutumunun da sanıklarca tuhaf karşılandığını belirtebiliriz.)    

            (i)  Bütün bu gayrı hukukî tutum yetmezmiş gibi, iddianameyi hazırlayan savcıların hukuka aykırı biçimde delil topladıkları, sırf sanıkları suçlu göstermek için ahlâksızca bir yaklaşımla resmî belgelerdeki cümleleri / ifadeleri bile tahrif etmekten kaçınmadıkları; dahası, 19 Şubat 2015 tarihli celsede de anlaşıldığı üzere, sorguya çağırdığı bazı sivil memurları sanıklar aleyhinde ifade vermeleri için korkuttuğu ve psikolojik baskı kurduğu ortaya çıkmıştır.

            Nitekim duruşmalar sürecinde bu durumlar anlaşılınca bir kısım sanıklarca davanın savcıları Mustafa BİLGİLİ ve Kemal ÇETİN hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur.

            (j)  Ve nihayet, FETÖ’cü olduğu iddiasıyla 15 Temmuz ihanetinden sonra meslekten atılan ve 4 ay kaçtıktan sonra sahte kimlikle yakalanarak cezaevine konan Mustafa BİLGİLİ’nin iddianameye müşteki olarak koyduğu 196 asker kökenli şahıstan 49’unun Fetullah Gülen cemaatiyle ilişkisi nedeniyle TSK’dan Yüksek Askeri Şûra kararıyla ihraç edildiği anlaşılmıştır. Yani iddianameye bakıldığında bu davanın asker kökenli müştekileri arasında FETÖ’cülerin yer aldığı görülmektedir. Bu tespit, sayıları askerlerden çok daha fazla olan sivil müştekiler arasında da FETÖ’cüler olabileceği konusunda kuvvetli şüphe uyandırmaktadır. 

            Kısacası, bu davanın başta FETÖ olmak üzere siyasal İslâm’ı savunan köktendinci tarikat ve cemaatlerle neden mücadele ettiniz?”, “neden türbana karşı çıktınız” davası olduğu ve TSK’ya karşı ideolojik intikam güdüsü ile açıldığı tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır.

  1. “Askerlerin Başbakan Erbakan’a 28 Şubat kararlarını baskı ile imzalattığı şeklindeki bilgilerin tamamen yalan olduğu, MGK’daki toplantıda asla nezaketsiz bir durumun yaşanmadığı bizzat MGK toplantısına katılan Meral AKŞENER ve Turhan TAYAN gibi tanıkların ifadelerinden anlaşılmıştır. (T.ÇİLLER de MGK toplantısında vücut dili itibariyle (!) bir soğukluk olduğunu, ancak baskı ve cebir gibi hususların asla olmadığını, sözel anlamda bir nezaketsizlik yaşanmadığını ifade etmiş, hatta baskı ve cebir ile ilgili soruyu “Kimin haddine?” diye yanıtlamıştır.) Ayrıca yukarıda da değinildiği üzere MGK kararlarını görüşmek üzere 13 Mart 1997 tarihinde toplanan Bakanlar Kurulu Toplantısı’na ilişkin tutanak da mahkeme tarafından Başbakanlık’tan istenmiştir. Görevlendirilen naip hâkimler tarafından incelenen ve mahkemede açıklanan tutanakta 406 Sayılı MGK kararlarının uygulanması konusunda hükûmet üzerinde hiçbir baskı olmadığı, Başbakan Erbakan’ın bu kararları tamamen benimseyerek ertesi gün (14 Mart) “GEREĞİ” için bakan(lık)lara direktif verdiği çok açık biçimde anlaşılmıştır.

            Kaldı ki, asıl önemlisi, söz konusu 406 Sayılı MGK Kararlarını imzalatmak için Erbakan’a götürenin de askerler değil, Başbakan Yardımcısı Çiller olduğu ortaya çıkmıştır.

