Yazar: Fatih Bengi, Sun Savunma Net, 10 Ocak 2018
İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda, Soğuk Savaşın ardından ABD liderliğinde “tek kutuplu dünya” söylemlerine rağmen beklenen olmamış, uluslararası sistem aksine; siyasi, askerî, ekonomik, coğrafî, sosyokültürel, bilimsel ve teknolojik güç parametreleri dikkate alındığında çok kutuplu bir yapıya dönüşmüştür.
Soğuk Savaşın hemen ardından Avrupa entegrasyon sürecinin Avrupa Birliği (AB) adı altında bir ileri düzeye taşınması ve ABD-AB ilişkilerinin farklılaşması, Trans-Atlantik ilişkilerinin sorgulanmasına yol açmıştır. ABD’de Trump’ın iktidara geldikten sonra, müzakere süreci devam eden Trans-Atlantik Yatırım ve Ticaret Ortaklığı Antlaşmasını askıya alması, Trump tarafından NATO’nun sorgulanması ve Brexit süreci, Trans-Atlantik ilişkilerin ağır yara almasına neden olmuştur. AB müktesebatında ve akademik literatürde, Avrupa entegrasyon sürecinin derinleşme ve genişleme olarak ifade edilen bir aşamaya gelmesi ise, AB’yi uluslararası sistemde yeni bir aktör konumuna taşımıştır.
1991-1999 yılları arasındaki kısa bocalama döneminin ardından, Moskova’da Putin’in iktidara gelmesi ile birlikte Rusya yeniden sahneye çıkmış ve uluslararası sistemin en önemli aktörlerinden biri haline gelmiştir. Moskova Yönetimi, uluslararası sistem içerisinde farklı pozisyonlarda duran önemli aktörlerle aynı anda müzakere yapabilen jeostratejik bir oyuncu konumunda bulunmaktadır.
Uzakdoğu’da tarihsel ve kültürel bir derinliğe sahip olan Çin, elinde bulundurduğu ekonomik, siyasi ve askerî gücü ile uluslararası sistemdeki yerini muhafaza etmektedir.
Bunun yanı sıra Hindistan, Endonezya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Brezilya, Meksika gibi bölgesel etki yaratma potansiyeline sahip aktörler de yeni uluslararası sistemde yerlerini almışlardır. İngiltere ve Japonya da hâlen uluslararası sistemde önemli birer aktör olma konumlarını muhafaza etmektedirler.
Bilgi teknolojilerinde yaşanan gelişme ve Endüstri 4.0 devrimi siyasi, askerî ve ekonomik alanlar başta olmak üzere hem bireylerin hem ülkelerin hem de uluslararası sistemin devinimini hızlandırmış ve bizi yeni bir dünyaya taşımıştır.
Uluslararası rekabetin siyasi ve askerî olmanın ötesinde; ekonomik, teknolojik ve kültürel boyutlarının ağırlık kazanması, yeni uluslararası denklemin parametrelerini de değiştirmiş bulunmaktadır.
Bu durum, uluslararası sistemin hâlen temel aktörü olmaya devam eden devletin; “sert güç” olarak tanımlanan siyasi, ekonomik ve askerî gücüne ilave olarak, “yumuşak güç” olarak ifade edilen sosyokültürel ve bilimsel-teknolojik güce de sahip olmasını her zamankinden daha fazla gerektirmektedir.
21. yüzyıl uluslararası sisteminde baş aktör konumunda olmak isteyen devletlerin “sert güç” ile birlikte “yumuşak güce” birlikte sahip olması büyük önem kazanmıştır. Bu iki ayrı gücün optimum seviyede toplanıp, uygun şekilde bir araya getirilmesi (sert güç + yumuşak güç=akıllı güç) ve doğru hedef ve stratejiler doğrultusunda kullanılması önem arz etmektedir.
21. yüzyıl uluslararası sisteminin temel aktörü olmaya devam eden devletlerin en önemli amaçlarından birisi muhakkak ki sürdürülebilir, istikrarlı, refahı yayan, kazancı hakça ve adilce dağıtan, etkin ve verimli, şeffaf ve yolsuzluklardan uzak ekonomik sistemin tesis edilmesidir.
2008 yılında başlayan Küresel Finansal ve Ekonomik Kriz, liberal demokrasi ve kapitalist sistemin iyi işlemediğini ya da doğru bir sistem olmadığını bize göstermiştir. Bu nedenledir ki; bu krizden “Devlet Kapitalizmi” olarak ifade edilen bir ekonomik sistem geliştiren ve uygulayan Rusya ve Çin gibi ülkelerin daha az etkilendiğini görüyoruz.
Bu dönemin belki de en önemli özelliklerinden bir tanesi; ideoloji temelli çatışmaların yerini, etnik ve dini milliyetçiliğe dayanan çatışmaların almasıdır. Devlet destekli terör saldırıları, düşük yoğunluklu ve yerel nitelikli savaşlar, hibrit savaş stratejileri, siber savaş teknikleri ile ülkelerin nükleer silah ve balistik füze edinme çabaları, uluslararası sistemin çatışma ortamını da şekillendirmektedir. Savaşlar, resmi olmayan, yayılmış ve çoğu zaman isimsiz çatışmalar şeklinde, küresel bir istihbarat ağına dayalı, özel ve vekilli savaşlar, örtülü operasyonlar ve propaganda mücadeleleri ile yürütülmektedir.
