YAZAR: STEPHEN M. WALT, FOREIGN POLICY, 26 HAZİRAN 2017
ÇEVİREN: ERCAN CANER, SUN SAVUNMA NET, 12 TEMMUZ 2017
Genel olarak dış politikaya hâkim olan yaygın tehdit enflasyonu konusunda temkinli bir insanımdır. Birleşik Devletler çok güçlü ve jeopolitik açıdan kendisine büyük avantajlar sağlayan bir konumda olduğundan, uzmanlar ve politika belirleyiciler, daha büyük askeri bütçelerin onaylanmasını sağlamak ve toplumu uzak ülkelerde başkalarının işlerine karışmaya ikna etmek maksadıyla, ortalığı toz duman göstererek durumu abartmak zorundadırlar. Ürpertici Şeriat, Kötülük Ekseni ve hatta Şiddetli Aşırılık gibi tehlikelerin her ne kadar domino etkisiyle hızla yayılıyor olsalar da çok uzak mesafelerdeki bu tehditler aslında abartılmaktadır.
Bununla beraber, şimdi, gerçekten endişelenilmesi gereken şeyin anlaşıldığını düşünüyorum, bu kesinlikle büyük bir savaşın veya küresel güçlerin bir çatışmasının eşiğinde olduğumuz anlamına gelmemektedir. Fakat gerilimler giderek tırmanmaktadır ve ABD dâhil, bazı anahtar konumdaki ülkelerdeki liderlere gerçek anlamda güvenmek oldukça zordur. Hepimiz küresel düzeninin mevcut durumunu çok kolay değerlendirebiliriz: Dünya bir yıl öncesine göre daha güvenli mi? Özellikle savaş riski azalıyor mu yoksa artıyor mu? Ciddi ekonomik kriz riski arttı mı yoksa azaldı mı? Çıkar çatışmalarını çözmeye ve uluslararası iş birliğini geliştirmeye yönelik kurumsal düzenlemeler ve normlar, 2016 yılı Haziran ayına göre daha kuvvetli veya zayıf mı?
İtalyan yönetmen merhum Sergio Leone’nin affına sığınarak, son küresel gelişmeleri, onun ünlü filmine atıfta bulunarak, üç başlık altında gruplandıracağım: İyi, Kötü ve Çirkin.
Yakın gelecekte zaten gireceğimiz öldürücü depresyon öncesinde olaylara iyimser tarafından bakalım ve küresel gelişmelerin iyi yönlerini anlatmakla başlayalım. Endişe verici bütün manşetlere ve son zamanlardaki küçük bir artışa rağmen, insanoğlu arasındaki çatışma seviyesi hala tarihin en düşük seviyelerinde cereyan etmektedir ve şiddetli bir ölüme maruz kalma olasılığınız, insanoğlunun varoluş tarihindeki bütün zamanlarla kıyaslandığında en düşük seviyededir. Orta Doğu’daki çatışma giderek kötüleşiyor olsa da düşük seviyeli çatışmaların sayısı geçtiğimiz yıla nazaran önemli ölçüde artmamıştır. İslami Devlet ve diğer terör organizasyonları, çok daha fazla yerde terörist saldırılar gerçekleştirmiş olsalar da özellikle daha sıradan ve alışık olduğumuz tehlikeler ile kıyaslandığında, terörden kaynaklanan gerçek risk, Suriye ve Irak gibi aktif çatışma bölgeleri hariç, oldukça düşük seviyededir. Avrupalı ve Amerikalıların bir terör saldırısından zarar görme riski ise yok denecek kadar azdır.
Bu tür cesaret verici eğilimler, hiç şüphe yok ki asla sürekli huzurun garantisi anlamına gelmemektedir ve bazıları mevcut durumdan duyulan memnuniyet ve rahatlığın savaşa neden olabileceğini de ileri sürebilirler. Fakat yine de dünyanın geçmiş çağlara oranla çok daha barışçıl olduğuna şükretmeli ve bu durumdan doğru dersleri çıkarmalıyız. En azından büyük küresel güçler, 70 yıldan fazla bir süredir birbirleri ile direkt bir çatışmaya girmemiştir ve direkt çatışmayı engellemeyi kritik bir görev olarak algılamayı sürdürmeye devam etmektedirler.
