savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,4746
EURO
36,4066
ALTIN
2.957,53
BIST
9.356,86
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
17°C
Ankara
17°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Hafif Yağmurlu
16°C
Cumartesi Karla Karışık Yağmurlu
1°C
Pazar Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazartesi Karla Karışık Yağmurlu
2°C

Berlin Bağdat Demiryolundan Çanakkale Savaşına

Berlin Bağdat Demiryolundan Çanakkale Savaşına

Berlin Bağdat Demiryolundan Çanakkale Savaşına

Osman Başıbüyük, 21 Nisan 2015 

Bu sene hep birlikte büyük bir coşkuyla Çanakkale Zaferini 100. yılını kutlamaktayız. Her savaş zaferle de sonuçlansa, aslında büyük bir acıdır. Eğer savaşlardan gereken dersler alınmazsa gelecekte benzer acılar yaşanması kaçınılmazdır. Çanakkale Savaşları şimdiye kadar daha çok askerî açıdan değerlendirildi, savaşı hazırlayan küresel dengeler stratejik açıdan doğru düzgün incelenmedi. Bu makalede dünyanın savaşa nasıl sürüklendiği incelenerek Çanakkale Savaşından dersler çıkarılmaya çalışılmıştır.

        I. ÇANAKKALE’YE NASIL GELDİK?[1]

     I. 1. İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğü

Çanakkale Savaşının 100 yıl öncesine gidiyoruz. Tarih 18 Haziran 1815, Belçika’nın Waterloo kasabası yakınlarında İngiltere-Prusya (Almanya) ittifakı ile Fransa arasında Avrupa tarihinin en önemli savaşı Fransız İmparatoru Napolyon’un mutlak yenilgisiyle sonuçlandı. Savaş sonrasında Viyana Kongresi 1. Dünya Savaşına kadar sürecek olan Avrupa sınırları ve yenidünya düzenini belirlemişti. Fransa’nın zayıflamasıyla İngiliz donanması dünya denizlerinin meydan okunamaz en büyük gücü haline geldi. İngiliz gemileri, kömür, demir-çelik ve tekstil ürünlerinin ticaretini dünyanın her bir köşesinde özgürce yapabiliyordu.

İngiliz İmparatorluğunu ayakta tutan üç ana unsur vardı: 1) İngiliz donanmasının dünya denizlerine hâkim olması ve bu sayede dünya deniz ticaretini Londra’nın kontrol etmesi. 2) Londra’nın uluslararası bankacılık ve finans sistemine hâkim olması. Dünya deniz ticareti, Londra’da konuşlu Lloyds Denizcilik sigorta ve İngiliz bankacılık sistemi tarafından dikte edilen kurallar çerçevesinde yürütülmekteydi. 3) Londra, dünyanın dört biryanındaki sömürgeleri sayesinde elde ettiği jeopolitik avantajla, ticareti yapılan pamuk, metal, kahve, kömür gibi hammadde kaynaklarının kontrolüne hâkimdi. Bu sayede üzerinde güneş batmayan imparatorluk, dünyanın tartışılmaz en büyük gücü haline gelmişti.

  I. 2. Mutlak serbest ticaret

Her şeyi ticarete bağlı olan İmparatorluğun ekonomik teorisyeni de Adam Smith’di. Smith’e göre; devlet kısıtlamaları ve korumacılık sanayi gelişimini engelliyordu; ekonomik sürece hükümet müdahalesi, gümrük vergileri, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açıyordu; her şeyin oluruna bırakılması gerekiyordu (laissez-faire); “görünmez bir el” arz talep dengesi üzerinden piyasada fiyatları dengeleyecekti. Kısacası Smith, mutlak serbest ticareti savunuyordu. İngiliz tüccarlar dünyanın hiçbir yerinde karşılarına çıkacak bir gümrük duvarı istemiyor, İngiliz devleti ise o gümrük duvarlarını ortadan kaldırmak için savaşıyordu.

Bu ekonomik sistem Almanya dâhil dünyanın her tarafında benimsenmişti. Fakat 1873 yılına gelindiğinde İngiliz ekonomisinin derin bir krize girmesiyle Adam Smith’in mutlak serbest ticareti benimseyen ekonomik modelinin öngörüldüğü gibi iyi olmadığı anlaşılmaya başladı.

     I. 3. Tarım üretiminin çökmesi

İngiltere 1815 yılında çıkardığı Tahıl Yasası (Corn Law) ile ithal edilen tarım ürünlerine yüksek vergi koyarak kendi çiftçisini koruma altına almıştı. Ancak gözü doymayan tüccarlar kendi ülkelerinde de gümrük duvarı görmek istemiyordu. Başka ülkelerden ucuz tarım ürünleri ithal edilerek iç piyasadan da büyük karlar elde edilebilirdi. Tahıl Yasası karşısında oluşturulan lobi, uzun çabalar sonunda 1846 yılında yasanın kaldırılmasını sağladı. Yasa kaldırıldıktan yaklaşık 25 yıl sonra İngiliz ekonomisi büyük bir krize girmişti, çünkü ülkede tarım çökmüş, köylü üretemez olmuştu. Halkın fakirleşmesi alım gücünü azaltarak diğer bütün sektörleri de vurdu.