Bugünün krizleri küresel terör örneğinde olduğu gibi kimliksiz, devletsiz, önceden tahmin edilemeyen, gerekçesiz, etik olmayan, topraksız ve ulusallaşan niteliktedir. Dünyanın büyük bölümünde güvenlik tehditleri, artık sadece askeri nedenlerden değil; ekonomik çöküş, siyasi baskı, kıtlık, aşırı nüfus artışı, etnik ayrılıklar, çevre tahribatı, terörizm, suç ve hastalıklar gibi diğer sorunlardan da kaynaklanmaktadır. Bu kapsamda yaşanan yeni çatışma ve savaş biçimleri uluslararası sistemi de derinden etkilemektedir.
Enerji konusu ile bağlantılı bulunan bütün jeopolitik meseleler siyasi, askerî ve ekonomik gelişmeleri de doğrudan etkilemeye devam etmektedir. Birçok meselenin bu dönemde ortaya çıkması ve aktörlerin pozisyonlarını yeniden belirlemesi bu küresel jeopolitik durum değişikliğinden kaynaklanmaktadır.
Büyük güçlerin daralan yaşam alanları çakışmaya başlamıştır. Her ekonomik kriz sonrası olduğu gibi, artan yerel ve bölgesel istikrarsızlıklar nedeniyle askeri gücün yeniden öne çıktığı bir döneme girilmektedir
Çok kutuplu küresel güç mücadelesi; benzerine az rastlanılan türden bir rekabete sahne olmaktadır. Küresel güçlerin paylaşım savaşına yol açan hegemonya çatışmaları ve karşılıklı restleşmeler açık bir cepheleşmeye yol açmaktadır.
11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen terör saldırıları ve sonuçları, 2002 ve 2003 yıllarında ABD’nin Afganistan ve Irak müdahaleleri ve müdahalelerin Ortadoğu coğrafyasında yarattığı istikrarsızlık, 2008 yılında başlayan ve etkileri günümüzde de devam eden Küresel Ekonomik ve Finansal Kriz, 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve Kuzey Afrika dahil bütün Ortadoğu’ya yayılan Arap Baharı süreci, Arap Baharı sürecinin nihai sonucu olan Irak ve Suriye Savaşları ve bu savaşlara küresel/bölgesel aktörlerin dahil olması, Brexit süreci ve AB’nin yapısal bir krizle karşı karşıya kalması, Rusya’nın Gürcistan, Kırım, Doğu Ukrayna ve Suriye müdahaleleri, Ortadoğu’da İran-Suudi Arabistan arasındaki rekabetin Yemen, Lübnan, Suriye ve Basra Körfezi üzerinden devam etmesi ve bu rekabetin Şii-Sünni çatışmasına dönüşme riski, Kuzey Kore’nin nükleer silah ve balistik füze geliştirme çalışmaları, Uzakdoğu’da Japonya, Çin, Filipinler, Güney Kore ve Tayvan arasında devam eden rekabet ile son olarak Kudüs krizi “Soğuk Barış” olarak adlandırdığımız dönemde karşımıza çıkan başlıca çatışma alanları ve jeopolitik problemlerdir. Bu problemler nedeniyle milyonlarca insan yaşamını yitirmiş, şehirler yıkılmış ve milyonlarca insan evsiz barksız kalıp göç etmek zorunda kalmışlardır. Dünya, neredeyse artık tamamen güvensiz bir yer haline gelmiş durumdadır.
Yeni oluşan uluslararası sistem, konjonktürel gelişmeler, kutuplaşmalar ve ekonomik kriz yeni bir “Dünya Savaşına” yol açabilir mi?
Günümüzde yaşananları dünya savaşı olarak adlandırmak mümkün mü?
Buna cevap vermek zor ama; dünyanın pek çok bölgesinde işgal, iç savaş, etnik çatışma, terör çatışmalarından ölen insan sayısının dünya savaşlarında ölen insan sayısından az olmadığı ve dünyanın bugün başka bir savaş konsepti içinde olduğu da çok açık bir gerçek.
Cornell Üniversitesi’nden Milton Leitenberg’in (2006) yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışma, bize ölümlerin ayrıntılı bir kronolojisini sunuyor. Araştırma bazı yönlerden eleştirilere açık olsa da 20. yüzyıla ilişkin genel bir tabloyu yansıtıyor. Çalışmada; iç savaşlarda, terör faaliyetlerinde ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre: Birinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 13 ila 15 milyon, İkinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 65-75 milyon, 1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon insanın öldüğü ve 60 milyon insanın da mülteci durumuna düştüğü tahmin ediliyor.
Araştırmada ilgi çeken diğer bir nokta ise, 1955’den sonra savaşla ilişkili olarak yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında yer alan 70 ülkede gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkmasıdır.
Yani bir bakıma dünya savaşı, daha geniş bir alanda ve genellikle iç savaşlar ve devlet destekli terör şeklinde ” Ekonomik Münhasır Bölgelerde” devam ediyor.
Ancak dikkat çekici diğer bir husus, İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler’in kurulması, BM’nin kurulmasında sonra tek bir yılın dahi savaşsız geçmemesi ve 20. Yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık 3’te birinin bu dönemde hayatlarını kaybetmesidir. Bu ülkelerde gerçekleşen pek çok ölüm; ağ tabanlı terörizm ve ağ tabanlı küresel iç savaşlarda gerçekleşmiştir.
Özellikle 1945’ten sonraki tabloya bakıldığında, Batılı güçlerin kendi aralarında savaşmayı bıraktıkları ve savaşları, ekonomik münhasır bölgelere kaydırdıkları görülmektedir.
Bu tabloya bakıldığında; “Bu devletler niçin savaşıyor ya da süren savaşların arka planında ne var?” sorusunun cevabı daha net ortaya çıkıyor:
Bunun için küresel güçler savaşı alabildiğince kendilerinden uzak tutarak, savaş alanlarında her türlü yöntemi deniyorlar. Mesele: “Az riskle çok kazanç elde etmek”.