Başka cesaret verici gelişmeler de mevcuttur. Şu an için Fransa, Hollanda ve Avusturya’da seçmenler; Geert Wilders, Marine Le Pen gibi yabancı düşmanlığını ön plana çıkaran politikacıları reddetmiş ve bunun yerine daha kapsayıcı ve ileri görüşlü Emmanuel Macron gibi liderleri iktidara getirmiştir. İslami Devletin ilan ettiği halifelik tarihten silinmek üzeredir, bütün bu gelişmeler şiddet içeren aşırılığı tamamen ortadan kaldırmayacak da olsa, ileri doğru atılan çok faydalı adımlardır. Kolombiya’daki iç savaşı sonlandıran barış anlaşması, en azından şimdiye kadar halen yürürlüktedir ve Ukrayna’daki savaş da bir daha canlanmayacak şekilde buzdolabına kaldırılmış gibi görünmektedir. Bunun da ötesinde, Rusya’nın çevresindeki demokrasileri manipüle etmek veya etkilemek maksadıyla sürdürdüğü gayretler de Rusya’nın kendi uzun vadeli güç potansiyeli azalırken ve ülkede halkın protestoları artarken, geri tepiyor gibi görünmektedir. Brexit sürecindeki belirsizliklere rağmen, Avrupa Birliğinde son beş yıldır ekonomik açıdan bir iyileşme yaşanmakta ve Avrupa, Amerikan ve Japon halklarının da ekonomiden memnuniyet oranı giderek yükselmektedir. Ve Tanrıya şükür, ABD Başkanı Donald Trump şu ana kadar bir ticaret savaşını henüz başlatmamıştır. Bardağın yarısının dolu olduğunu söyleyemem ama en azından tamamen de boş değildir.
Buraya kadar iyi haberdi. Eğer endişelenmeniz gereken şeyleri arıyorsanız hiç de o kadar uzaklara gitmenize gerek yoktur.
Asya’da Kuzey Kore’nin nükleer ve füze imkân kabiliyetleri, küresel görüşün karşısındadır ve Trump’ın Çin’in kendi çıkarlarını göz ardı ederek Pyongyang’ı bir şekilde ikna edeceği ve Trump’ın istediklerini yapacağı yönündeki naif umudunun hayallerin her zaman başına geldiği gibi gerçekleşmeyeceği açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Fakat bu durum, Birleşik Devletler ve Asyalı müttefiklerine, geçenlerde bir ABD vatandaşını çalıntı poster iddiasıyla öldüren bir ülkeyle ilişkilerini yeniden düzenlemek gibi en az kötü seçenek haricinde başka bir çekici alternatif bırakmamaktadır. İslamcı hareketler Endonezya’da güç kazanıyor görünmekte, ülkenin geçmişteki hoşgörü atmosferini tehdit etmekte ve Filipin hükümetinin uyuşturucu ve terörle mücadelesi, korkutucu insan kayıplarına neden olmaktadır. Ve Trump’ın Çin Başkanı Xi Jinping ile olan yakın ilişkisi, Beijing’in Güney Çin Denizi’ndeki kara sularını değiştirme gayretlerini hiç te yavaşlatmış görünmemektedir. Her şey göz önüne alındığında Asya’daki durum geçtiğimiz yıla nazaran daha kötü durumdadır.