  1. Darbenin sembol eylemi olarak gösterilen “Sincan’da tankların yürümesi” olayı dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı (E) Org. Hikmet KÖKSAL’ın birinci ağızdan anlatımlarıyla netleşmiştir. Köksal Paşa, Sincan Belediyesi’nin 31 Ocak 1997 tarihinde düzenlediği tartışmalı Kudüs Gecesiyle 04 Şubat’ta tankların Sincan’dan geçmesinin bir ilgisinin olmadığını, normalde 07 Şubat tarihinde Akıncı üs bölgesinde plânlanmış bir özel görev tatbikatı olduğunu, bu tatbikatın her yıl o tarihlerde rutin olarak düzenlendiğini, kendisinin de bu tatbikatı izlemek istediğini, ancak aynı tarihte katarakt ameliyatı için kendisine gün verildiğini, bu nedenle tatbikatı izleyebilmek amacıyla kendi emriyle 3 gün erkene aldırdığını; tatbikatın intikal güzergâhı üzerinde bulunan bir menfezin yıkılmış olması nedeniyle tankların Sincan şehir merkezinden geçmek durumunda kaldığını, olayın bundan ibaret olduğunu, Kudüs Gecesi olayı ile tanklar arasındaki ilgiyi medyanın kurduğunu ve sansasyonel haber olarak yaydığını belirtmiştir.

Her yıl planlı olarak yapılan rutin tatbikat için Akıncı (Mürted) üs bölgesine giderken yıkık menfez nedeniyle Sincan’dan geçmek durumunda kalan zırhlı araçlar… Hayatın doğal akışında bir olağanüstülük var mı?

  1. Dönemin sembol ifadesi olarak Gnkur. 2’nci Bşk. Org. Çevik Bir Paşa’ya atfedilen “Demokrasiye balans ayarı yaptık” sözüne de yine bizzat Çevik Paşa açıklık getirmiştir. Bu sözü kendisinin hiçbir zaman kullanmadığını belirten Çevik Paşa, Türk – Amerikan İş Konseyi’nin davetlisi olarak ABD’ye gittiğinde Somali Harekâtı sırasında tanıştığı ve harekâtın sorumlusu olan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a da bir nezaket ziyareti düzenlediğini, ziyaret çıkışında gazetecilerin “Annan’la ne konuştunuz?” diye sormaları üzerine “Sayın Annan TSK’yı övgü ile anmış ve TSK’nın Türkiye’de demokrasi için bir balans olduğunu söylemiştir” şeklinde bir yanıt verdiğini, bu açıklamadan sonra “Annan’ın ‘denge unsuru’ anlamında söylediği ‘balans’ kavramı medyada sanki ben söylemişim gibi bana atfedilmiştir” diye vurgulamıştır.

  2. Bir diğer sembol ifade olarak kayıtlara geçen “postmodern darbe” sözü ise dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri olan (E) Tümg. Erol ÖZKASNAK tarafından açıklanmıştır. Bu kavramın kendisine ait olmadığını, gazeteci Turan ALKAN ve Cengiz ÇANDAR tarafından kullanıldığını vurgulayan Özkasnak Paşa, telefonla katıldığı bir televizyon programında “buna birileri ‘postmodern darbe’ lafını yakıştırmış” diye belirtmesine rağmen ısrarla bu sözün kendisine mal edildiğini, 28 Şubat’ın asla bir askerî darbe olmadığını her yerde ve her fırsatta dile getirdiğini, nitekim daha 28 Şubat’ın hemen ertesinde – 01 Mart 1997 tarihinde – kendisini arayıp MGK kararlarının bir darbe olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını soran gazeteci İsmet BERKAN’ı da “21. yüzyılda Türk Ordusunun darbelerle işi olmaz, darbeler geride kaldı” diye yanıtladığını ifade etmiştir.

  3. Gerek kılık kıyafetleri ve gerekse ilişkileri ile 28 Şubat döneminin sembol isimleri olan Müslüm GÜNDÜZ, Fadime ŞAHİN, Ali KALKANCI gibi şahısların “irtica tehdidi algısı yaratmak amacıyla askerlerce kullandığı” iddialarının da tamamen uydurma olduğu, ne TSK’nın bu şahıslarla ne de bu şahısların TSK ile hiçbir bağlantılarının olmadığı – dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu ÇİLLER, İçişleri Bakanı Meral AKŞENER ve Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın da mahkemedeki kabulleriyle çok net biçimde açığa çıkmıştır. Buna mukabil bu şahısların TSK ile değil, o dönemde iktidara yakın kimselerle bağlantıları olduğu ve bunun araştırılması gerektiği dile getirilmiştir.

