Yazı ve Fotoğraflar: Olay Salcan, 22 Kasım 2017, Sun Savunma.Net
30 yıl önce halkının başka yerlere göç ederek hemen hemen boşalttıkları bir köyü görmeye gidiyorum. Ödemiş’ten Bozdağ’ın eteklerinde ve 500 metre yükseklikte olan bu köye doğru kıvrıla kıvrıla giden yolda aracımı yavaş yavaş sürerken camları tamamen açarak içeriye çam ağaçlarının insanın içini ferahlatan, mutluluk veren kokusunun dolmasını, kuşların keyifli ötüşlerindeki melodilerinin ve bunlara karışan ağaçların rüzgârla beraber söyledikleri şarkıların keyfini çıkarıyorum. Ağustos ayının boğucu sıcağı burada yerini buzlu limonata lezzetinde serinliğe bırakıyor. Yol boyu iki taraflı uzanan ağaçların yeşillikleri ve çiçeklerin baştan çıkarıcı renkleri görülmeye değer. Cenneti arayanlar için bu adresi verebilirim.
Yol, virajlı olmasına rağmen asfalt; bir yerden sonra asfalt bitiyor, ancak yol da genişliyor. Nedeni, yapılmakta olan bir barajın çalışmalarında kullanılan büyük araçların kolaylıkla yolda gidişlerini sağlamak. Baraj inşaatı bitince asfalt dökeceklerdir. Köy Ödemiş’e yaklaşık 20 km. uzaklıkta olduğu için çok önemli değil.
Köy, yoldaki virajlar ve arazinin engebeli yapısı nedeni ile yanına yaklaşana kadar hiç görülmüyor. Kendisini son derece iyi gizlemiş. Kurulduğunda buna son derece önem verdileri açık.
Köyün adını yazan bir tabela da görmedim. Zaman zaman acaba doğru yolda mıyım diye endişeye kapılsam da rastladığım kişilere soruyorum. Onlar da doğru yoldasın diyorlar ama her seferinde içime bir kurt düşüyor.
Öyle bir yerde durmuşum ki köyü yukarıdan ve tamamen görüyorum.
İlk bakışta köy, tüm binalarının ağaçtan yapılmış ve tamamının çökmüş olduğu görüntüsünü veriyor. Ama daha dikkatli baktığımda binaların birinci katlarının taştan, ikinci katlarının ahşaptan yapıldığını fark ediyorum. Bu köyde hiçbir hayat belirtisi yok. Ne bir insan ve ne de bir hayvan görebiliyorum. Panoramik ve çok güzel bir açıdan baktığımdan gözümden kaçan bir canlı olması çok zor.
Bir yamaca yaslanarak inşa edilmiş bu evlerin birbirlerinin görüntüsünü kapatmayacak şekildeki yerleşimleri, köyün en karakteristik özelliği. Ayrıca mimari yapıları da son derece geleneksel. Benim bir Anadolu köyü olarak hayal ettiklerimin çok ötesinde.
Ben, değişik duygular içerisinde kendimden geçercesine köye dalgın bakışlarla bakarken bir anda tam arkamda duyduğum motor sesi ile irkiliyorum. Arkamı döndüğümde motosikletin üzerinde bir adam ve arkasında küçük bir erkek çocuğu görüyorum. Adam motoru sustururken tüm sevimliliği ile bana “Hoş geldiniz.” diyor ve arkasından benim bir yabancı olduğumu ve nereyi aradığımı anlamış birisi edasıyla, yüzünde hafif bir tebessümle “Ne gibi bir yardımım dokunur?” diye soruyor.
Aradığım köyü bulduğumdan eminim, ama onun havasını bozmamak için “Burası Lübbey Köyü mü?” diye soruyorum. Aldığım “Evet” cevabına çok memnun olduğumu da belirtmek için yüzüme sevimli bir ifade konduruyorum. Kısaca Ankara’dan geldiğimi ve köyü gezmek istediğimi de belirtiyorum.
“Köydenim. İsmim Mehmet, ama bana Kahveci Mehmet derler. Oğlumla köyden Ödemiş’e dönüyorduk. Sizi gördüm. Beni takip edin sizi köye götüreyim, yorulmuşsunuzdur. Bir çay yapayım iyi gelir” diyor. İşte Anadolu insanı, işte bir geleneksel Anadolu köyü. Dolu dolu Anadolu. Kaçırır mıyım? Hemen takibe başlıyorum.
Ana yoldan ayrılarak bozuk ve dik bir yola giriyoruz. Neyse ki kısa bir mesafe. Durduğumuz yer, köyün girişi ve çok küçük bir meydan. Köyün içerisinde de daha genişini göremedim. İçeri buyur ediyor, ama ben dışarıda kalmayı tercih ediyorum. Bir an evvel köyün içine kendimi atmak ve gizemli havasına kendimi kaptırmak istiyorum. “Öyleyse çay demlenene kadar siz köyü dolaşın. Demlenince ben sizi çağırırım. Zamandan kazanırız.” diyor. Akıllıca bir planlama. Ben de elimde kamera köyün içine dalıyorum. Çünkü hava kararmadan buradan ayrılmak istiyorum. Dönüş yolum çok uzun olmasa da karanlığa kalmak istemiyorum. Kalan zamanımı en iyi şekilde kullanmak durumundayım.