Aynı karamsar hava, üş aşağı beş yukarı Orta Doğu için de geçerlidir. İslami Devlet, en azından elinde toprak bulundurma açısından, yakında tarihin sayfaları arasına gömülecek olabilir, fakat Yemen, Suriye/Irak ve Katar ile Suudi Arabistan arasındaki aşırı derecede karmaşık, çok yönlü ve birbirleri ile bağlantılı çatışmalar, 2016 yılına nazaran çok daha potansiyel problemler yaratmaktadır. İslami Devletin beklenen yenilgisi, rakiplerinin İslami Devlet terör örgütünün elinde bulunan toprakları kontrol etme yönündeki gayretlerini yoğunlaştırmış, diplomatik faaliyetler ortadan yok olurken, dış güçlerin bölgedeki kuvvetlerini giderek artırması ile sonuçlanmıştır. Bölgedeki ABD silahlı kuvvetlerinin varlığı, Kongre ve Amerikan halkının neredeyse hiçbir bilgisi ve katkısı olmadan, sürekli olarak artmaya devam etmiş ve ABD savaş uçakları geçtiğimiz günlerde İran’a ait bir insansız hava aracı ve Suriye savaş uçağını düşürmüştür.
Suriye savaş uçağının düşürülmesi, Moskova’nın bundan sonra yapılacak ABD saldırılarına karşılık vereceği yönündeki direkt uyarısı ve ABD ile Rus kuvvetleri arasında meydana gelebilecek istenmeyen çatışmaları önlemek maksadıyla tesis edilen, Temas Hattının askıya alınabileceği yönündeki tehditlerine neden olmuştur. Durumu daha kötüleştirecek şekilde, gaz verilen ve cesaretlendirilen Suudi Arabistan, Yemen’de acımasız ve vahşi askeri operasyonlarını sürdürürken, komşusu Katar’ı, Al-Jazeera medya kuruluşunu kapatmaya, İran ile ilişkilerini kesmeye ve esas olarak bölgedeki Suudi hâkimiyetini kabullenmeye zorlamaktadır. Sizler bütün bu gelişmelerde bir umut ışığı görüyor olabilirsiniz, fakat ben görmüyorum. Benim fikrime göre; ABD açısından en kötü durum, Jim Lobe ve Giulia McDonnell Nieto del Rio’nun da ifade ettikleri gibi; planlı olmaktan ziyade beceriksizlik ve tutarsızlıktan kaynaklanan, Orta Doğu’da patlak verebilecek büyük bir savaşa katılmaktır.
Bu arada Afganistan’da da geçmişte yaşananlar bir bir tekrar etmekte ve Birleşik Devletler, Barrack Obama’nın kuvvet azaltma yönündeki planını tersine çevirerek bu ülkeye daha fazla birlik göndermektedir. Trump’ın Savunma Bakanı James Mattis’e yetki verdiği bu adımın, neden Amerika’nın ulusal çıkarları lehine olduğu tam olarak açık değildir ve en azından hiç kimse bu kararın zafer olarak nitelendirilebilecek bir sonuca ulaşacağını iddia etmemektedir. Bunun yerine, Hindi Çini savaşının rahatsız edici yankılarında Birleşik Devletler sadece kaybetmemek için gerekenleri yapmaktadır. Kazanamayacağımızı biliyoruz ve hatta bu noktada eşit seviyede dahi değiliz, buna rağmen ne Cumhuriyetçiler ne de Demokratlar oyun dışında kalmamıza izin vermeyeceklerdir.
Ve mevcut uluslararası sistemin kurumsal bir şekilde altının oyulması sürecektir. Bu tür kurumların önemi bazen abartılmaktadır, fakat katı gerçekçiler dahi kuvvetli kurumların benzer düşüncedeki ülkeler arasındaki iş birliğini kolaylaştıracağını ve önemli uluslararası ilişkilerin önceden belirlenebileceğini anlamaktadır. NATO hala bütünlüğünü korumaktadır, fakat bir yıl öncesine nazaran daha zayıf bir durumdadır ve ABD’nin Asya’daki rolü hakkındaki endişeler, Trump’ın Trans Pasifik Ortaklığını kınaması ve Kore ile Filipinler’deki olaylara verdiği karmaşık tepkiler nedeniyle giderek artmaktadır. Birçok durumlarda yakın müttefiklere dayanma yerine ABD bugün, lideri Avrupa’nın kendi rotasını çizmesi gerektiğini düşünen bir Almanya ve dışişleri bakanı, 70 yıldır dokunulmayan uluslararası ilişkilerin artık sorgulanması gerektiğini ve Amerika’nın kararlarının Kanada’yı açık ve bağımsız bir rota çizmeye zorladığını ifade eden bir Kanada ile karşı karşıyadır. Bu duygular felaketin habercileri olmasalar da Birleşik Devletler ile en önemli komşuları ve müttefikleri arasındaki iyi ilişkilerin habercisi de değildirler.