  4. 28 Şubat’ta irticanın da bir tehdit olarak tanımlanmasını müteakip bütün diğer kamu kurum ve kuruluşlarında da bu kapsamda tedbirler alındığı ve BÇG benzeri birimler oluşturulduğu, Başbakanlık nezdinde önce “Sürekli İzleme Merkezi (SİM)” sonra da “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK)” adıyla bir merkezin kurulduğu anlaşılmıştır. Dahası, irtica ile mücadele kapsamında alınan bütün tedbirler ve verilen direktiflerin 14 Aralık 2010 tarihli Başbakanlık Genelgesine kadar yürürlükte kaldığı tespit edilmiştir. (Söz konusu genelgeyle irtica bir tehdit olmaktan çıkarılmıştır.) Başka bir deyişle, 1997 ve sonrasında irtica ile mücadele kapsamında alınan kararlar, tedbirler, verilen emirler R.Tayyip ERDOĞAN’ın başbakanlığı döneminde de – Aralık 2010’a kadar – geçerliliğini sürdürmüştür.

  5. Toplam 7-8 kişiden oluşan ve Genelkurmay Harekât Başkanlığı bünyesinde kurulan BÇG’nin ayrı bir istihbarat ve icraat merkezi değil, kendisine çeşitli kanallardan ulaşan bilgileri bir rapor haline getirip Komuta Katına arz eden bir birim olduğu; hiçbir operasyonel faaliyeti, yaptırım gücü, yazışma yetkisi olmadığı; BÇG’ye ulaş(tırıl)an söz konusu bilgilerin ezici bir çoğunluğunun ise MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nden geldiği, TSK’nın da öncelikle MİT’in analizlerinden yararlandığı öğrenilmiştir. Başka bir deyişle, BÇG’nin kimseyi “fişlemediği”, böyle bir işlem de yapmadığı, irticaî faaliyetlerle ilgili olduğu öne sürülen kişi ve kuruluşlara ilişkin bilgilerin çok büyük bölümünün söz konusu kurumlardan geldiği açığa çıkmıştır.

  6. YÖK tarafından master – doktora vb. eğitim amacıyla yurt dışına gönderilenlerin bir kısmının yurda geri çağrılmasının 28 Şubat dönemiyle hiç ilgisinin olmadığı; bunların 1996 yılında dönemin MEB.lığı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı’nın kararları / yazıları dahilinde “usulsüz gönderildikleri” gerekçesiyle geri çağrıldıkları öğrenilmiştir.

  7. Soruşturmanın başından beri her seferinde sözde “darbenin sivil ayağı” denen medya, iş çevreleri ve bazı sivil toplum kuruluşları için ayrı bir soruşturmaya gidileceği söylenmesine rağmen bu konuda 8-9 yıldır tek bir adım atıl(a)mamıştır. (Atılamayacaktır da, çünkü ortada bir “suç” yoktur; böyle bir adım atılsa bile göstermelik olacaktır.) Böylece bu tür ifadelerin kamuoyuna yönelik bir göz boyama, aldatma, sahte kahramanlık gösterisi olduğu, ayrıca medya ve diğer ilgili çevreler üzerinde de bir baskı, tehdit ve şantaj aracı olarak kullanıldığı net olarak ortaya çıkmıştır.

            ÖZET VE SONUÇ

            Bütün yukarıda sayılanları özetleyecek olursak; 28 Şubat davası da – askerlere yönelik bütün diğer davalar gibi – bazı siyasi çevrelerden güç alan FETÖ’cü yargı mensuplarının el ele vererek askerler üzerinde itibarsızlaştırma, sindirme, etkisizleştirme ve susturma amacıyla kurguladıkları ve servis ettikleri kumpas davalardan biridir. Tam bir FETÖ operasyonudur. Nitekim bu davada da süreç – tıpkı öbür kumpas davalarda olduğu gibi – sözde kimliği meçhul kişilerin savcılığa bilgi ve belge ulaştırmalarıyla başlamış, ıslak imzalı tek bir doküman bile olmadan ve üzerinde tahrifat yapılan düzmece CD ve belgelerle pek çok asker gözaltına alınıp tutuklanmış, kendi ayaklarıyla ifade vermeye gelen kişiler bile “kaçma şüphesi ile” tutuklanarak bir kısmı 2 yıla yaklaşan sürelerde cezaevlerinde kalmışlardır. Ayrıca yine terfi etmesine kesin gözüyle bakılan pek çok başarılı albay ya da general bu dava ile emekliye sevk edilmiş ve üniformayı çıkarmak durumunda kalmışlardır. (Amaç da zaten oydu… Yani Atatürkçü, Cumhuriyet’e bağlı, vatansever personeli tasfiye etmek ve yerlerini kendilerine bağlı subay ve generallerle doldurmak… Nitekim doldurdukları kadrolarla 15 Temmuz ihanetini gerçekleştirdiler.)