     I.4. Alman kalkınma modeli – korumacılık

Bu dönemde aynı ekonomik modeli uygulayan Almanya ve Avusturya da ekonomik krize girmişti. Almanya’da krizin sebebinin, uygulanan İngiliz ekonomik modelinden kaynaklandığı düşüncesi doğmuştu. Takip eden yıllarda Almanya, İngilizlerin serbest ticaret modelinden uzaklaşarak kendi milli kalkınma stratejisini geliştirdi. Alman kalkınma stratejisinin üç temel unsuru vardı:

1) Gümrük duvarları ile iç piyasayı koruma altına almak,

2) Teknoloji okulları ile eğitimli insan yetiştirerek kaliteli mal üretmek,

3) Ülke iç pazarını birbirine bağlayacak demiryolu ağı örmek.

Almanların uyguladığı ulusal endüstri ve tarımını geliştirme politikası gerçekten de müthiş bir sonuç vermişti. İç üretim 1850 – 1913 yılları arasında 5 kat artmış, aynı dönemde kişi başına düşen milli gelir %250 yükselmiş, işçi maaşları iki katına çıkmıştı. Hayat şartlarındaki iyileşme nüfus artışına yansımış, ülke nüfusu 40 milyondan 67 milyona çıkmıştı. Artık Almanya İngiltere’nin karşısında yükselişi önlemez dev bir sanayi ülkesiydi.

     I. 5. Petrol dünya siyaset sahnesine çıkıyor

Almanya’nın gösterdiği gelişme, İngiliz seçkinleri arasında hızla değişen dünyada imparatorluğun gücünü nasıl koruyacaklarına dair bir tartışma başlattı. İşte bu tartışmada 1882 yılında petrolün jeopolitiği ilk defa gündeme geldi. Çünkü İngiliz donanması ve deniz gücünün petrol sayesinde devam ettirilebileceği düşünülüyordu.

19’uncu yüzyılın sonuna kadar petrolün fazla bir ticari değeri yoktu. Genelde aydınlatma amacıyla gaz lambalarında kullanılıyordu. 1882 yılına gelindiğinde Amiral Lord Fisher petrolün stratejik önemini keşfeden ilk kişi oldu. Fisher, İngiltere’nin donanmasını kömürle çalışan gemilerden petrolle çalışan gemilere dönüştürmesini savunuyordu. İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğünü sürdürmesi ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Petrol ile çalışan bir savaş gemisi kömürle çalışanlarda olduğu gibi 10 km uzaktan görülebilen baca dumanı çıkarmıyordu. Kömürle çalışan bir gemi harekete hazır olmak için 4 ila 9 saat arasında istim tutması gerekirken, petrolle çalışan bir gemi 30 dk içinde harekete hazır hale gelebiliyordu. Petrolle çalışan bir gemiye yakıt yüklenmesi 12 işçinin 12 saat çalışmasıyla sağlanırken, aynı enerjiyi verecek kömürün gemiye yüklenmesi 500 işçinin 5 gün çalışmasıyla sağlanabiliyordu. Aynı beygir gücünü üreten bir petrol motoru, kömürle çalışana göre 1/3 oranında daha hafifti, aynı zamanda 1/4 oranında daha az ağırlıkta yakıta ihtiyaç duyuyordu. Petrolle çalışan bir geminin harekât yarıçapı kömürle çalışana göre yaklaşık 4 kat daha fazlaydı. O dönemde tartışmalar devam etti ama petrolle çalışan gemilere yönelik eyleme geçilmedi.

     I. 6. Gerginlik tırmanıyor

20 Mayıs 1882’de Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan ile üçlü ittifak anlaşması imzaladı. Böylece Almanya, ekonomik ve siyasi gücünü Kıt’a Avrupa’sına giderek hâkim kılmaya başlamıştı. Almanya’nın emperyal davranışları hem askeri hem ekonomik hem de politik alandaki yükselişi İngiltere ve Rusya’nın tehdit algılamasına neden olmuştu. Askeri gücünü artırarak hâkim olduğu toprakları genişletmek, Almanya’nın uluslararası arenada başat bir güç olmasının tek şartıydı.

Aynı dönemde İngiltere Hindistan ticaret yolunu güvence altına almak için Ağustos 1882 yılında Mısır’ı işgal etti. Süveyş Kanalı Fransızların eline geçmemeliydi.

Yükselen güç Almanlar, sömürgecilikte geç kalmışlardı, Afrika’daki sömürgelerden pay almak maksadıyla 1884 yılında Berlin’de bir konferans düzenlediler. Konferans sonrası Afrika kıtası ile yapılan ticarete ve sömürgeciliğe bir düzen getirilmişti. Ancak bu konferans Kara Kıta’daki sömürgecilik yarışını hızlandırdı. Fakat Almanlar beklediklerini bulamamışlardı, Afrika kıtası İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmıştı.

Almanya ticaretinin %70’ini deniz yoluyla yapıyordu. Dünya ile ticaret yapabilmesi için kendi deniz ticaret filosuna ve onları koruyacak donanmaya ihtiyacı vardı. Bu gerçekleşmediği takdirde Almanya kendi ekonomik geleceğini garanti altına alamazdı. Ancak İngiltere hala okyanusların hâkimiydi ve bu hâkimiyetini korumak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Almanların İngilizlerin kontrolündeki denizlerden geçmeden ticaret yapması mümkün değildi. Bu zorunluluk yeterli sömürge elde edememeyle birleşince Almanların başka bir proje geliştirmesine neden oldu. Almanların buldukları çıkış yolu Berlin-Bağdat demiryolu projesiydi.