Dünyanın önde gelen büyük ülkelerinde, günümüz modern devrinin, geçmişteki Franklin Roosevelt, George Marshall, Konrad Adenauer veya Charles de Gaulle gibi denkleri olan, yetenekli ve uzak görüşlü bol miktarda liderlerimiz olsaydı, bu gelişmeler yeteri kadar endişe verici olabilirdi. Fakat ne yazık ki elimizde Maggie Thatcher, Zbigniew Brezinski, James Baker, Jacques Chirac ve geçmişte kalan birçok lider gibi büyük hataların yanı sıra birçok şeyi de doğru yapan ve kamu hizmetine insanları kandırmak veya kendi egolarını tatmin etmek için girmeyen liderler bulunmaktadır.
Bunların yerine elimizde olan nedir? Birleşik Krallık’ta birbiri ardına gelen ve kendi kendilerini imha adına büyük hatalar yapan iki başbakanımız var. Başbakanlardan ilki, politik kariyerine, kendisinin karşı olduğu, Avrupa Birliği’nden ayrılma hakkında bir referandum yapmaya söz veren ve sonra da bu referandumu kaybederek son veren David Cameron’dur. İkincisi ise, bu ayın başlarında erken seçime karar veren ve seçim sonrasında parlamentodaki çoğunluğunu kaybeden Theresa May’dir. Fransa çakma mücevher Nicholas Sarkozy’den, talihsiz François Hollande’ye geçiş sonrasında, şimdi de deneyimsiz Emmanuael Macron ile şansını denemektedir. İtalya ise sanırım Garibaldi’den günümüze kadar geçen sürede etkili bir lidere sahip olamamıştır. Türkiye’de ise Recep Erdoğan, iktidarını sağlamlaştırmada aşırı derecede usta, fakat ülkeyi yönetmede de aşırı derecede kötü olduğunu ispatlamıştır ve onun gibi insanı aynı derecede depresyona sokan yeteneksiz lider örneklerine; Brezilya, Afganistan, Polonya ve Orta Doğu’nun her yerinde rastlanmaktadır.
Fakat Birleşik Devletler bu politik yeteneksizlik savaşında yenilmemeye kararlıdır. Sonuçlar potansiyel olarak bu kadar acıklı olmasaydı, Trump yönetiminin kolektif yeteneksizlikleri tam bir komedi kaynağı olabilirdi. Askeri liderlere, sorumluluk sahalarındaki operasyonlarda daha fazla yetki veren kararların, iyi ve kötü tarafları gibi makul insanların itiraz edebilecekleri tartışmalı politik kararlardan bahsetmiyorum. Benim kast ettiğim Clausewitz, Kennan veya Sun Tzu’dan ziyade, ‘‘Keystone Cops’’ (başarısızlığa mahkûm yeteneksiz polis karakteri) veya Holywood tarihinin tartışmasız en popüler komedi dizisi olan ‘‘Three Stooges’’ dizisinin karakterlerinden ilham alınan dış politika faaliyetleridir.
Gerçekten de Trump’ın başkanlığı devralmasından bugüne kadar sadece altı ay geçmesine rağmen, insanı gerçekten rahatsız eden olayları takip edebilmek giderek daha da zorlaşmaktadır. Trump’ın ilk ulusal güvenlik danışmanı olan Mike Flynn, sadece 25 gün görevde kalabilmiştir, diğer bir ilginç olay da nevi şahsına münhasır bir terör uzmanı olan Sebastian Gorka’nın başkanın danışmanlığına atanmasıdır. Trump’ın yemin töreni sonrasında, törene katılan kalabalığın büyüklüğünden bahsettiği ve törenin medya organlarında yeterince yer almamasını şikâyet ettiği, CIA karargahında yaptığı garip konuşmayı da unutmamak gerekir.