            Bu dava, aynı zamanda bir “intikam davası”dır; “28 Şubat sürecinde – başta Fetullah GÜLEN Nur Cemaati olmak üzere – siyasal İslâm’ı savunan köktendinci tarikat ve cemaatlerle neden mücadele ettiniz, neden onların tekerine taş koydunuz, neden tarikat ve cemaatlerin devlette kadrolaşmasına izin vermediniz, neden para musluklarını tıkadınız, neden Fetullahçı – Işıkçı – Menzilci – Süleymancı – Nurcu vb. personeli ordudan attınız, neden yüce dinimizi istismar ederek insanları sömürenlere izin vermediniz, neden küçük çocukların beyinlerinin yıkanmasını engellediniz” diye “geçmişin intikamını alma davası”dır.

            Öte yandan savcısından hâkimine, adli müşavirinden bilirkişisine kadar hukukî prosedürde yer alan hemen herkes FETÖ’cülük suçlamasıyla cezaevlerinde iken, hatta hüküm giymişken, böyle bir ekibin hazırladığı iddianameyle davanın sürdürülmesi ve o iddianameye dayanarak 21 sanık hakkında ağırlaştırılmış müebbet cezası verilebilmesi davanın en acı ve vahim taraflarından biridir.

            Oysa son mahkeme heyetine kadar yapılan duruşmalarda kuşku götürmez bir gerçek olarak anlaşılmıştır ki, “askerî darbe” olduğu propagandası yapılan 28 Şubat kesinlikle bir darbe değildir. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL bunu açıkça dile getirmiş ve o dönemde bütün sorumluluğun kendisinde olduğunu çok net biçimde ifade etmiştir. Ancak herkesçe malûm bazı çevreler uydurdukları ve ısrarla tekrar ettikleri yalanlarla toplumda bir darbe algısı oluşturmuşlar, bunu da “mağduriyet edebiyatı”yla süsleyerek siyasi rant elde etmeye çalışmışlar, ne yazık ki toplumun unutkanlığını ve bu konudaki bilgisizliğini de çok iyi kullanarak oldukça başarılı olmuşlardır.

            Ancak artık kimsenin bu “darbe tuzağı”na düşmemesi, “darbe yalanları”na kanmaması gerekir. Ortada ne bir askerî darbe ne de bir suç vardır. Zaten bir suç olsaydı, askerî darbenin varlığına ilişkin bugüne kadar somut bir gerekçe ya da belge ortaya konmuş olsaydı 9 yıllık soruşturma ve dava sürecinde sanıkların ipi elli kere çekilir, hak ettikleri cezalarla çoktan zindanı boylarlardı. Ama duruşmalar sürecinde hâkimler de ortada bir suç olmadığını, her şeyin devletin en üst sivil kurumlarınca, Anayasa ve yasalar çerçevesinde geliştiğini anlayınca davayı sürekli uzatmak durumunda kalmış, o da yetmeyince mahkeme heyetleri değiştirilmiştir.

Kaldı ki bugün yaşadığımız olaylar 28 Şubat döneminde, yani bundan 23 yıl önce askerlerin irtica konusunda kaygı duymakta ne kadar haklı olduğu apaçık ortaya koymuştur. Anayasamızın “DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ”nin düzenlendiği 24’ncü maddesinde “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” diye vurgulansa da, ne yazık ki bugün başta Kur’an olmak üzere İslâm’ın bütün kutsal değerleri siyasetin ve siyasetçilerin elinde oyuncak ve istismar aracı olmuş, tarikat ve cemaatler siyaset eliyle korunarak ve dahi maddi açıdan ihya edilerek devletin bütün kurumlarına sokulmuştur.

            Yüce dinimizin bu kadar ayaklar altına alınması, sömürülmesi, siyasete alet edilmesi ancak lanetle anılabilecek bir olaydır. Ayrıca bir barış dini olan İslâm’ın yanlış ellerde nasıl bir tehlike haline geldiğini çok yakınımıza kadar giren FETÖ ve IŞİD terörü ile de görülmüştür.

            SONUÇ İTİBARİYLE;

      a. 28 Şubat kesinlikle bir askerî darbe değildir, darbe ve / veya darbecilikle hiçbir ilgisi yoktur.

       b. 28 Şubat, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının, gericiliğin, dinî cehaletin, din istismarcılığı yaparak yürütülen tarikat ve cemaat örgütlenmesinin, yüce dinimizi siyasete alet etmenin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğinin tam 23 yıl önce TSK (ve devletin diğer ilgili güvenlik kurumları) tarafından tespit edildiğinin kanıtıdır.

      c. 28 Şubat, başta FETÖ olmak üzere bugünkü IŞİD (DAEŞ) ve benzeri köktendinci terör tehlikesine tam 23 yıl önce dikkat çekildiğinin resmidir.

