Mutlak iktidar sahiplerinin, ülkede istikrarsızlık başladığında iktidarlarını kaybetme korkusu, üst aklın bir ülkeyi iç savaşa sürüklemek için manipüle ettiği, kullandığı, faydalandığı en büyük araçtır.
Yazar: Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 20 Kasım 2017, Johannesburg
Türkiye, 08-17 Kasım 2017 tarihleri arasında NATO Müşterek Harp Merkezi Norveç’te icra edilen TRIDENT JAVELIN adlı NATO Tatbikatında, uzun süredir perde arkasında devam eden ciddi bir krizle bu sefer açıktan açığa yüzleşti.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafı “Karşıt Kuvvet” (Düşman) ülke liderleri arasına koyulmuştu. Şu an ki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ise açılan sahte bir hesap üzerinden “Karşıt Kuvvet” liderlerini destekleyen bir lider şeklinde gösterilmişti.
NATO yetkililerinin en üst düzeyde özür dilemelerine bakmayın. Bu bir operasyondur ve burada kalmayacak. Çeşitli mecralarda benzer tehdit ve aşağılanmalarla karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz. Yalnız işin ilginç yanı, bu operasyonun Erdoğan’ın “Atatürk açılımı”ndan sonra gelmesi. İşte burası çok önemli. Operasyonu önleyebilmek için bağlantıları kurmamız gerekiyor. Ama önce biraz NATO ve ABD ilişkisinden bahsedelim.
Sovyetler Birliği’nin ilk nükleer denemeleriyle eş zamanlı olarak 1949 yılında NATO kurulunca, artan karşılıklı tehdit algılamaları 1955 yılında Varşova Paktı’nın doğması ile sonuçlandı. Böylece Dünya, 1991 yılına kadar devam edecek iki kutuplu bir düzen yaşamak zorunda kaldı.
1991’de Sovyetler Birliği dağılınca, aslında misyonunu tamamlayan NATO’nun da dağılması bekleniyordu. Ama böyle olmadı. Tek süper güç konumuna gelerek dünya liderliğine soyunan ABD, NATO’yu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istiyordu.
NATO, izlediği “açık kapı politikası” ile Sovyetler Birliği’nden kopan Doğu Avrupa ülkelerini bünyesine katarak genişliyor, böylece ABD’nin, ezeli düşmanı Rusya’yı kuşatmasına yardımcı oluyordu.
NATO, genişleme stratejisiyle kendi etki alanını genişletirken, üye olan yeni ülkeler, ABD’ye geniş imkânlar sunuyordu. NATO bünyesinde geliştirilen “kullanılabilirlik-usability”, “karşılıklı çalışabilirlik-interoperability” ve “intikal edebilirlik-deployabilty” gibi kavramlar sayesinde, ABD’ye yeni silah pazarları yaratılıyordu. Üye ülkeler, ordularını modern ve NATO’ya uyumlu hale getirmek için çabalarken, standartları ABD tarafından belirlenen çok pahalı teknolojik silahlara sahip olmak adına Amerikan silah şirketlerine para aktarıyordu.
Böylece Washington, silah satışından ciddi paralar kazanırken, silah sattığı ülkelerin kendine bağımlılıklarını artırarak, kriz durumlarında ambargo tehdidiyle, ülkelerin dış politika ve iç işlerine müdahale imkânı kazanmaktaydı. Bu noktada, silah ve teçhizat açısından tek bir noktaya bağımlı bir ülkenin bağımsız dış politika izleyemeyeceğinin altını çizelim.
Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek adlı 2000 yılında yayınlanan raporlarında Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi adlı düşünce kuruluşu; ‘‘Dönüşüm süreci, devrimsel değişiklikler getirecek olsa da YENİ PEARL HARBOR gibi sonu felaketle biten ve hızlandırıcı olaylar olmayan uzun bir dönem olacaktır’’ ifadelerini kullanmıştır.