     I. 7. Berlin-Bağdat demiryolu projesi

Almanya 1890’ların başından itibaren, ihraç mallarını satabileceği geniş bir coğrafya yaratmak maksadıyla Osmanlı ile sıkı ilişkiler geliştirme yolunu seçmişti. Berlin-Bağdat demiryolu bu ekonomik stratejinin en önemli projesiydi. Proje hayata geçirilebilirse, Berlin’den Basra Körfezine kadar çok geniş bir coğrafi alan, her türlü ekonomik kaynağı ile birlikte, İngiliz deniz gücünden etkilenmeyecek şekilde Almanların kontrolüne geçmiş olacaktı. Osmanlı’yı kontrol ettiklerinde, İstanbul ve Çanakkale boğazlarına hâkim olacaklarını hesap eden Almanlar, bu sayede Rusya’nın iplerini elinde tutabilecekti. Alman ve müttefik Türk ordularının Mısır’a yani Süveyş kanalına ve İran körfezine ulaşması daha kolaylaşacaktı. Böylece İngiltere’nin Hindistan sömürgelerine ulaşması tehdit edilebilecekti. İskenderun limanı ve Çanakkale Boğazının kontrolü, Almanlara Akdeniz’de önemli bir deniz üstünlüğü sağlayacaktı. Aslında Almanlar Osmanlı topraklarını kendi sömürgeleri yapmak niyetindeydiler. Gerçekten de 1911 yılında Dr. O.R. Tannenberg tarafından hazırlanan ve Alman Genelkurmayı tarafından benimsenen haritada Osmanlı toprakları “Deutschland” olarak göstermekteydi.[2]

Alman İmparatoru II. Wilhelm, 2 Kasım 1889’da Berlin-Bağdat demiryolu projesinin ilk bacağının yapımı konusunda Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ile anlaşmaya varmak üzere İstanbul’a gelmişti. Yürütülen müzakereler sonucunda Deutsche Bank liderliğindeki bir grup banker ve iş adamı, Osmanlı hükümetinden İstanbul’dan İç Anadolu’ya uzanacak bir demir yolu yapma imtiyazını elde etti. Bu aşamada ne Osmanlı ne de İngilizler demiryolunun Berlin’den Basra Körfezi’ne kadar uzanmasının planlandığından haberdardı. Ziyaret sırasında Osmanlıya Alman Mavzer piyade tüfeklerinin satılması üzerine de bir anlaşma imzalanmıştı.

1896 yılına gelindiğinde Berlin’den Konya’ya ulaşan demir yolu hizmete girmişti. 8 yıldan az bir sürede ekonomik olarak dünya ile bağlantısı olmayan Anadolu’ya 1.000 kilometreden fazla demiryolu ağı döşenmiş, Osmanlının ulaşılamaz bölgeleri ekonomik hayata katılmıştı. Demiryolu hattı, Bağdat’a uzandığında oradan da daha ileriye yakındaki Kuveyt’e ulaştığında, Avrupa’dan Ortadoğu’ya en hızlı ve en ucuz ulaşımı sağlamış olacaktı.

Projenin ikinci safhasını hayata geçirmek maksadıyla Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1898 yılında İstanbul’a ikinci bir ziyaret daha gerçekleştirdi. Bu sefer Wilhelm’in kafasında bir Osmanlı fesi ve giydiği amiral üniformasının üzerinde Osmanlı madalyaları vardı! Böylece Berlin-Bağdat adını alan projenin ikinci safhası başladı. Takip eden 10 yılda Türk-Alman ilişkisi doruk noktasına çıktı. Projenin netleşmesi İngiltere ile Almanya’yı karşı karşıya getirmişti. Sırp ordusunda görevli İngiliz Askeri danışmanı R.G.D. Laffan ülkesinin stratejisini Berlin-Bağdat demiryolu projesini sabote etme üzerine kurulması gerektiğini düşünüyordu. Haritaya bakıldığında proje güzergâhındaki ülkeler; Almanya, Avusturya-Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti olarak görülüyordu. Projenin iki ucunu birbirine bağlayacak en kritik nokta Sırbistan’dı. Sırbistan İngiltere’nin ilk savunma hattı olmalıydı, bu noktadan bağlantı kesilebilirdi. Zaten 1. Dünya Savaşı da bu noktadan çıktı.

1899’da Projenin ilerleyen safhasında demiryolunun Kuveyt’e ulaşması planlanmıştı. Almanya’nın ekonomik gücü projeyi buraya kadar uzatmak için sınırlıydı, ayrıca İngiltere’nin projeye karşı çıkması projeyi zora sokabilirdi. Bu maksatla II. Wilhelm, Kraliçe Victorya’yı ziyarete ederek yatırıma ortak olmalarını istedi. İngilizler bu teklife uzak durdu, bir yandan da tedbir almaya yöneldiler. İngiltere, 1901 yılında Osmanlı toprağı olan Kuveyt limanını işgal ederek oradaki şeyhliği kendi koruması altına aldığını İstanbul’a dikte ettirdi. Proje başarılı olursa denize çıkış noktasını kontrol etmek istemişlerdi.

     I. 8. İngilizler petrolün peşine düşüyor

Bu arada Almanlar Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi yanında deniz güçlerini de hızla artırmaktaydı. 1870’ler Alman deniz ticaret filosu sayı ve kapasite açısından dünya 5’ncisi iken 1. Dünya Savaşı öncesi İngilizlerin hemen arkasında dünya 2’nciliğine yükselmişti. İngilizlerin deniz üstünlüğünü kaptırmamak için bir şeyler yapması gerekiyordu. 1905 yılına gelindiğinde İngiliz istihbaratı ve hükümeti sonunda yeni yakıt petrolün, stratejik önemini kavradı. Londra’nın problemi, kendisine ait bilinen hiçbir petrol kaynağının olmamasıydı. Donanma ve deniz filosu ABD, Rusya veya Meksika’dan sağlanacak yakıta muhtaç olacaktı. Bu durum barış döneminde istenmeyen, savaş durumunda ise kabul edilemeyecek bir bağımlılıktı. Lord Fisher 1904 yılında denizcilik bakanı olduktan sonra İngiltere için güvenli petrol kaynakları aranmaya başlamıştı. Potansiyel bölge olan İran ve Körfeze mühendisler gönderilmişti. İngiltere bir yandan da super-dreadnoughts olarak adlandırılan ateş gücü çok yüksek zırhlı savaş gemileri inşa etmeye girişmişti

