Bir yargıç, kendi sınav kâğıtlarına puan veren bir hukuk öğrencisidir.
Henry MENCKEN
Ağırlaştırılmış müebbet cezası talebiyle yargılandığım 28 Şubat kumpas davası sürecinde, kamuoyunda “Özgürlük Hâkimleri” olarak bilinen Abdullah BAHÇECİ, Nihal USLU ve Halil İbrahim KÜTÜK adlı hâkimlere[1] Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nden yazdığım ve “Sizden tahliye talep etmiyorum ve hakkımda herhangi bir şekilde tahliye kararı vermemenizi rica ediyorum. Zira bugüne kadarki kararlarıyla adaletsizliğini defalarca kanıtladığı için saygı duymadığım birinden tahliye yazısı almak beni ancak üzer. Elinizden tahliye olmaktansa burada – gerekirse yaşamım boyu – yatmayı daha onurlu bulurum.” diye altını çizdiğim 12 Nisan 2013 tarihli mektupta hukuk ve siyaset ilişkisine dikkat çekmiş ve hâkimlere seslenerek şunları belirtmiştim:
“Tam da bu noktada Sn. Başbakan’ın (ki o tarihte Başbakan R.Tayyip ERDOĞAN’dı – A.T.) adalet konusunda topu size atışını hatırlatmak isterim. (…) Sn. Başbakan bu davaların tarihsel vebalini çok iyi biliyor ve gelecekte bu davaların hukuk tarihinde nasıl mahkûm edileceğini çok iyi görüyor. O nedenle, bir zamanlar davaların savcısı olduğunu bile söyleyecek kadar ileri gitmişken, şimdi aksine her konuşmasında kendini sıyırmaya, olayı kendi üzerinden atmaya özen gösteriyor.
Sn.Başbakan’ın yargılamalardaki rolünü tarih elbette yazacaktır. Ancak şuna eminim ki, o kendini bir şekilde kurtarsa da (ki siyasetçi oluşu nedeniyle bu mümkün), bu davalara bakan siz Türk hukukçuları, yani hâkimlerimiz, savcılarımız büyük risk altındasınız; siz kendinizi kurtaramazsınız. Yönetimlerinizle, kararlarınızla, adaletinizle hukuk tarihine adını yazdıranlar ve tarihin yargılamasına muhatap olanlar sizler olacaksınız. (…) Türkiye’nin ilk Özgürlük Hâkimleri olarak sizler de bu soruşturma sürecinin tarihine adınızı yazdırdınız. Tabii ki Sn. Başbakan’ın propaganda konuşmalarında Ziya Paşa’dan alıntıyla sık sık dile getirdiği “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” sözü sizler için de geçerli… Yani göreve başladığınızdan beri 10 aydır verdiğiniz kararlar eseriniz olarak tarihe yazıldı bile (ve bundan sonrakiler de yazılacak). Elbette Sn. Savcı Mustafa BİLGİLİ ve Kemal ÇETİN’in hazırlayacakları 28 Şubat İddianamesi de onların eseri olarak hukuk tarihine girecek.
Ve herkes bu eserleriyle anılacak.
Anılacak da, herkes eseriyle övünebilecek mi, işte doğrusu bundan pek emin değilim.”[2]
Bu mektuptan yaklaşık 5 yıl sonra, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 12 Mart 2018 tarihli 104’üncü celsedeki “Son Savunma”mda da, bu kez Mustafa YİĞİTSOY’un başkanlığında, üye hâkimler Turhan KÖK ve Tuba BÜYÜKŞAHİN ile Savcı Mehmet Hanifi YILDIRIM’dan oluşan heyete de Ziya Paşa’nın “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” sözünü hatırlatarak ve fakat bu kez elime iki ciltlik “28 Şubat – Sincan’dan Tarihe Notlar” adlı kitaplarımı da alarak şunları söylemiştim:
“İşte şu elimdeki iki ciltlik “28 Şubat – Sincan’dan Tarihe Notlar” kitabı da benim eserim. Ben onu çocuklarıma, torunlarıma ve bütün Türk Milleti’ne büyük bir iç huzuruyla bırakacağım. Çok uzun yıllar sonra bu dönemi inceleyen, 28 Şubat soruşturmalarını merak eden birileri bunları okuyacak ve kitapta adı geçenler hakkında hüküm verecek.”
Bu sözlerden sonra elime “Savcı” denen FETÖ’cü hain Mustafa BİLGİLİ’nin iki ciltlik “28 Şubat Davası İddianamesi”ni alıp ekledim:
“İşte bu iki ciltlik iddianame de Mustafa BİLGİLİ’nin eseri… O, bu eseriyle çocuklarının, torunlarının yüzüne nasıl bakacak bilmiyorum.”