ABD, bu stratejisiyle çok yüksek teknolojiye sahip, dünyaya hükmedecek yenilmez bir ordu yaratacak, aynı zamanda kendine müzahir ülkeleri kontrol ederken, yarattığı hinterlant sayesinde bütün dünyaya hükmedebilecekti. Bu projeye “Yeni Amerikan Yüzyılı” adını vermişlerdi. Washington’a göre, ABD’nin küresel liderliği hem Amerika hem dünya için iyiydi.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Devleti soyma mantığı üzerine kurulmuş Amerikan Silah Sanayii, bu düzende hantallaşarak, büyük paralar harcamasına rağmen, Washington’a istediği silahlı gücü vermekte başarılı olamadı. Rakipleri Rusya ve Çin, çok daha az paralar harcayarak, eşdeğer silahlar geliştirmeyi başararak, silah yarışında dengeyi sağladılar. Bu süreçte tek kutuplu yapıya evrilmesi öngörülen Dünya, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi kimin dost, kimin düşman olduğu belli olmayan çok kutuplu bir yapıya dönüştü.
Bu safhada ABD açısından asıl tehlikeli gelişme, kendine bağımlı ülkeleri kontrol etme üzerine kurulmuş olduğu saadet zincirinden Türkiye’nin kopmasıyla yaşanmaya başlandı. Türkiye, 30 yıldır devam eden PKK terörü ile mücadelede istediği silahları bir türlü “stratejik ortağı” ABD’den temin edemiyordu. Başının çaresine bakmak zorunda kalan Ankara, önce uçakların kullandığı güdümlü mühimmatları, arkasından silahlı helikopterleri ve sonunda da Silahlı İnsansız Hava araçlarını geliştirmeyi başardı. Böylece ABD’ye bağımlığını ciddi ölçüde azalttı. Rusya ile yapılan S-400 anlaşması, ilişkilerin kopmasına son noktayı koydu. Çünkü bu anlaşma, Türkiye ve Rusya’nın müttefik haline geldiğinin bir göstergesiydi. Bu gidişatı engelleme üzerine kurulmuş darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı.
Bakın Almanya’da yaşayan Amerikalı stratejist Frederick William Engdahl, 11 Eylül 2016 tarihinde Hollanda’da verdiği bir konferansta darbe girişimini şöyle özetliyor: “Erdoğan, Suriye konusunda ABD tarafından tuzağa düşürüldüğünü anlayınca, NATO dostu, Suriye Savaş stratejisinin mimarı, Başbakan Davutoğlu’nu kovdu. Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağı Rusya ve Suriye’yi kaybetmesine neden olan bu tuzaktan kurtulmak için Rusya ile yakınlaşma içerisine girdi. İki ülkenin bu yakınlaşmasının, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını çok ciddi şekilde tehlikeye atması sonucu CIA, 40 yıldır kontrolü altında olan Gladyo örgütü, FETÖ’yü kullanarak darbe girişiminde bulundu. Darbenin organizasyonu için ABD’nin Afganistan’daki birliklerinin komutanı olan Orgeneral John F. Campbell’i emekli etmiş gibi göstererek, darbede görev alacak generalleri satın alması için yüklü miktardaki para ile Türkiye’ye gönderdi”.[1] İşin ilginç yanı, Afganistan’dan kaçıp Dubai’de yakalanarak Türkiye’ye teslim edilen, halen FETÖ üyeliğiyle yargılanan eski generaller Cahit Bakır ile Şener Topçu’nun Amerikalı General Campbell ile aynı dönemde Afganistan’da görev yapmış olmalarıdır.
Türkiye’nin yaşadığı bütün darbelerde ABD parmağının olduğunu artık herkes biliyor. Soğuk Savaş döneminde, ne zaman Türkiye’nin ekseninde Washington’un isteği dışında bir kayma olsa, hemen bir Amerikan darbesi gelmiştir.
Bazı kesimler kabul etmese de 27 Mayıs 1960 darbesi de bunlardan bir tanesidir. 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de de aynı şey yapılmıştır. Körü körüne ABD’ye bağlı olmanın bir faydası olmadığını düşünen sol görüşlü akımlar, Türkiye’yi Sovyetlere kaptırma korkusuyla hep darbelerle ezilmiştir.