      ç. 28 Şubat, meseleyi sanki kadınların başörtüsü meselesiymiş gibi göstererek özü toplumdan saklanan bir siyasi rant ve ayrıca devletin rejimi ile cumhuriyetin değerlerine karşı açılmış savaş meselesidir.

     d. 28 Şubat, siyasilerin kendi şahsi çıkarları, iktidar hesapları ve hırsları ile askerler üzerinden iktidarı kapma sevdası ve savaşıdır.

     e. 28 Şubat suçlaması, siyasilerin kendi beceriksizliklerini, başarısızlıklarını, hatta yanlışlarını örtmek için suçu askerlerin üzerine atma kolaycılığına, daha doğrusu “gaflet ve dalaletine” düşmelerinin bir başka biçimidir.

            Şurası bir gerçektir ki, bundan tam 23 yıl önce MGK’da alınan ve hükümetçe de aynen benimsenip kabul edilen o kararlar eğer istismar edilmeseydi, sulandırılmasaydı, sonradan gelen hükûmetlerce (siyasilerce) gereği gibi uygulanıp takip edilseydi bugün kesinlikle 15 Temmuz ihaneti de, FETÖ belâsı da yaşanmazdı.

            Dolayısıyla 28 ŞUBAT DAVASI (DA) SİYASİ RANT ELDE ETMEYE DÖNÜK VE TAM ANLAMIYLA SİYASİ BİR DAVADIR. İşleyişi tam bir psikolojik harekât (algı operasyonu) plânları çerçevesinde yürütülmüştür. Türkiye’de siyasetin yargı üzerindeki etkisi dikkate alındığında, sadece Sayın Cumhurbaşkanı’nın o tarihte biri 12 diğeri 14 yaşında olan kızlarının bu davada müşteki olmasının bile mahkeme üzerinde çok önemli bir baskı unsuru olduğu aşikârdır.

            28 Şubat “sanıkları” olarak bu davanın sonuna kadar üzerine gidilmesini, hiçbir şeyin üstünün örtülmemesini, her şeyin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmasını öncelikle biz askerler istiyoruz. Çünkü çok iyi biliyoruz ki ASIL SUÇLULAR 28 Şubat’ı bir darbe gibi gösterenler ve bu manipülasyondan nemalananlardır.

            Nitekim ta ilk günden beri ısrarla vurguladığımız ASIL KAÇANLAR BU DAVAYI AÇANLAR OLACAKTIR sözünün ne kadar isabetli olduğunu yaşananlar göstermiştir.  

(E) Alb. Alican TÜRK

                                                                                                     20.02.2020

 

 

EK – A :           28 ŞUBAT DAVASI Sanıklarının Tutukluluk ve Tahliye Bilgileri

EK – B :           13 Nisan 2018 Tarihli Duruşmada Mahkeme Kararları

 

EK-A

28 ŞUBAT SANIKLARININ TUTUKLULUK VE TAHLİYE BİLGİLERİ

(İDDİANAMEDEKİ SIRAYA GÖRE)

NOT: 3’üncü dalgada (26 Nisan 2012) tutuklanan, tutukluluğu sürecinde rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan, geçirdiği ağır ameliyatlar sonrası 13 Ağustos 2012’de vefat eden Alb. Mehmet HAŞİMOĞLU hakkında vefatından 3 gün önce hakkında tahliye kararı verilmişti. Adı bu nedenle iddianamede geçmediği için listede yer almamıştır.

Hazırlayan: Alican TÜRK

 

                                        

(*) Bu yazı ilk olarak 16.04.2016’da yazılmış, duruşmalar ilerledikçe gelişen durumlar dikkate alınarak güncellenmiştir. Bu yazı 10’uncu güncellemedir.

(1) GATA’da göz doktoru iken TSK’dan ihraç edilen Tamer TATAR’ın bilahare FETÖ’nün Afrika’daki faaliyetleri kapsamında birçok hastanede 100’den fazla göz ameliyatı yaptığı tespit edilmiştir. 

(2) Davada “5 No’lu CD” olarak geçmektedir.

(3) 28 ŞUBAT DAVASI Sanıklarının Tutukluluk ve Tahliye Bilgileri EK-A’da sunulmuştur.