     I. 9. Büyük Oyun

Askeri ve ekonomik güç olarak giderek güçlenen Almanlar bir de Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi ile çok geniş bir coğrafyaya hâkim olmaya çalışınca İngiliz, Fransız ve Rusların şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdi. Birbiriyle düşman olan bu üç güç, yükselen Alman tehdidi karşısında giderek birbirine yaklaşıyordu. Nitekim İngiltere 8 Nisan 1904’de Fransa ile İyi Niyet Anlaşması (Etente Cordiale) imzalandı. Bu anlaşma Almanya-Avusturya Macaristan karşısında oluşacak ittifakın ilk adımıydı.

8 Nisan 1904’de Fransa ile İyi Niyet Anlaşması imzalandı. (1908). (Photo by Roger Viollet Collection/Getty Images)

İngiltere ile Rusya, 1800’lü yılların başından beri Orta Asya’da üstünlük kurma mücadelesi çerçevesinde Büyük Oyun (The Great Game) adı altında bir çatışma yaşamaktaydı. İngilizler, Rus İmparatorluğunun Orta Asya’ya doğru genişlemesini “kraliyetin mücevheri” olarak görülen Hindistan sömürgesini tehlikeye atacağını değerlendiriyorlardı. Bu tehlikeyi önlemek için Rusya’nın güneyden kuşatılması gerekiyordu. İşte Afganistan üzerinde yaşanan Rus-İngiliz mücadelesinin o tarihteki sebebi buydu.

Büyük Oyunun ikinci boyutunu ise Osmanlı İmparatorluğu oluşturmaktaydı. Osmanlı, Rusların sıcak denizlere inmesi önünde bir engeldi. Böylece Moskova, İngilizlerin Akdeniz ve Ortadoğu ticaret yollarını tehdit edemiyordu. Bu sebeple İngiltere, Büyük Oyunun bu safhasında kendisine zarar vermeyecek bir Osmanlıyı Ruslar karşısında hep destekledi. Ne zamanki Almanların Osmanlı üzerinden Ortadoğu’ya ulaşma projesi ciddi tehlike haline geldi işte o zaman İngiltere’nin tavrı da değişmeye başladı. Osmanlıyı desteklemekten vazgeçerek Rusya yaklaştı.

1907 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya, aralarında İyi Niyet Anlaşması (Triple Entente) imzaladılar. İngilizlerin amacı Almanya’yı kuşatmaktı. Bu anlaşma sonrası Osmanlı, Rus tehdidine karşı müttefiksiz kaldı. Hemen takip eden sene 22 Eylül 1908’de Rusların ve Batının desteğini alan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Hatırlanacağı üzere Bulgaristan, Berlin-Bağdat demiryolu güzergâhı üzerindeydi. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti bir türlü düzen tutmadı; isyanlar, darbeler, savaşlar birbirini kovaladı.

     I. 10. Musul’da petrol bulundu, Balkanlarda savaş çıktı

1911 yılında Winston Churchill Lord Fisher yerine denizcilik bakanı oldu. Ve Fisher’in önerdiği donanmayı petrolle çalışan gemilere dönüştürme projesine hız verdi. Bir süre sonra petrolle çalışacak ilk İngiliz savaş gemisi Queen Elizabeth tezgâha konmuştu. Queen Elizabeth Çanakkale savaşının amiral gemisi olacaktı.

Almanlar, 1911 yılında Osmanlı’nın Mezopotamya topraklarında petrol aranmasına ilgi duymaya başlamışlardı. Aynı ilgiyi doğal olarak İngilizler de duyuyordu. Liderliği İngiliz şirketi yaptı; Almanlarla ortak Afrika ve Doğu İmtiyaz Limitet (African and Eastern Concession Ltd) şirketi kuruldu. Bu şirket 1912 yılında Türk Petrol Şirketi (Turkish Petroleum Company) adını aldı. Ortakları Deutche Bank, The Anglo Saxon Oil Campany ve Osmanlı Bankasıydı.

1912 yılına gelindiğinde Alman endüstrisi ve hükümeti petrolün geleceğin yakıtı olduğunu kavramıştı, petrol sadece kara taşımacılığı için değil deniz taşımacılığı için de kilit bir maddeydi. Tam da bu yıllarda Musul Bağdat arasında önemli petrol yataklarının olduğu keşfedilmişti. Deutsche Bank’ın planı demiryolunu petrol zengini bu bölgeye uzatmaktı; böylece İngiliz deniz gücünden etkilenmeden Almanya zengin bir kaynağa ulaşmış olacaktı.

1912 yılında Deutsche Bank Demiryolunu inşa etme imtiyazı çerçevesinde sağladığı finans karşılığında Osmanlı Devleti’nden demiryolunun geçtiği güzergâhın her iki yanında 20 km’lik alan içerisinde petrol ve maden çıkarma hakkını elde etmişti. Bu sırada demiryolu Musul’a ulaşmış bulunmaktaydı.