28 Şubat 1997 Post Modern Darbesini de bunlara ilave edebiliriz. ABD emperyalizmine karşı duran, NATO’yu sevmeyen, AB ve Avrupa ile bütünleşmeyi istemeyen, Siyonizm’e düşmanlık besleyen, bütün bunlara karşın, Türkiye’nin Müslüman NATO’su, Ortak Pazar’ı ve Birleşmiş Milletler kurmasını arzu eden Necmettin Erbakan iktidardan uzaklaştırılarak, Millî Görüş hareketinin anti-emperyalist tarafı budanmıştır. Fakat 28 Şubat darbesiyle birlikte Türkiye’deki darbeler şekil değiştirmeye başlamıştır. Bu dönemde Millî Görüş Gömleğini çıkartarak Amerika ile iş birliğine evet dediği için iktidara getirilen AKP Hükümeti, zamanla tekrar Millî Görüş Gömleğini giymek zorunda kalınca, önce FETÖ’nün 17-25 Aralık 2013 yargı darbe girişimi, arkasından da 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi gelmiştir.
Daha önceki darbeler, İslam inancına sahip bu günkü iktidar kadroları kullanılarak solculara karşı yapılırken, son üç darbe girişimi, ne hikmetse yine İslamcı olduğunu iddia eden FETÖ tarafından, bu sefer iktidardaki Siyasal İslam kökenli AKP’ye yapılmıştır.
İşte bu süreçte Siyasal İslamcılar, tehlikenin nereden geldiğini anlayarak Atatürk’ü keşfettiler. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye’yi kontrol etmek maksadıyla kullanılan Sünni ve Nakşibendi kökenli Siyasal İslam, ilk defa kullanışlı araç olmaktan çıkıyor. Bu yüzden panik başladı. Paniği yalnızca ABD yaşamıyor. En çok panikleyenler belki de İngiltere ve İsrail.
Erdoğan’ın Atatürk açılımına gelmeden önce bir konuyu daha dikkatinize sunalım. Robert Dreyfuss, Şeytanın Oyunu (Devil’s Game) isimli kitabında, önce İngiltere sonrasında ABD’nin, Müslüman ülkeleri kontrol etmek için İslam Dinini nasıl manipüle ederek kullandığını anlatıyor. Dreyfuss, kitabında 19. Yüzyılda yaşayan, Türkiye’de de Cemaleddin Efganî ismiyle bilinen bir Müslüman din adamından örnekler veriyor. Dreyfuss’a göre Efganî, mason bir İngiliz ajanı. Efganî, insanları yönlendirmek için, dini kullanışlı bir araç olarak görüyor ve İslam’ı kast ederek şu çıkarımda bulunuyor:
“Dinin başını ancak dinin kılıcı ile kesebilirsiniz. Dolayısıyla dindarlar ve inançlı insanlar Allah’ın emirlerini hiç sorgulamamalı ve kendilerine emredileni harfiyen yerine getirmelidirler.”[2]
Allah, doğrudan insanlarla temasa geçmediğine göre onun “güncel emirleri” insanlara nasıl iletilecek? İşte tuzak burada yatıyor. Manipüle edilmiş İslam’a inanan din adamları bu işi gönüllü yapmaya hâlen devam ediyor ve saf Müslümanlar, onların Allah adına verdiği emirleri harfiyen yerine getirme çıkmazından bir türlü kurtulamıyor. Bu kandırmaca Suriye ve Irak’ta Allahû Ekber diyerek, komşusunun kafasını kesen, ciğerini söken, Müslüman terörist görüntülerine kadar uzanıyor.
Aynı zamanda Efganî, “Allah’ın emirlerini” yerine getirme işinin çok havalı ve gösterişli bir şekilde yapılmasının başarıyı artıracağını söylüyor. Efganî, İslam dininin etnik kimliklere bakmaksızın bir dönem bütün Müslümanları birbirine bağlayan bir imparatorluk kurmayı başardığını belirterek, bugün de bunun başarılabileceğini iddia ediyor. Ona göre, bütün Müslümanlar, bu hedefe ulaşmak için kendi ülkelerinde Peygamber dönemindeki İslami kuralların harfiyen uygulanması yolunda tüm güçleri ile çalışmalılar.
