savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,5424
EURO
36,0063
ALTIN
3.006,41
BIST
9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Kar Yağışlı
0°C
Ankara
0°C
Kar Yağışlı
Pazartesi Çok Bulutlu
2°C
Salı Az Bulutlu
2°C
Çarşamba Az Bulutlu
4°C
Perşembe Az Bulutlu
6°C

Güneydoğu Dağlarından Gülümseten Bir Anı

Güneydoğu Dağlarından Gülümseten Bir Anı
03.03.2019
A+
A-

Güneydoğu Dağlarından
Gülümseten Bir Anı

 

Yüksel Koçkar, Sun Savunma Net, 3 Mart 2019



1983 yılıydı, o zamanlar Erzincan 3ncü Ordu Hava Alayında filo pilotu olarak görev yapıyordum. Kara Havacılığının İç Güvenlikle ilgili yoğun görevleri daha henüz başlamamıştı. Birlik içerisinde kendi uçuş eğitimlerimizi yapmaktaydık. 

Yaz mevsimi ile birlikte Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Hakkâri bölgesinde sismik araştırmalara başlamış, bu nedenle de Silahlı Kuvvetler’den helikopter kiralamıştı. Bölgeye en yakın birlik 3ncü Or.Hv.A. olduğundan bu görev de bizim birliğe verilmişti. Alay komutanlığının yaptığı planlamaya göre, yaz mevsimiyle birlikte bir helikopter, iki pilot ve bir teknisyen, on beşer günlük dönemler halinde bölgede görevlendirilmeye başlandı. 

TPAO, bu helikopteri, sismik çalışmalar esnasında personel ve malzeme nakli gibi lojistik amaçlarla kullanıyordu. Bölgede, sismik araştırma amacıyla kurduğu kamp bölgesinden, araştırmaların yapılacağı araziye personel, malzeme, gerektiğinde de iaşe ve sağlık desteği sağlanıyordu. 

Birliğimizden görevlendirilen uçuş ekibine, hem Silahlı Kuvvetlerden, hem de TPAO’dan görev harcırahı verilmekteydi. Anlaşılacağı gibi oldukça avantajlı bir görevdi. Alay’da ekipler oluşturulurken, hakkaniyet sağlansın diye personelin birliğe katılış tarihlerine göre, eskilere öncelik tanınıyor ve sıralama böyle yapılıyordu. Aynı zamanda, uçulan bölgenin arazi yapısı ve görevin kritikliği de göz önüne alınıyor ve deneyimli pilotun yanına kıtaya yeni çıkan, uçuş saati az, genç ve deneyimsiz pilotlardan planlanıyordu. 

Petrol arama ekibi dinlenirken.

Bu esaslara göre oluşturulan ekipler görev için bölgeye gitmeye başladılar. Bir iki ekip bölgeye gidip geldikten sonra üst makamlardan şöyle bir emir geldi: “Göreve giden personel hem TPAO’dan, hem de Silahlı Kuvvetler’den olmak üzere iki makamdan harcırah almaktadırlar. Bundan böyle sadece bir makamdan harcırah alacaklardır”. Bu emir alınır alınmaz, görev ekiplerinin oluşturulmasında gözetilen kıstaslar göz ardı edildi. Bir de baktık ki, Kaya ile ben, iki yüzbaşı bir ekip oluşturulmuş. Ben helikopter kursundan 1980 yılı Şubat’ında mezun olmuştum, Kaya ise benden bir dönem önceydi ve uçuş öğretmen kursunu bitireli de çok olmamıştı. Aceleyle hazırlıklarımızı yaptık. Çünkü normal görev sırasının bize gelmesine epeyce zaman vardı, bu nedenle her ikimiz de hazır değildik. Bir gün sabahleyin yola çıktık. Rotamızı Diyarbakır üzerinden planlamıştık. Diyarbakır’da yakıt ikmali yaptıktan sonra, hiç gecikmeden yola devam ettik. Öğle saatlerinde Hakkâri’ye vardık. Değiştirdiğimiz ve Erzincan’a dönen ekiple yolda telsiz teması kurduk. Onlar da dönüş yolundaydılar. Artık görev bölgesindeydik. 