Ne tesadüf ki aynı yıl Balkan Savaşı patlak verdi! 1. Balkan savaşında Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlıya karşı savaş ilan etmek için İngiltere tarafından kışkırtılmış ve savaş esnasında gizlice desteklenmişti. 1. Balkan Savaşını 1 yıl sonra ikincisi takip etti. Tahmin edilebileceği gibi amaç Berlin’den Basra Körfezine doğru uzanan demiryolunu kesmekti. Perde arkasında İngilizler vardı.

     I. 11. İngiliz-Alman savaşı kaçınılmaz hale gelmişti

Almanya ile İngiltere arasında küresel üstünlük mücadelesi devam ederken, İngiliz ekonomisi krizdeydi. Uygulan mutlak serbest ticaret politikası ile köylü üretemez olmuş halk fakirleşmiş, sanayi gerilemeye başlamıştı. İngiliz devleti borca batmış, hazine bomboştu, devlet bütçesi koca imparatorluğu finanse edemez hale gelmişti. Buna karşılık ticaretle uğraşan ve bankerlik yapan İngiliz soyluları dünyanın en zengin insanları olmuştu. Almanya’da ise durum tersineydi. Milli gelirde nispeten adil bir dağılım vardı; işçi ve köylüler hayatlarından memnundu. Sanayi sürekli gelişiyor, ekonomi sürekli büyüyordu. Bu süreç devam ederse İngiltere’nin Almanya’ya karşı üstünlük mücadelesini kaybetmesi kaçınılmazdı. 1. Dünya Savaşı arifesinde İngiltere, jeopolitik avantajı, güçlü donanması, deniz ticaret yollarını kontrol etmesi ve stratejik hammadde kaynaklarına hâkim olması sebebiyle üstünlüğü elinde bulunduruyordu. Hala üstün pozisyondayken Almanya’nın yükselişini durduramazsa mücadeleyi kaybedeceğinin farkındaydı. Yani savaş hem İngiltere hem de Almanya açısından kaçınılmaz olmuştu.

     I. 12. Savaş başlıyor

Almanya tetiğe bastı, 28 Haziran 1914’de Avusturya Macaristan tahtının varisi Arşidük Francis Ferdinand’ın Saray Bosna’da bir Sırp tarafında öldürülmesiyle savaş başladı. Ne tesadüf ki savaşın çıktığı yer Berlin-Bağdat demiryolu güzergâhı üzerindeydi. Avusturya-Macaristan Saraybosna’yı işgal ederek tren yolu güzergâhını güven altına almıştı.

Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilan etti. Almanya, Schlieffen Planı çerçevesinde kuvvetlerinin %80’i ile Batı cephesinde Fransa’ya saldıracak, bu arada geri kalan kuvvetlerle Rusya’ya karşı oyalama muharebesi yapacaktı. Alman generaller, Belçika üzerinden kısa sürede Paris’e ulaşılacağını hesap etmişti. Fransa’nın işi bitirildikten sonra Rusya üzerine yürünecekti. Fakat savaş planlandığı gibi gitmedi. İngilizlerin yardımıyla başarılı Fransız savunması, Batı cephesinde savaşı çıkmaza soktu; birlikler siper savaşlarına bağlandı. Bu başarıda Doğu cephesinde saldırıya geçen Rusların da önemli bir katkısı vardı. Almanlar Rus saldırılarını durdurmak için Fransa’yı işgal etmek maksadıyla ihtiyatta tuttukları birlikleri Doğu cephesine kaydırmak zorunda kalmışlardı. Tannenberg muharebelerinde Ruslar yenilmişti ama Paris’e doğru Belçika üzerinden yürümeye çalışan Alman General Moltke de Eylül 1914 ayında Marne Muharebelerini kaybetmişti. Savaş Almanların istediği gibi gitmiyordu, Alman orduları iki ateş arasında kalmıştı. Fransa’nın işgali için acilen Rusya cephesindeki tazyikin azaltılması gerekiyordu. Bunun tek yolu Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiydi. Zaten bu önceden hesaplanmış bir hamleydi.

     I. 13. Osmanlının 1. Dünya Savaşına Almanların yanında girmesi bir tesadüf değil

2 Ağustos 1914 tarihinde Sait Halim Paşa’nın Yeniköy’deki yalısında Osmanlı adına Sait Halim Paşa, Almanya adına Büyükelçi Baron Wangenhaim tarafından imzalanan gizli bir anlaşma yapılmıştı. Antlaşmaya göre; Osmanlı ve Almanya, Avusturya-Sırbistan savaşına tarafsız kalacak; Rusya, Almanya’ya karşı bir saldırı hareketinde bulunursa Osmanlı da savaşa girecek, Osmanlı Devleti’ne herhangi bir saldırı olursa da Almanya Osmanlı’ya yardım edecekti. Almanların 1 Ağustos’ta Ruslara savaş açtığı hatırlanacak olursa, yapılan gizli anlaşmaya 2 Ağustos’ta imza atan Osmanlı, kâğıt üzerinde peşinen savaşa girmeyi kabul etmiş oluyordu.