Burada da farklı bir tuzak yatıyor. Bütün Müslümanları birleştirmeyi amaçlayan bu ideal, var olan farklı İslam anlayışları sebebiyle, herkesin kendi anlayışı üzerinden birleşme isteği sonucu otomatikman parçalayıcı bir etki yaratıyor.
Daha da önemlisi, Peygamber dönemine dönme özleminin manipüle edilmesi, çok daha yıkıcı bir etki doğuruyor. Bu strateji çerçevesinde Müslümanlara, “Asr-ı Saadet”e yani herkesin mutlu olduğu döneme tekrar dönmek için Peygamber dönemindeki örf ve adetler ile hukuk ve devlet düzenine geri dönülmesi gerektiği fikri aşılanıyor. O döneme Asr-ı Saadet denmesinin sebebi, Müslümanların refah ve mutluluk içinde yaşaması. Bugün, Asr-ı Saadet’e ulaşmak için Müslümanların refah ve mutluluk içinde yaşaması gerekiyor. Peki refahı ve mutluluğu sağlayan nedir? Refahı sağlayan günümüzde bilim ve onun ürettiği teknolojidir. Refahın adil dağıtılması ise mutluluğu getirecektir. Ancak Asr-ı Saadet’e ulaşmak isteyen din tüccarları, adil paylaşımdan hiç söz etmezler. Onlara göre adil paylaşımdan söz edenler, “komünist ve Allahsızlardır”. Ne yazık ki, yapılan manipülasyon sonucu hâlâ bazı Müslümanlar, Asr-ı Saadet’i yanlış yorumlamaya devam ettiği için Orta çağa dönme çabasında, yaşadıkları ülkeyi ve din kardeşlerini sefalete mahkûm etmek için var güçleriyle çalışıyorlar. 18. yüzyılda İngilizler tarafından kurulan bu düzen, Vehhabi-Selefilik inancı, Müslüman Kardeşler gibi örgütler ve Nakşibendilik gibi çeşitli tarikatlar üzerinden günümüzde de devam ediyor.
Türkiye dış politikada Batı tarafından sıkıştırılınca Erdoğan, Rusya’ya yanaşmak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Kemal ile Bolşevik Lider Lenin’in iş birliğinin bir benzeri, bugün Erdoğan ve Putin arasında yaşanmaya başladı. İşte bu ittifak, Batı’yı çok rahatsız etti. Bu benzerlikten dolayı Atatürk’ü düşman saflarına koyarken, Erdoğan’ı da düşman liderlerle iş birliği yapan, güvenilmez müttefik pozisyonuna taşıdılar. Yoksa NATO tatbikatında yapılan bu operasyon, zavallı bir FETÖ’cünün yapacağının çok çok ötesinde bir hamledir.
Bu noktada Ankara’nın yapması gereken, Erdoğan üzerinden Türkiye’ye kurulan tuzağı onların hamlelerini kullanarak bertaraf etmektir. Peki süreç nasıl gelişecek?
İşte bu noktada yine Atatürk’e dönüyoruz. Atatürk, emperyalizme karşı savaşıp kazanan ilk liderdir. Atatürk’ün yaptığı devrimler sayesinde Türkiye, İslam’ın manipülasyonu üzerinden kurulan tuzağı bir dönem için kırmayı başarmıştı. Fakat AKP’nin iktidara taşınmasıyla birlikte, Müslüman ülkelere gerçek bir model olabilecek Atatürk’ün Türkiye’si, Ilımlı İslam modeli tuzağında rayından çıkartılarak karanlığa sürüklenmekteydi ki, Erdoğan köşeye sıkışınca Atatürk’ü hatırlamak zorunda kaldı. Erdoğan, belki de bu hamleyi %1 oranında fazla oy almak için veya sıkışan Türkiye’de kutuplaşmayı azaltmak için yapmış olabilir. Ancak bu hamle, bünyesinde çok büyük bir potansiyeli beraberinde barındırmaktadır.
Atatürk demek önce akılcılık ve bilim demektir. Sonra tam bağımsız olarak, laik bir düzende barış içinde özgürce yaşamak demektir. Türkiye’de, Erdoğan’a oy veren büyük kalabalıklar, tekrar Atatürk’ü hatırlamaya ve benimsemeye başlarsa ne olacak?