Çok enteresan, çok zevkli bir görevdi. TPAO’nun bu iş için kurduğu kampta kalıyorduk. Hakkâri dağlarının tepelerindeki yaylalarda modern bir hayatımız vardı. İki adet jeneratör 24 saat elektrik üretiyordu. Elektrik olunca da uygarlığın her türlü nimeti sağlanmış oluyordu. Sıcak su sorunu yoktu. Bir adet traktör, römorkörü ile civardaki kaynaklardan sürekli olarak su taşıyordu. Gün doğumu ile gün batımı arasında uçuyorduk. Günün sonunda yaptığımız sıcak banyo, her şeye değiyordu. 

Kampta görev yapan petrolcülerin hepsi de işlerinin ehli, görevlerine son derece bağlı ve tam anlamıyla profesyoneldiler. Onlarla çok iyi bir diyalog kurmuştuk. Ne onlar bizim, ne de biz onların bir dediğini iki etmiyorduk. Hele içlerinden biri vardı ki… Adı Doğan Perinçek’di. Jeoloji mühendisiydi. Üniversiteyi bitirdikten sonra doktorasını Hakkâri bölgesindeki arazide sismik araştırmalar üzerine yapmıştı. O yüzden bölgeyi avucunun içi gibi biliyordu. Uçuşta bizi çok güzel yönlendiriyordu. Kaya da ben de bölgede ilk kez uçuyorduk, onun için sürekli olarak harita kullanmak zorundaydık. Bir gün önceden ertesi günkü uçuş görevinin çok ayrıntılı planlamasını yapmak zorunda kalıyorduk. O zamanlarda, şimdi kullandığımız GPS (Global Positioning System – Küresel Konumlama Sistemi) ve benzeri seyrüsefer cihazları yoktu. Tamamen haritalara bağımlıydık. Ama Doğan Bey ile uçarken, planlama yaptığımız haritalara bakmaya gereksinim duymamaya başladık. Görevin sonuna kadar da bir daha harita kullanmadık.

Araştırma görevine çıktığımız zamanlarda, ekibi istedikleri bölgeye götürüyor, eğer arazi elverişli ise helikopteri stop edip, onların dönmesini bekliyorduk. Eğer arazi elverişli değilse, kararlaştırdığımız saatte geri  dönüp onları bıraktığımız yerden alıp kampa getiriyorduk. Hatta bazı araştırmalara Kaya ile birlikte katılmış, 4-5 saatlik bir yürüyüşten sonra ekip ile birlikte helikoptere geri dönmüştük.

Solda Yüksel Koçkar, sağda bir helikopter kazasında hayatını kaybeden Kaya İstektepe,

İşte yine böyle bir araştırma görevine çıkmıştık. Doğan Bey bizi yönlendirerek, o günkü araştırmanın yapılacağı bölge üzerine götürdü. Biz yüksek irtifada, uygun bir iniş yeri bulmak için keşif yapmaya başladık. O anda Doğan Bey bize seslenerek: ‘Aşağıdaki derenin kenarında beton bir iniş yeri var, oraya inebilirsiniz’’ dedi. Gerçekten de dikkatlice baktığımızda vadinin içinde akan akarsuyun kenarında dikdörtgen, beyaz lekeyi görebildik. Doğan Bey’in arazi deneyimi olmasaydı, biz o iniş yerini ya hiç göremeyecektik, ya da çok zor görecektik. Büyük bir yükten kurtulmuştuk. Ancak irtifamız epey yüksekti, alçalma ve iniş için birkaç daire çizmek gerekiyordu. 