Bu arada Amiral Souchon komutasındaki Akdeniz’deki 2 Alman gemisi Goeben ve Breslau Almanya’nın Fransa’ya savaş ilan ettiği 3 Ağustos 1914 günü Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a gitme emri almıştı. Çanakkale Boğazına 10 Ağustos 2014 tarihinde ulaşan gemiler Osmanlı Savaş bakanı Enver Paşa’nın izni vermesi üzerine Çanakkale Boğazını geçerek 11 Ağustos’ta İstanbul’a demirledi. Bu olay İngiltere, Rusya ve Fransa’nın sert protestolarına sebep olmuştu. Bu protestolara, söz konusu iki geminin, parası peşin olarak ödenmiş olduğu halde İngiliz hükümetince gasp edilen iki gemi, Sultan Osman ve Reşadiye yerine Almanlardan satın alınmış olduğu bildirildi. Gemilere Yavuz ve Midilli adı verilerek Amiral Souchon ve mürettebata fes giydirildi! Amiral Souchon, Osmanlı’yı savaşa sokmak için fırsat kolluyordu. Bu fırsatı ona İttihat ve Terakki Partisi sundu. II. Abdülhamit’in başlattığı Almanlarla işbirliğini, onu deviren İttihatçılar devralmıştı. İttihatçılara göre savaşta Almanların başarısı ve Berlin-Bağdat Demiryolu, Osmanlının kurtuluşu olacaktı. Enver Paşa bu düşünceye gönülden inanıyordu. Zaten kardeşi Nuri Killigil Paşa da Alman istihbaratına çalışıyordu, muhtemelen istihbarat elemanı Türk vatandaşı Baron Rudolf von Sebottendorff ile irtibatı vardı[3]. Sonunda Almanlar İttihatçıları savaşa girmeye ikna etmişlerdi.

Almanların sıkıştığı günlerde 29 Ekim 1914 tarihinde Yavuz, Midilli, Barbaros, Peyk ve Berk zırhlılarından oluşan Osmanlı donanması Alman Amiral Souchon komutasında Karadeniz’e açılarak, Rusların Sivastapol ve Odessa Limanlarını bombaladılar. Böylece Rusya’nın Osmanlı’ya savaş ilan etmesi sağlanmış oldu.

     I. 14. Osmanlı savaşta Almanların stratejik ihtiyaçlarına göre cephe açtı

Hazırlıklar tamamlanır tamamlanmaz Enver Paşa komutasındaki Türk ordusu 21 Aralık 1914 tarihinde Sarıkamış istikametinde Rusya’ya saldırıya geçti. Böylece Kafkaslarda yeni bir cephe açılarak Rusların Batı cephesinde Almanlara karşı kullandığı birliklerin bir kısmını bu bölgeye kaydırmaları sağlandı. Almanlar artık daha rahattı! Harekâtın bir başka hedefi ise, Almanların ihtiyaç duyduğu Bakü Petrollerinin ele geçirilmesiydi. Ne yazık ki, harekât 1915 yılının Ocak ayında ağır bir yenilgiyle sonuçlandı; verilen 60 bin kaybın çoğu daha çarpışmadan soğuktan donarak şehit olmuştu.

Osmanlı savaşa girer girmez İtilaf devletlerine karşı Boğazları kapattı. Rusya, ticaretinin % 90’ından fazlasını Boğazlar üzerinden yapmaktaydı. En önemlisi Bakü’de üretilen petrol boğazlardan geçerek müttefiklere satılıyordu. Müttefiklerinden gelen petrol akışının kesilmesi İngiltere ve Fransa’yı ABD ve Meksika’ya bağımlı kılmıştı.

Kafkas Cephesine eş zamanlı olarak, Bahriye Nazırı Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu da, İngilizlerin kontrol altında tuttuğu Süveyş Kanalına 14 Ocak 1915’te bir taarruz başlattı. Amaç, İngilizlerin Hindistan sömürgelerine giden yolun kontrol altına alınmasıydı. Harekât başarısızlıkla sonuçlandı.

Artık İngilizler Osmanlı devletinin bir an önce savaş dışı bırakılması gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Bunun en kestirme yolu İstanbul’un işgal edilmesiydi. İstanbul işgal edildiğinde Osmanlı Devleti otomatikman parçalanacak, Almanların demiryolu ile Basra Körfezine ulaşma hayali son bulacaktı. Böylece Musul petrolleri İngilizlere kalırken, Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerinde kurulacak hâkimiyet ile Bakü petrollerinin ticaretinin kontrolü İngilizlere geçecekti. Aynı zamanda bu Rusya’nın kontrolü demekti. Ayrıca parçalanan Osmanlı topraklarından yeni sömürgeler elde edilecekti. İşte bu maksatla petrolle çalışan ilk İngiliz savaş gemisi Queen Elizabeth büyük bir armada eşliğinde Çanakkale önlerine geldi.

          II. ÇANAKKALE SAVAŞLARI

II 1. Deniz harekâtı

İlk kez 3 Kazım 1914 tarihinde 18 gemiden oluşan İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale boğazı önlerine gelerek Seddülbahir ve Kumkale tabyalarını bombalamıştı. 5 Subay ve 80 erimizi şehit verdiğimiz bu çatışma Sivastopol ve Odessa limanlarına yaptığımız saldırının bir cevabıydı. Müttefiklerin asıl deniz harekâtı 19 Şubat 1915 tarihinde başladı. Amiral Fisher yerine Deniz Bakanı olan Churchill, harekâtın planlayıcısıydı; Fisher’in aksine sadece donanmayla Çanakkale boğazının geçilebileceğine inanıyordu.

Müttefikler Türk topçusunun menziline girmenden atış yapabilen yüksek ateş gücüne sahip gemilerine güveniyordu. Plana göre donanma adım adım boğazın içine doğru kıyıdaki Türk topçu bataryalarını imha ederek ilerleyecek takiben boğazın en dar yerine döşenmiş olan mayınlar tarama gemileri tarafından temizlendikten sonra Marmara üzerinden İstanbul’a ulaşılacaktı.