Atatürk heykellerini kastederek, “Heykellerin köpek leşi gibi sürüklendiğini göreceksiniz”, “Bir kafiri beğendin mi namaz kılsan da kâfir olursun. Oruç tutsan da kâfir olursun. Hacca gitsen de kâfir olursun” diyen; “Keşke Yunan galip gelseydi ne hilafet yıkılırdı ne şeriat kaldırılırdı ne medrese lağvedilirdi ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı…. Bizim gâvur elin gavurundan daha şiddetli” gibi sözler eden; Atatürk’ü İngiliz ajanlığı ile suçlayan, Cemaleddin Efganî’yi reddetse de tam da onun dediklerini yapan, İngiliz uşağı, fesli şarlatan ve benzerleri ne yapacak?
Erdoğan, Tesla ve uzay araştırmaları şirketi SpaceX’in CEO’su Elon Musk’ı Türkiye’ye çağırarak bir görüşme yaptı. Görüşmede “Türkiye’de yapılan teknolojik yatırımlar, son dönemde atılan ve atılacak adımlar konuşuldu. Bu hamle Erdoğan’ın önümüzdeki dönemde bilime ve dolayısıyla eğitime vereceği önemin artacağını gösteriyor.
Peki bu durumda; “İyi ki okumamışım; şu okullar nasip olmamış, şu diplomalar nasip olmamış. Allah saptırmadı bugüne kadar, bundan sonra saptırmasın” diyen; “Mars’ta su var mı? Et var mı, but var mı? Manyak manyak işler… Ben sana söyleyeyim, sen oraya çıkamadan dünya kopacak” şeklinde iddialarda bulunan; “Versinler bana 100 bin dolar her şeyi söyleyeyim” şeklinde palavra atan, giydiği Osmanlı kıyafetleriyle Asr-ı Saadet’e dönmeye çalışan Cübbeliler ne yapacak?
İşte Ankara’nın yapması gereken, Erdoğan’ın üzerinde baskı arttıkça, asıl tehdidi oluşturan fesli ve cübbeli zihniyeti aydınlatarak İngiliz tuzağından kurtarmaya çalışmaktır. Erdoğan’ın Türkiye’ye yapabileceği en büyük iyilik budur. Zaten bu süreç ister istemez yaşanacak ve yaşanmaktadır. Önemli olan bunu bilinçli yaparak süreci hızlandırmaktır. Sonuçta, kutuplaşma üzerine kurulan bu tuzaktan faydalanarak Türkiye, dindarları, laikleri, ulusalcıları, milliyetçileri, sağcıları ve solcuları, bilim, eğitim, üretim ve tasarruf ekseninde emperyalizmle mücadele yolunda birleştirebilir.
Buradan hepimiz Erdoğan’ın etrafında kenetlenelim şeklinde bir yanlış sonuç çıkarılmasın. Maalesef Erdoğan, Türkiye’ye kurulan tuzağın hâlen başrol oyuncusu konumundadır.
Erol Mütercimler, Reza Zarrab’ın kesinlikle itirafçı olduğunu, bunun arkasının ihbarcılık olacağını, Zarrab’ın önüne koyulan metni imzaladığını, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şantajla yüz yüze kalacağını söylüyor ve bu süreçte Erdoğan’ın, hapishanede ölen Sırp lider Miloseviç veya Uluslararası Ceza Mahkemesinin hakkında tutuklama talebinde bulunduğu Sudan lideri Ömer el-Beşir’e benzetilmek istendiğini iddia ediyor[3]. Maalesef bu iddialardaki doğruluk payı çok yüksek. ABD’nin bu şantaj dava üzerinden Türkiye’ye diz çöktürmek istediği çok açık. Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kademe kademe ekonomiyi darboğaza sokarken, eşzamanlı olarak Erdoğan’ı “suçlu lider” ilan etme operasyonunun dozunu artıracaklar.