Hemen ardından, FETÖ’cü savcı Bilgili’nin iddianamesini aynen esas alıp ben dahil 60 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteyen duruşma savcısı Mehmet Hanifi YILDIRIM’ın kitapçık haline getirdiğim “mütalâası”nı heyete gösterip şunları söyledim:
“…Şu 35 sayfalık mütalâa da Savcı Bey’in eseri… Keşke Sayın Savcım bu eserinde Mustafa Bilgili denen ve niteliklerini saydığım o adamın eserine meşruiyet sağlayan, onu ibra eden, onaylayan bir tutum içinde olmasaydı. Bu anlamda Savcı Bey’in mütalâasını da kötü bir eser olarak sayıyorum.”
Cezaevinden hâkimlere yazılan mektupları da içeren 28 ŞUBAT – SİNCAN’DAN TARİHE NOTLAR kitabı
(2 cilt bir arada)
x x x
Cezaevi ve mahkeme günlerinden beri zihnime yapışan, aklımdan çıkmayan bir konu var… O da şu: Tarihe mal olan davalar söz konusu olduğunda hep şöyle söylenir:
– Bakın işte, Sokrates’i, Bruno’yu, Galileo’yu, Nesimî’yi, Hallac-ı Mansur’u, Mithat Paşa’yı, Deniz Gezmiş’leri yargılayıp ölüme mahkûm eden, Dreyfus’u, Nazım Hikmet’i cezaevlerine atan mahkemelerin başkan ve üyelerini tanıyan bilen var mı? Yok! Onlar unutulup gittiler, ama haksız yere cezalandırılan kişiler tarihe mal oldular ve eskisinden güçlü olarak sonsuza kadar yaşayacaklar!
Bu söylem kulağa sanki matah bir şeymiş gibi gelir. Neymiş? Hâkimleri kimse hatırlamıyormuş.
İyi de böyle mi olmalı? Doğrusu bu mudur? Bir takım kasıtlarla göz göre göre hukuku çiğneyen, insanlar hakkında haksız yere karar veren, insanlara hayatı zindan eden savcılar, yargıçlar, mahkeme heyetleri unutulup gitmeli midir, yoksa verdikleri yüz karası kararlarla isimleri hiç unutulmayacak şekilde belleklere ve tarihin sayfalarına kazınmalı mıdır?
Bu soruya yanıt verirken şöyle bir mantık yürütüyorum:
Bir yazar yazdığı kitabıyla, bir şair şiiriyle, bir müzisyen bestesiyle, bir ressam tablosuyla, bir heykeltıraş yonttuğu heykelle, bir mimar çizdiği projeyle, bir mühendis inşa ettiği binayla – köprüyle vs. anılır. Üretilen, ortaya konan değer artık onların kendi eserleridir. Altında imzaları bulunur.
Ve bizler de o esere bakıp beğenir veya beğenmeyiz; hakkında olumlu ya da olumsuz laflar ederiz.
Peki, hukuk alanına baktığımızda da aynı durum geçerli değil midir? Örneğin bir iddianame o iddianameyi hazırlayan savcının bir “eseri” değil midir? O iddianameyi ölçüp biçen yargıçların verdiği karar da onların “eseri” değil midir?
O halde onlar da altına imza attıkları “eserleriyle” anılmamalı mıdırlar?
Bence herkes eseriyle anılmayı hak eder. Dolayısıyla – hukukî olarak bir beis var mıdır bilmiyorum, ancak – özellikle kamuoyuna mal olmuş davalardan ve/veya davalara ilişkin kararlardan söz edilirken her seferinde “Falanca savcının hazırladığı iddianame” ya da “Altında falanca hâkimlerin imzası bulunan karar…” diye vurgulanmalıdır diye düşünüyorum.
Aslında böyle bir durumun şöyle pratik bir yararı da olacağı kanısındayım: Kimse kötü bir eserin altına imza atmak istemez. Altına imza attıkları eserlerle kendi çocuklarına, torunlarına kötü bir isim bırakmaktan, icabında tarihe de lanetle anılarak geçmekten çekinen bir hukukçunun tarafsız ve bağımsız kalması sanırım daha mümkün olabilecektir.
Diyeceğim o ki, her ne sebeple olursa olsun – haktan, hukuktan, adaletten bilinçli olarak saparak yanlı kararlar veren hiçbir savcı, hiçbir hâkim unutulmamalı…
Tabii hakka, hukuka ve adalete gösterdiği özenle temayüz edenler de…
Her hukukî yargılama bir eserdir.
Herkes eserleriyle birlikte unutulmamak üzere tarihe yazılmalı.
Alican TÜRK
[1] Bu şahıslar 15 Temmuz’dan sonra FETÖ bağlantıları nedeniyle meslekten atıldılar, Nihal USLU ile H.İbrahim KÜTÜK 10 yılı aşkın sürelerle cezaya çarptırıldılar.
[2] Mektubun tamamı 28 Şubat soruşturmalarının ve Sincan Cezaevi sürecinin anlatıldığı “28 ŞUBAT – SİNCAN’DAN TARİHE NOTLAR” başlıklı kitabın Cilt 2, Sf. 189 – 203’da yer almaktadır.