Gerekli rüzgâr ve arazi analizlerini yaptıktan sonra alçalmaya başladık. Epey bir zaman sonra son yaklaşmaya girdik. Panel, tam akarsuyun kenarında ve ağaçların arasındaydı. Gerçekten de bilmeyen bir kimsenin görebilmesi çok zordu. Sonunda inişi tamamladık. Ben motor durdurma işlemlerini yaparken, Kaya da ekiple koordineyi yaptı. Onları burada bekleyecektik. Ekip, helikopterin kuyruğu istikametinde doğuya doğru, omuzlarında çantaları ve teknik malzemesiyle, yürüyerek uzaklaşmaya başladı.

Kaya İstektepe, Yaşar Köksal ve ben, helikopteri emniyete aldıktan sonra oturup beklemeye başladık. Panel, paralel olarak indiğimiz akarsuya 15-20 m. uzaklıktaydı. Doğan Bey’in söyledikleriyle, bizim harita incelememiz sonucunda, Dağlıca’nın batısında, Türkiye- Irak sınırını çizen Rubarışin çayı kenarında olduğumuza karar verdik. Sağ tarafımızda yüksek tepeler vardı, panel de hemen tepelerin eteklerindeydi. Helikopterin sol kapısını açtık ve üçümüz de koltuklara oturup manzaranın güzelliğini seyretmeye koyulduk. Bu arada biraz önce helikopteri emniyete alırken, çok yakınlardan gelen, ancak yönünü kestiremediğimiz birkaç el silah sesi duymuştuk. Biraz tedirgin olmuştuk ama hiç üzerimize alınmadan bu silah seslerinin avcılara ait olabileceği yargısına vararak kendimizi rahatlatmıştık. Fakat bu durum, çok kritik bir eksikliğimizin farkına varmamıza neden oldu: üçümüzde de tabanca ya da tüfek gibi yakın savunma silahı yoktu. 

Bu duygu ve düşünceler içinde doğanın güzel manzarasını seyrederken, arkamızdaki tepelerin eteklerinde çok sayıda ayak sesi duyduk, bu seslere çok sayıda ve yüksek sesle yapılan konuşma sesleri de karışıyordu. Helikopterin sağ yanına geçtiğimizde gördüğümüz manzara şuydu: 15-20 kişilik Jandarma askeri, ellerinde tüfekleri hem de hepsi bize doğrultulmuştu ve askerlerin tümü de nefes nefese, kan ter içindeydiler. Derin derin soluk alıyorlardı. Bazıları henüz yamaçtan aşağı inmekteydiler. Aşağı inip bizim yanımıza gelenler, hemen helikopterin etrafını çevirip tüfeklerini bize doğrultup beklemeye başladılar.

Üçümüz de hem birbirimize, hem de askerlere bakakaldık. İlk şaşkınlığımız geçmişti, çünkü askerler bizim askerlerimizdi, ama korkumuz geçmemişti. Tüfek namluları ile aramızda ancak santimetreler vardı. Biz bu korku ile ellerimizi kaldırıp kaldırmamak arasında tereddüt ederken, bir yandan da askerlerle konuşmaya başladık. Kendimizi tanıttık, isimlerimizi ve rütbelerimizi söyledik. Biz konuştukça bu kez şaşırma sırası askerlere gelmişti. Bu şaşkınlıkları açık bir şekilde yüzlerinden anlaşılabiliyordu.

Bütün bunlar olurken, yamaçtan inen askerler de helikopterin çevresini sarmışlardı. Hepsinin de namluları üzerimizdeydi. En geriden gelen iki kişiyi görünce korkumuz da geçmişti. Bir Jandarma Asteğmen ile bir Jandarma Astsubay, gülerek yanımıza yaklaştılar. El sıkışıp tanıştıktan sonra tüm tüfek namluları aşağı indi. Sorun çözülmüştü. 

Çözülmüştü çözülmesine ama bizden daha kötü durumda olanlar vardı. Sağ tarafımıza helikopterin kuyruğuna doğru baktığımızda, biraz önce araştırma yapmak üzere bizden ayrılan gurubu gördük. Durumları hiç de bizimkine benzemiyordu. Üstleri başları toz toprak içindeydi. Elleri başlarının üzerinde ve tek sıra halinde bize doğru yürüyorlardı. Birkaç Jandarma askeri de tüfeklerini onlara doğrultmuşlardı. Filmlerden çıkan bir sahneydi karşımızdaki. 