Bakın bir örnekle kurulan tuzağı anlatmaya çalışalım. 1991’de ABD, Irak’a müdahale ettikten sonra Saddam Hüseyin’i devirmedi; bilerek iktidarda bıraktı. Daha sonra ülkeye, 2003’de yapılan ikinci operasyon öncesine kadar çok sıkı bir ambargo uygulamaya başladı. Irak’a gıda ve ilaç girişine bile izin vermediler. Saddam tek gelir kaynağı petrolü satamadığı için ülkede ekonomik kriz, açlık ve sefalet baş gösterdi. Bu zor şartlarda halk kutuplaşmaya başladı. Sünni kesim, Amerika’ya tek başına direnen büyük lider gördükleri Saddam’ı neredeyse tanrılaştırdı. Şii ve Kürtler ise üzerlerindeki ağır baskı ve sefaletin sebebi olarak gördükleri Saddam’a korkunç bir kin duymaya başladı. Böylece Irak halkı kutuplaştı ve bölündü. İşte Erdoğan’ı aynı tuzağa düşürüp, “Saddamlaştırmak” istiyorlar.
Erdoğan’ın dünyaya meydan okuyan karizması, büyük halk kitlelerini kendine çekerken bir o kadarını da korkutuyor. Dış güçler, Erdoğan’ın bu kutuplaştırma potansiyelinden faydalanmak istiyor.
Daha önce yazmıştık ama önemine binaen bir kez daha yazalım. Mutlak iktidar sahiplerinin, ülkede istikrarsızlık başladığında iktidarlarını kaybetme korkusu, üst aklın bir ülkeyi iç savaşa sürüklemek için manipüle ettiği, kullandığı, faydalandığı en büyük araçtır.
Tek adam liderliğindeki iktidardaki seçkin grup ve onu destekleyen büyük halk kitleleri, ülkenin verdiği yeni kurtuluş savaşından, ancak ve ancak kendi mutlak iktidarlarının devamıyla çıkılabileceği yanılgısına kapılır. Kendilerinden başkasının ülkeyi kurtarma şansı yoktur. Hatta diğerleri eylem ve söylemleriyle ülkenin bekasına kast etmektedir. Bu anlayış ülkeye kurulan etnik mezhep temelli iç savaş senaryosundan kurtulmak için uygun değildir. Hatta ülkeyi tuzağa sürükleyen en büyük unsurdur[4].
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan’ın kazanırsa ve ABD, Erdoğan’ı yargı yoluyla “suçlu lider” koltuğuna oturtursa, Türkiye’nin yukarıda bahsedilen açmaza girmesi kuvvetle muhtemeldir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapması gereken, bir devlet adamı gibi davranarak yukarıdaki ihtimali göz önünde bulundurarak, gerektiğinde kendi yaratacağı boşluğu doldurabilecek birini iktidara yavaş yavaş hazırlamak ve rakiplerine ülkeyi yönetecek fırsat tanımaktır.
Bu noktada NATO meselesine tekrar dönmek gerekiyor. Bir süre önce medyada yeni kurulan İyi Parti’nin programında, NATO başlığı altında bazı ifadelerin yer alması, ciddi tartışmalara neden oldu. Aynı zamanda İyi Parti’nin, Batı tarafından AKP yerine iktidar alternatifi olarak desteklendiği yönünde bir imaj doğdu.
Eğer birileri Batı ile anlaşarak iktidara gelebileceklerini düşünüyorlarsa büyük hata yaparlar. AKP de 2002’de bu hatayı yaparak iktidara gelmişti. Şimdi yanlıştan dönmeye çalışıyorlar. Fakat bu süreçte kaybeden Türkiye oldu. Yine aynı filmi bir kere daha seyretmeyelim.
Şu gerçeği anlamakta fayda var: Batı’nın ihtiyacı, Türkiye’de kendine müzahir bir hükümet olması değildir. Onlar, stratejik hedeflerine ulaşmak için müttefiklik oyununda, beklenen politikaları izleyecek, uysal hükümetler istiyor. Batı ile anlaşarak PKK, terör, Barzanistan ve Suriye kaynaklı sorunların çözülebileceğini düşünmek saflıktır. Batı’nın bölgemizdeki sorunları kaşıması, Türkiye ile arasında olan problemler yüzünden değil, stratejik çıkarları ve dolayısıyla Çin ve Rusya ile girdiği küresel rekabet yüzündendir. Bu konudaki ayrıntılı bilgiye Odatv’ye yazdığımız “Bütün Körfezi Yakacaklar[5]” ve “Musul Operasyonundan Sonra Barzanistan Kuruluyor[6]” başlıklı makalelerden ulaşılabilir.