18 Mart günü gelene kadar müttefikler bu taktikle yaklaşık bir ay süreyle kıyıda konuşlu topçu bataryalarımızı dövdüler. Artık kesin sonuçlu taarruzun zamanı gelmişti. 18 Mart sabahı Müttefiklerin 12 savaş gemisi 3 hat halinde Boğazın serin sularına girdi. Saat 11.00’da İngiliz gemilerinin ateş açmasıyla çatışma başladı. Türk tarafından kayda değer bir direniş yoktu. Öğleden sonra Amiral de Robeck, arka hatta bulunan Fransız gemilerine öne çıkarak Türk bataryalarına daha yakından ateş etmeleri emrini verdi. Fransız gemileri Türk topçusunun menziline girmişti. Susturulduğu zannedilen Türk topçusu tekrar ateşe başladı. Yıpranan Fransız gemileri geri çekilip yerlerini üçüncü hattaki İngiliz gemilerine bırakmak için manevra yaparken saat 13.54’de Bouvet mayına çarptı. Nusret Mayın gemisinin 7-8 Mart gecesi Karanlık Liman mevkiine döşediği ve müttefikler tarafından keşfedilemeyen 26 mayın harekâtın kaderini belirlemeye başlamıştı. Arkasından Inflexible, Irresistible ve Ocean da mayına çarptı. Akşam olduğunda Müttefiklerin 3 gemisi (Bouvet, Irresistible, Ocean) batmış, 3 gemisi ise (Inflexible, Gaulois, Suffren) ağır hazar almıştı. Amiral de Robeck telgrafla Londra’ya Çanakkale’nin sadece deniz harekâtı ile geçilemeyeceğin bildirdi.

     II. 2. Kara Harekâtı

Müttefiklerin kara harekâtının amacı kıyıdaki topçu bataryalarını susturmaktı. Aslında topçular boğaza döşenmiş mayınları koruyordu. Topçuların susması mayınların temizlenmesine imkân tanıyacaktı. Bunun için boğazın her iki yakasından birine asker çıkarılması gerekiyordu. Müttefikler çıkarma planlarını hazırlarken Türkler de kendi hazırlıklarına başlamışlardı. Savunma planının kritik noktası, düşmanın nereden karaya çıkacağını tahmin etmekti. Savunma yapmak üzere 5. Ordu kurulmuş, komutanlığına da bütün ceplerde olduğu gibi yine bir Alman komutan, Alman Askerî Heyeti başkanı Liman Von Sanders getirilmişti. Liman Von Sanders, birliklerin düşmanın ağır topçu ateşinden zarar göreceği ve çıkartma noktasının tam kestirilemeyeceği gerekçesiyle kıyıdan uzakta daha çok Trakya yakasında Saroz Körfezi ve Anadolu yakasında Kumkale-Ezine hattında yığınaklanmasını öngörmüştü. Sanders’in bu düşüncesine 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal ile 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey şiddetle karşı çıkıyordu. Onların düşüncesi düşmanı kıyıya çıkartmayacak şekilde sahile yakın yığınaklanmaktı. Çünkü düşmanın en savunmasız anı filikalarla kıyıya yaklaştığı andı.

Mustafa Kemal düşmanın Seddülbahir ve Kabatepe civarına çıkarma yapacağın öngörmüştü. Çünkü aklın yolu birdi. Düşman Anadolu sahilinde Kumkale civarına çıkarma yapıp Çanakkale istikametine ilerlediğinde kendisine destek sağlayan denizdeki savaş gemilerinden uzaklaşacak, kuzey ve doğudan gelecek Türk saldırılarına karşı kuşatma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Anadolu sahilinden yapılacak bir çıkarmanın başarı şansı yoktu. Aynı şekilde Saros Körfezine yapılacak bir çıkarma harekâtı da başarısızlığa mahkûmdu. Çünkü Saros’dan Gelibolu yarımadasına ilerlemek mecburiyetindeki düşman Kuzeyden gelecek Türk kuvvetleri ile yarımadada konuşlu Türk kuvvetleri arasında sıkışır, kıyıya çıkış ve ikmal bölgesiyle irtibatı kesilebilirdi.

Düşman için en iyi seçenek; Seddülbahir bölgesine bir çıkarma yapmak, Türklerin bu bölgeye kuvvet kaydırmasını önlemek için Arıburnu bölgesine yapılacak ikinci bir çıkartma ile Gelibolu yarım adasındaki Türk kuvvetlerini çembere alarak imha etmek, takiben yarımadanın tamamını kontrol altına almaktı. Gerçekten de müttefiklerin planı buydu. Mustafa Kemal bu planı tahmin edebilmişti. Peki, Liman Von Sanders bunu akıl edecek kadar zeki değil miydi? Liman Paşa’nın derdi başkaydı. O kendi ülkesi Almanya’yı rahatlatmak için Çanakkale’de yeni bir cephe açılmasını istiyordu. O yüzden Türk ordusunu kıyıya yakın değil iç kesimlere konuşlandırdı.

Zira 25 Nisan sabahı saat 05.00’te çıkarma başladığında, çıkarma bölgelerine dair birçok yerden haberler gelmesine rağmen Liman Paşa, gelen haberleri kurmayları ile değerlendirmemiş, hatta bu durumu memnuniyetle karşılamıştır. Alman yaveri Prigge ile Bolayır kıyılarında akşama kadar hiçbir şey yapmadan çıkarmayı seyretmiştir[4]. Liman Paşa, düşman kıyıya çıkıp tutunduğunda Müttefiklerin bölgeye getirdiği 250 bin askerin siper savaşlarına bağlanarak bir daha buradan ayrılamayacağını bilmektedir. 250 bin asker kıyıya çıkamasa, Batı cephesinde Almanların başına bela olacağı kesindir.