Kuzey Kore’ye doğru yola çıkan, fakat aslında tamamen aksi yönde ilerleyen armada olayı ve NATO ile 52’inci Madde hakkındaki tutum değişikliklerine ne demeli? Yaptığı basın açıklamaları, attığı Twitter mesajları ve yabancı liderlerin adlarını yanlış telaffuz ettiği konuşmalar ve Güney Kore’nin ABD’nin ısrarla yerleştirmek istediği THAAD (Terminal High Altitude Area Defense-Yüksek İrtifa Bölge Savunma Sistemi) füze savunma sisteminin bedelini ödemesi gerektiği yönündeki açıklamasına ne demeli? Bu olay sonrasında Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster, Güney Koreli paydaşını aramak ve başkanın söylediklerini geri almak zorunda kalmış, fakat Trump, iki ülke ilişkilerine vereceği zararı çoktan vermiştir.
Ve Başkan Trump’ın, muhtemelen bakanın tam desteği ile Dışişleri Bakanlığını devre dışı bırakması ve hassas diplomatik görüşmeler için, dış politika deneyimi olmayan ve tartışmalı bir iş kariyeri olan damadını atayan garip kararını da unutmamak gerekmektedir. Ve sakın bana Trump & Co. Şirketinin Rusya ile ilişkileri halletmesi ve damat Kushner’in, amatörce Moskova ile bir görüşme kanalı oluşturma girişimlerini anlattırmayın. Savunulacak bu kadar fazla şeyin olduğu göz önüne alındığında, Beyaz Evin neden medya ve halka bilgi vermediği ve halkı karanlıkta tutmak istediği apaçık ortadadır.
Neden bunlar önemli? Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD dış politikasının en büyük başarıları, seçeneği olduğunda savaşları engelleme veya patlak verdiğinde süratle sonlandırma yönündeki kabiliyeti olmuştur. Daha önce açıkladığım gibi, Birleşik Devletlerin zaten ne kadar güvenli ve iyi durumda olduğu göz önüne alındığında, barışın hüküm sürdüğü bir dünya, kesinlikle ABD’nin ulusal çıkarlarının yararınadır. Askeri güç ve usta diplomasinin kombinasyonu, Avrupa ve Asya’nın birçok yerinde, Soğuk Savaş boyunca barışın muhafaza edilmesine katkı sağlamış ve genellikle (fakat her zaman değil) Orta Doğu’da istikrarın sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Bütün bunlar sadece askeri güçle yapılabilecek şeyler değildir, dünyanın nasıl işlediğini ve diğerlerinin çıkarlarının ne olduğunu anlayan, Amerika’nın çıkarlarını görebilen ve verdikleri sözlere diğerlerinin güvenebildiği politikacılar da gereklidir.
Fakat aksine, Amerika’nın en büyük dış politika başarısızlıkları, ABD liderlerinin kendi kafalarına göre savaş (Iraq-2003) başlattıkları, herhangi bir neden olmaksızın tırmandırdıkları (Vietnam-1965) veya ortaya çıkan çatışmaları görmezden gelerek barış fırsatlarını (Kore-1950, Orta Doğu- 1966, 1971 ve 1982) kaçırdıkları olaylarda meydana gelmiştir. Ve bu hataların çoğu yönetmeye çalıştıkları durumlar hakkında çok az bilgisi olan etkisiz ve ihmalkâr liderlerden kaynaklanmıştır.