Biz üçümüz de rahatlamanın etkisiyle makaraları koyuvermiştik. Bizimle birlikte Asteğmen ve Astsubay da gülüyorlardı. Biz güldükçe, hem gelen ekibin hem de onları getiren askerlerin şaşkınlıkları iyice belirginleşiyordu. Yanımıza geldiklerinde Asteğmen, askerlere ekibi bırakmalarını söyledi. Onlar da söyleneni yaptılar ve tüfeklerini indirdiler. Bizim biraz önce duyduğumuz silah sesleri, tepelerde bulunan gözcü askerlerin, bu ekibe karşı açtıkları ateşmiş meğerse. Açtıkları ateşle ekibi yere yatırmışlar, daha sonra yanlarına gidip “esir(!)” almışlar ve komutalarının yanına getiriyorlarmış. Neyse sonunda askerlerle birbirimizi tanıdık ve anlaşma sağlandı. Petrol araştırma ekibi tekrar yola koyuldu. Asteğmen de bizi, Seyyar Karakolun bulunduğu tepeye davet etti, ikramda bulundu. Ekibin dönüşünü orada bekleyecektik. 

Bu karışıklığın nedeni neydi? Niçin askerlerimiz bize karşı silah çekmişlerdi? Asteğmenin bize anlattıkları, en az olayın kendisi kadar ilginçti:

Hatırlayanlarınız olacaktır, 1983 (ya da 1984) yılında bir İran askeri helikopteri, doğu illerinden birine (muhtemelen Van’a) iniş yapmış ve birkaç İranlı askeri personel ülkemize iltica etmişlerdi. Böyle bir durumun bir daha yaşanmaması için tüm sınır güvenlik birlikleri uyarılmışlardı. Asteğmenin anlattıklarına göre bizim olayın gelişimi şöyle olmuştu: tepelerdeki gözcüler yüksek irtifada uçan bir helikopter görüyorlar. Helikopter uzun süre aynı bölge üzerinde uçuyor. Bu helikopter Jandarma Genel Komutanlığının helikopterlerine benzemiyor. Çünkü jandarma helikopterlerinin gövdelerinin her iki yanında beyaz ve büyük harflerle JANDARMA GENEL KOMUTANLIĞI ibaresi yazılı. Askerler bu beyazlığı göremiyorlar. Bunun üzerine durum, karakolun bağlı olduğu kademeler aracılığıyla Ankara’ya kadar iletiliyor. Gelen yanıt: “ Eğer helikopter inerse herkesi yakalayın, helikopterin tekrar kalkışına izin vermeyin!”. Helikopter iniyor, içinden sivil giyimli 4-5 kişi iniyor, omuzlarında çantaları asılı. (İranlı olma olasılıkları var.) Helikopterden yürüyerek uzaklaşıyorlar. Bu kişilere ateş açıyorlar (bizim, helikopteri emniyete alırken duyduğumuz silah sesleri) ve yakalıyorlar. Bir gurup asker de karakolun bulunduğu tepeden aşağıya iniyor ve kimliğini belirleyemedikleri helikopterin (İran helikopteri olma olasılığı var) etrafını çevirip etkisiz hale getiriyorlar. 

İşte yanlış anlaşılmaya neden olayın aslı buydu. Çok şükür karşılıklı olarak birbirimize zarar vermeden durum açıklığa kavuşmuştu. Olayın olduğu anda çok korkmuştuk,  şimdi ise, tatlı ama  bir o kadar da enteresan bir anı olarak anımsıyoruz. Burada şükrettiğimiz bir şey daha var: Bu olay, ya İç Güvenlik Harekâtı başladıktan sonra olsaydı, halimiz nice olurdu dersiniz?

Yorumlar
  1. Türker Yalçın dedi ki:

    Teşekkürler,gerçekten hoş bir anı.