Şimdi can alıcı noktaya geliyoruz. Eğer muhalefet partileri, AKP ile girdikleri iktidar mücadelesinde Batı’ya göz kırparlarsa, yukarıda uzun uzun anlatmaya çalıştığımız kutuplaştırma tuzağından Türkiye’yi kurtarmak çok zor olacaktır. Türkiye’nin Batı ile girdiği bu acımasız mücadeleden en az hasarla çıkması için, iktidarı ile muhalefeti ile dış politikada ortak bir tutum sergilemesi gerekmektedir.
NATO’ya bağlılık ile suçlanan İyi Parti, Norveç’te yapılan NATO tatbikatında çıkan kriz kapsamında, Twitter hesabından yaptığı; “Bir NATO ülkesi olan Norveç’te Atatürk’ümüze ve Sayın Cumhurbaşkanı’na yapılan saygısızlığı şiddetle kınıyoruz. NATO Genel Sekreteri’nin özür dilemesini olumlu buluyoruz” açıklamasıyla yetindi. Bu açıklama kesinlikle tatmin edici değildir.
Kamuoyu, İyi Parti Programında yer alan NATO maddesine; “Ülkemizin savunma politikası da Batı güvenlik sistemine entegre edilmiştir. Savunma politikasında en üst şemsiye olarak NATO bulunmaktadır. NATO bir siyasi yapılanma olup üyelerinin müşterek savunma ihtiyaçlarını da karşılamaktadır” ifadelerini yazan Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın konu hakkındaki düşüncelerini merak etmektedir.
Buradan Ali Türkşen ağabeyimize de bir hatırlatmada bulunalım. Eğer İyi Parti, bize düşmanca tutum sergileyen Batı hakkında net bir duruş sergilemezse, “milli kahraman gömleği”ni giymiş Erdoğan’ı iktidar koltuğundan hiçbir zaman indiremez, Türkiye kendisine kurulan tuzağa biraz daha yaklaşır ve İyi Parti Türkiye’yi düzlüğe çıkarması beklenen iktidar alternatifi kesinlikle olamaz.
Bir hususu daha hatırlatarak NATO faslını kapatalım. Türkiye’nin NATO’dan çıkması gerektiğini savunmuyoruz. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı arifesinde, önce İngiltere ve Fransa ile ittifak kurmak istedi. Fakat bu iki ülke Osmanlıyı paylaşmak istediklerinden ittifaka yanaşmadı. Eğer bu ittifak girişimi başarılı olsaydı belki de tarih farklı şekilde yazılacak, devletin kaderi böyle olmayacaktı. Şimdi Türkiye’ye yönelik tehdit, NATO içerisinde yer alan sözde müttefiklerimiz ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan gelmektedir. NATO ittifakından ayrılırsak tehdide karşı koymamız çok daha zorlaşacaktır. Üye ülkelerin toprak bütünlüğünü garanti altına alan NATO anlaşması varken bahse konu ülkeler, Türkiye’yi açıktan hedef alamazlar. NATO’dan ayrılma söylemi çok kutuplu, kimin dost, kimin düşman olduğu belli olmayan günümüzde çok erken söylenmiş bir söz olacaktır. Batı medyasında yer alan, “Türkiye’yi NATO’dan çıkaralım yazılarına” her geçen gün bir yenisinin eklendiği bu dönemde, NATO’dan çıkmayı savunanlara ABD, liyakat, NATO üstün hizmet madalyası verir. NATO’nun bizi üyelikten çıkarması ise ittifakı kökünden sarsacaktır.