Burası aklın alamayacağı kadar farklı ve benim için de bulunmaz bir mekân. Bayram yapıyorum. Babam çocukken beni bayramlarda atlıkarıncaya bindirmeye götürdüğünde ne kadar mutlu idiysem, şimdi de aynıyım. Şimdi tam bir bayram çocuğuyum.
Üstü ahşap, alt katı taştan yapılmış evlerin artık oturulamayacak kadar harap olmuş olmaları ne kadar hüzün verici olsa da sonunda böyle bir köyün varlığından haberim olarak buraya kadar gelebilmek muhteşem.
Köyün sokaklarında ve evlerin aralarında hep birisine rastlar mıyım acaba diye içimde bir ümitle dolaşırken kimseyi görememek şaşırtıcı. Bu köy, tamamen terk edilmiş. Burada, bu evlerin arasında dolaşır ve bir evden diğerine giderek fotoğraf çekerken, gerçekte terk edilmişliğin fotoğrafını çektiğimin farkına varıyorum.
İnsanların olmadığı buna benzer gizem dolu yerlerde hep hayaletlerden bahsedilir. Dillerde dolaşan hayalet hikâyeleri de anlatılır, ama burada terk edilmişliğin hüznünden başka hiçbir şey hissedilmiyor. Bu kadar hüzün dolu bir yerde emin olun hayaletler bile yaşayamaz.
Terk edilmiş olmanın ağır darbelerini ve sonucunu burada görmek, son derece çarpıcı. Birçok terk edilmiş ya da yalnızca yaşlılarının az miktarda yaşadığı yerleşim yerleri gördüm ancak Lübbey Köyü kadar beni etkileyen olmamıştır. Halk arasındaki tabirle içim bir anda cız etti.
Benim üzerimde bu kadar etkili olmasının nedeninin, olumlu hayat şartları içerisinde yaşama ümidi ile halkının köyü terk etmesiyle bir Anadolu köyünün geleneksel özgün mimari dokusu, kültürü ve konumu ile artık yok olmasının son aşamasına gelmiş olması diye düşünüyorum.
Bu bir inceleme yazısı olmadığı için bu köyde yaşayan 3 ya da 5 yaşlı sakinin dışında köyün halkının tamamının köyü terk etme nedenlerini ve nereye gittiklerini burada anlatmanın uygun olmayacağını düşünüyorum.
Çektiğim fotoğraflar köyün durumunu, konumunu, mimarisini açık ve net bir şekilde göstermektedir. Geçmiş geleneksel yaşam tarzımızı, kültürümüzü, insanlarımızı ve geleneksel mimarimizi görebileceğimiz, tarihimize ışık tutabilecek ciddi bir örneğin yok olmasının son aşamasını görmek üzüntü verici.
Köyün insanları gittiğinden ve yeni yerlerinde yeni bir hayata başladıklarından buraya geri dönme ihtimali hiç yok gibi. İnsan yoksa yerleşim yerinin devamını düşünmek çok zor. Bu nedenle de bu köyün tamamen ortadan kalkacağı bir gerçek gibi görünüyor. Görünen o ki, binaların çok büyük çoğunluğu onarılamayacak kadar harap vaziyetteler. Yeniden inşa edilmeleri ve köyün canlandırılması konusu, bana pek gerçekçi gelmedi.
Köyün bundan sonraki ömrü orada yaşayan yaşlı insanların yaşam süresine bağlı. Bir köy ve orada kalanların kaderlerinin birbirine bu kadar sıkı sıkıya bağlı olduğunun görülebileceği son derece güzel bir örnek. Orada yaşayanlar ağır şartlara ve zamana direnç gösterdikçe; köy de ayakta kalmaya o kadar bağlanıyor.
Belki bir kere daha Lübbey Köyüne yolum düşer de gelirsem bu kadar ayakta kalmış bina göremeyebileceğimin ve köyün geleceğinin ne olacağının endişesi ile sahip olduğumuz büyük bir Türk değerinin yok olmasının üzüntüsü içerisindeyim.
Bir Anadolu yıldızı daha kayıyor. Küçük bir çocukken bir yıldızın kaydığını görmenin verdiği hüzün, şimdilerde onun sadece bir gök taşı olmasını bildiğimden dolayı ne kadar azalmışsa, kayan bu muhteşem yıldızın hüznü yüreğimi dağlıyor, canımı yakıyor.
Mutsuz ve hüzün dolu duygular içerisinde aracıma binip köyden ayrılırken; arkamda bıraktığım terkedilmiş bir köy, ağzımda kahveci Mehmet’in verdiği bir bardak çayın buruk lezzeti ve fotoğraf makinemde terk edilmişliğin fotoğrafı var.
Yeni bir yazımda buluşuncaya kadar hoşça kalınız. Saygılarımla.
olaysalcan.blogspot.com