Saat 10.00’a gelirken Arıburnu’na çıkarma yapan Anzak birlikleri Kocaçimen ve Conkbayırı tepelerine doğru ilerlemekteydi. Öteden beri bu bölgeden bir çıkarma harekâtı bekleyen Mustafa Kemal, emir almadan inisiyatif kullandı ve 57. Alay ile hâkim tepeleri ele geçirmek üzere olan Anzak birliklerine müdahale etti. Burası savaşın dönüm noktasıydı. Mustafa Kemal askerlerine “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir” demişti. Kahraman Mehmetçik gözünü kırpmadan ölmüştü, ama düşman da Türklerin takviye hatlarını kesememişti. Çanakkale geçilememiş, İstanbul kurtulmuştu. Ancak Liman Paşa’nın arzusu da gerçekleşmişti, yaklaşık 9 ay sürecek kanlı bir siper savaşı başlamıştı.

Çanakkale Savaşı Osmanlı’nın zaferiyle bitti. Ama bu zafer 57 bini şehit olmak üzere 218 bin zayiat pahasına kazanılmıştı. Çanakkale’de sadece askerleri toprağa vermemiştik, öğretmenler ve öğrencilerimizi de şehit olmuştu. Osmanlı yönetimi lise talebelerini bile cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Darül Fünun (Tıp Fakültesi) savaş sonrasında 6 yıl mezun veremedi. Mustafa Kemal’in deyimiyle gerçekten de “Biz Çanakkale’ye bir darülfünün (üniversite) gömmüştük”. Peki, ne pahasına? Daha az Alman askeri ölsün, II. Wilhelm stratejik hedeflerine ulaşsın diye.

    II. 3. Ezineli Yahya Çavuş

Çıkarmanın ilk günü Ertuğrul koyunu savunmakla görevli olan 10. Bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin Bey’in ağır bir yara alması sonucu komutayı devralan Ezineli Yahya Çavuş, sağ kalan 67 arkadaşıyla koya çıkmaya çalışan 3 bin kişilik düşman birliğini gece bastırana kadar tam 10 saat durdurmuştur. Kıyıya yakın konuşlanan bu bir avuç asker, düşmana büyük kayıplar verdirmenin yanı sıra birliklerimizi bölgeye kaydırmak için ihtiyaç duyulan kritik zamanı da sağlamıştır. Ezineli Yahya Çavuş örneği Mustafa Kemal gibi kıyıya yakın konuşlanmayı savunan diğer Türk komutanların haklılığını teyit eder yönde bir muharebe örneğidir. Harekât planını biz yapmış ve kıyıya yakın konuşlanmış olsaydık belki de Çanakkale’de bu kadar çok zayiat vermeyecektik.

    II. 4. Parayı veren düdüğü çalar

Acımasız gerçekler şöyleydi: Piyade tüfeklerimizi (mavzer) Almanlardan satın almıştık, mevzilerimizdeki toplar (Krupp, Kruzo, Snayder) Alman malıydı, Boğaza döşediğimiz mayınlar Almanya’dan gelmişti, Yavuz (Goeben) ve Midilli (Breslau) Alman gemileriydi, mühimmatı Almanlar sağlıyordu, parayı da Almanlar vermişti. Sonuçta Nasrettin Hoca’nın dediği oldu, parayı veren düdüğü çaldı. Başına fes giyen Alman komutanlar Türk askerini bütün cephelerde kendi çıkarları için kullandılar. Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı bile Alman’dı. Türklere ayıp olmasın diye general rütbesi takılan Albay Bronsart von Schellendorf 1917 yılına kadar bu görevde kaldı. Yerine gelen Genelkurmay Başkanımız Hans von Seeckt da bir Alman subayıydı. Ordunun komutasını başkasına vermek Osmanlıya pahalıya patlamıştı; 975 bin asker zayiatı verilirken devlet de parçalanmıştı.

    II. 5. Çanakkale’deki yamyamlar

Mehmet Akif Ersoy, meşhur Çanakkale şiirinde yamyamlardan bahseder. Şiirin o mısralarını hatırlayalım:

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Kim bu yamyamlar?

İngilizler, sömürgelerinden getirdikleri; Senagallileri, Sihlileri, Pathanlıları, Rawalpindiler, Madrassileri, Maorileri, Nepallileri, Gurkalıları, Jatlıları, Bahicileri, Hintlileri, Nepallileri ve Anzakları Türklere karşı savaştırmıştı. Fransız birliklerinde ise Müslüman Senegalliler vardı. Maoriler İngiliz subaylarının gözü önünde esir alınan bir Türk askerinin kafasını parçalayıp etrafından kabile dansı yapmışlardı.

    II. 6. Acı gerçek

Çanakkale Savaşının özeti şuydu; İngiliz Kralı V. George ile Alman İmparatoru II. Wilhelm satranç oynamış, bir tarafta sömürgelerden getirilen köleler, diğer tarafta vatanını savunan Türkler can vermişti.

 

DİPNOTLAR

[1]Bu bölümdeki ayrıntılar için William Engdahl’ın, A Century of War: Anglo-American Oil Politics and the New World Orderisimli kitabına bakınız.

[2]Aytunç Altındal, Bilinmeyen Hitler, Alfa Yayımcılık, 19. Baskı, 2014, İstanbul, Ekler

[3]Aytunç Altındal, age, s. 248

[4]http://canakkalesavaslari.comu.edu.tr/ksayfalar/sayfa/15/51/kara-muharebeleri

http://www.ulusalkanal.com.tr/berlin-bagdat-demiryolundan-canakkale-savasina-makale%2C4178.html

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.