(4) 28 Şubat soruşturmasının tutukluluk ve cezaevi sürecinin tüm detayları bu makalenin yazarı tarafından 28 ŞUBAT – SİNCAN’DAN TARİHE NOTLAR başlığı altında iki ciltlik “anı – belgesel” kitap olarak yayınlanmıştır. Alibi Yayıncılık tarafından basılan kitaplar Haziran 2017’de piyasaya çıkmıştır. Detaylı bilgi için anılan kitaba bakılması önerilir. 

(5) İlginçtir ki, 15 Temmuz ihanet kalkışmasını araştırmak üzere yine bir AKP’li milletvekili olan Reşat PETEK başkanlığında oluşturulan TBMM 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu da olayın en kritik isimleri olan Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi AKAR ve MİT Müsteşarı Hakan FİDAN’ı dinlemekten ısrarla kaçınmıştır. Bu durum, bizde, her iki olayın da üstünün örtülmeye çalışıldığı izlenimini uyandırmış, en azından bazı gerçeklerin ortaya çıkmasının istenmediği şeklinde bir değerlendirmeye yol açmıştır. (Komisyon Başkanı Reşat PETEK milletvekili olmadan önce 28 Şubat davasında bazı müştekilerinin avukatlığını yapmaktaydı. Kendisi aynı zamanda “mağdur – müşteki” olarak 28 Şubat davasında yer almaktadır.)       

(6) Kamuoyunda “Özgürlük Hâkimleri” olarak bilinen bu kişiler de Savcı M.BİLGİLİ gibi “Kozmik Oda” davasında hâkim olarak görev yapmışlardı. Adı geçen şahıslar da Şubat 2016’da HSYK tarafından açığa alınmışlar, 15 Temmuz ihanet kalkışmasını müteakip üçü de FETÖ üyeliği gerekçesiyle hâkimlikten ihraç edilmiş, haklarında tutuklama kararı çıkarılmış ve cezaevine konmuşlardır. Nitekim yargılamalar sonunda Nihal USLU 14 yıl, Halil İbrahim KÜTÜK 12 yıl 1 ay hapse mahkûm olmuş, cezaları Yargıtay’ca da onanmıştır. 

(7) Bu talebin ne kadar haklı olduğu Yargıtay’ın “Ergenekon” kararında görülmüştür. Hatırlanacağı gibi Yargıtay 16. Dairesi, Nisan 2016’da, Ergenekon davasında yargılanan 26’ncı Genelkurmay Başkanı (E) Org. İlker BAŞBUĞ’un “Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanlarının Yüce Divan’da yargılanması gerektiği” yönündeki talebini haklı bularak dosyayı usûlden bozmuştu.

(8) Hâkim Hakan ORUÇ’un da 15 Temmuz sonrası yürütülen FETÖ soruşturması kapsamında meslekten ihraç edildiği, yargılamalar sonucu 25 Mayıs 2018’de 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldığı öğrenilmiştir.

(9) Mahkemece kendisine yapılan yedi çağrıya rapor alıp katılmayan Çiller, nihayet 8’inci çağrı sonunda, 18 Temmuz 2017’deki 89’uncu duruşmaya SEGBİS (ses ve görüntü bilişim sistemi) yoluyla İstanbul’dan katıldı. Tansu Hanım, 28 Şubat’la ilgili geçmişteki konuşmalarının neredeyse tamamında “bu olay askerlerden ziyade Çankaya darbesidir” derken, mahkemede şaşırtıcı bir şekilde askerlerin rolünü öne çıkaran bir anlatım sergiledi. Ancak yine de “şikâyetçi olmadığını” belirtti. Bu tutum değişikliğinde, Çiller’in 15 Temmuz olaylarının birinci yıldönümü nedeniyle İstanbul ve Ankara’da düzenlenen anma / kutlama etkinliklerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görülen yakınlığının önemli rolü olduğu değerlendirilmektedir.

(10) Söz konusu suç duyurusu hakkında savcılığın 12.03.2018 tarihinde “Soruşturma ve kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verdiği öğrenilmiştir. Ancak Av.Aytekin EROL bu işi sonuna kadar takip edeceklerini, gerekirse AİHM’ne kadar götüreceklerini beyan etmiştir.

(11) 13 Nisan 2018 tarihli karara göre sanıkların durumu EK-B çizelgede sunulmuştur. Sanıklardan (E) Tümg. Çetin DİZDAR mahkeme kararından sonra vefat ettiği için mahkeme kararında “4 sanık” görünmektedir.

ETİKETLER: ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.