Son söz olarak şunu söyleyelim. Eğer Türkiye üzerine yapılan baskıyı “İngiliz İslamı”nı yenecek şekilde yönlendirmeyi ve kendisine yeni bir iktidar yaratmayı başararak atlatabilirse, çok yakın zamanda, aynı Atatürk döneminde olduğu gibi, bütün Müslüman ülkelere yeni bir model olacaktır. İşte İngiltere ve İsrail’in paniklemesi bu yüzdendir. İslam coğrafyasını bundan sonra nasıl parçalayacaklar?…
Osman Başıbüyük
[1] https://www.youtube.com/watch?v=KQHmq1ERybs
[2] Robert Dreyfuss, Devil’s Game: How the United States Helped Unleash Fundamentalist Islam (American Empire Project), October 3, 2006, S22
[3] https://www.youtube.com/watch?v=ubWbzbeXe8M
[4] http://odatv.com/baskanlik-sistemi-turkiyeye-kurulmus-bir-dis-tezgah-mi-0301171200.html
[5] http://odatv.com/butun-korfezi-yakacaklar-3105161200.html
[6] http://odatv.com/musul-operasyonundan-sonra-barzanistan-kuruluyor-2810161200.html
Sayın;Osman Başıbüyük yazılarınızı dikkatle okuyorum.Bunun kanıtı olarak ta yukarıda ki makalenizde bir sözünüzü tırnak içinde veriyorum.
“28 Şubat 1997 Post Modern Darbesini de bunlara ilave edebiliriz. ABD emperyalizmine karşı duran, NATO’yu sevmeyen, AB ve Avrupa ile bütünleşmeyi istemeyen, Siyonizm’e düşmanlık besleyen, bütün bunlara karşın, Türkiye’nin Müslüman NATO’su, Ortak Pazar’ı ve Birleşmiş Milletler kurmasını arzu eden Necmettin Erbakan iktidardan uzaklaştırılarak, Millî Görüş hareketinin anti-emperyalist tarafı budanmıştır. Fakat 28 Şubat darbesiyle birlikte Türkiye’deki darbeler şekil değiştirmeye başlamıştır.”Demişsiniz,bu bağlamda
1)28Şubat1997 post modern(modern öncesi)darbesi söylemi kasıt(ını-lı)aşmış görünüyor.27 Mayıs1960,12Mart1971ve12Eylül1980 darbelerini bir önceki paragrafta yazmışsınız.Darbelerin ortak özelliklerine baktığımız da hepsinde de Meclis,siyasi partiler,anayasa,mahkemeler vs pek çok demokratik kurumlar yasaklanmıştır. Hükümet ve Bakanlar,Siyasi parti liderleri de tutuklanmıştır.Sizin söyleminizle “28 Şubat 1997 post modern” darbeden sonra hangi siyasi parti kapatılmış,hangi lider tutuklanmış, parlamento kapatılmış mı,anayasa askıya alınmış mı vs..vskaldı ki 27 Şubat’tan sonra
3Ay daha 18Haziran’a kadar meşru hükümet(Refahyol)devam etmiştır.18 Haziran’da istifa eden Rahmetli Erbakan bu istifasını hükümet kurulurken Doğru Yol partisi ile imzalanan protokol kapsamında olduğunu söylemiştir.Ve hatta dönemin cumhurbaşkanı (yanılmıyorsam rahmetli Süleyman Demirel) da yeni hükümet kurulana dek ay sonuna kadar Erbakan görevine devam etmesini sağlamıştır.(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız sun savunma.net Alican Türk sıralı 28 Şubat makaleleri bizzat bu makalelerin yazarı bu davadan yargılanmış beraat etmiştir.)
Şimdi 28 Şubat post modern darbe derken kastınız nedir? Rahmetli Erbakan bile koalisyon ortağı Tansu Çiller’le birlikte basın toplantısı yaparak kimseden baskı görmeden anlaşma gereği istifa ederek başbakanlığı Tansu hanıma bıraktığını ifade etmiştir.(olaydan 3ay sonra).
2) Aynı paragrafta post modern kısmını keserek şimdi de kesin bir yargıya vararak 28 Şubat darbesiyle birlikte…..diyerek yazınızı sürdürüyorsunuz.Sahip olunan önyargı ve bilgilerin
Gerçeği nasıl görünmez kıldığını gerçek bilgiler ve belgeler ortaya çıktıkça bu görüşlerin birer birer nasıl değiştiğini göreceksiniz.”Sözü yanılmıyorsam sizin olsa gerek.Bu konuda ki özeleştirinizi (benim açımdan çelişkinizi) merak ediyorum.Saygılarımla…