Günümüzde Birleşik Devletler, dünya olaylarından kendisini soyutlamamakta veya ‘‘offshore balancing’’ gibi uluslararası ilişkilerin, birçok süper güç tarafından domine edildiği bir ortamda, çok kutupluluğu tehditten ziyade bir fırsat olarak kabul eden yeni ve çok iyi düşünülmüş bir strateji uygulamamakta, barış ve mevcut statükonun muhafazası için neredeyse kılını dahi kıpırdatmamaktadır. Aksine Washington, hala Afganistan’ın kaderini belirlemeye, beğenmediği birkaç ülkede rejim değişikliği olacağını ümit etmeye, Orta Doğu’da kendisi adına savaşmakta olan vekâlet savaşçılarını mahalli problemleri tırmandırmaları yönünde teşvik etmeye ve aslında kökenleri siyasi olan terör ve ayaklanma gibi sorunları, askeri güç kullanarak çözmeye devam etmektedir. Birleşik Devletler, birçok sıcak bölgede problemleri çözmedeki potansiyel arabulucu rolünü çoktan terk etmiş durumdadır ve bütün bu çatışmaların kendi kendilerine ortadan kalkmalarını beklemek çok büyük bir safdilliktir.
Son 25 yılda öğrendiğimiz şey; çok az dış politika probleminin basit bir şekilde olayları daha da tırmandırarak çözülebildiğidir. Birleşik Devletler bu tür olaylarda hala dünya birinciliğini korumaktadır, fakat gerçek zorluk; çatışmalara silahlar tamamen sustuğunda siyasi çözümler bulabilmektir. Son yıllarda Birleşik Devletler bu alanda inanılmaz derecede kötü sınavlar vermiştir ve Trump’ın diplomasiyi küçümsemesi, hafife alması ve ABD Dışişleri Bakanlığını tahrip etme yönündeki gayretleri durumu daha da kötüleştirecektir.
Birleşik Devletler hala dünyanın problemli bölgelerinde angaje olmuş durumdadır fakat devlet gemisi şimdi, elinde doğru haritalar, yetenekli mürettebat ve belli bir varış noktası olmayan tecrübesiz bir kaptan tarafından yönetilmektedir. Sizi bilmem ama durum beni oldukça endişelendiriyor.
Çevirenin Notları: Yazı aslına sadık kalınarak çevrilmiştir ve yazarın düşüncelerini yansıtmaktadır. Yazının çevrilmesi Sun Savunma Net sitesi ve çevirenin yazarın düşüncelerini paylaştığı anlamına gelmemektedir. Yazının orijinaline linkten erişebilirsiniz. https://foreignpolicy.com/2017/06/26/the-world-is-even-less-stable-than-it-looks/
Çeviren: Ercan Caner Elektrik ve Elektronik Mühendisliğinin yanı sıra, uçak ve helikopter lisanslarına sahiptir. Kara Harp Okulunu 1985 yılında tamamlayan, yüksek lisans derecesini 2012 yılında Gazi Üniversitesi’nden Avrupa Birliği – Türkiye İlişkileri alanında alan Caner, halen Türkiye Hava Sahası Yönetimi alanında Haliç Üniversitesi’nde doktora tez çalışmalarını sürdürmektedir. Bir yazılım firmasında proje yöneticisi ve havacılık projeleri alan uzmanı olarak çalışan Caner, Asliye Ceza Mahkemelerinde ‘‘Havacılık Bilirkişiliği’’ alanında pilot ve bakım uzmanlığı görevini de yürütmektedir. İleri Mühendislik ve Tasarım alanında ‘‘Mentor’’ unvanı da olan Caner, havacılık, savunma, teknoloji, güncel haber ve güncel politika hakkındaki yazı ve çevirilerini academia.edu ve sunsavunma.net sitelerinde paylaşmaktadır. Caner evli ve iki çocuk babasıdır. İngilizce bilen ve Fransızca okuyabilen Caner’in İnsansız Hava Araçları (2014) ve Taarruz Helikopterleri (2015) konulu makaleleri yayımlanmıştır. 40 yılı kapsayan Türk Silahlı Kuvvetleri, Birleşmiş Milletler, NATO ve savunma sektör deneyimlerine sahiptir. ercancaner@gmail.com