“Tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır”. Yediğimiz kazıkları iyi bilmezsek daha çok kazık atan çıkar. Çözüm zaferleri değil yenilgileri bilmekten geçiyor…
Osman Başıbüyük, Sun savunma Net, 12 Ekim 2018, Dakka
Konuya bir anımla gireyim. 1996 yılında askeri bir gezi kapsamında Rusya Federasyonu’na gitmiştim. St. Petersburg’da askeri bir müzeyi geziyorduk. Bize eşlik eden Rus subay, müzede bir muharebe sahnesini anlatırken, muharebeyi nasıl kaybettiklerini, yaptıkları hataları, nasıl perişan olduklarını hiç çekinmeden tüm ayrıntısına kadar anlatmıştı. Üsteğmen rütbesinde genç bir subay olarak o zaman Rus subayın, yenilgiyi saklamadan anlatmasına bir anlam verememiştim. Kendi kendime ben olsam yabancı bir heyete kazandığımız bir savaşı anlatır, ülkemi onlara daha iyi ve daha güçlü göstermeye çalışırdım diye düşünmüştüm. Sonradan anladım ki Rus subayın yaptığı daha doğruymuş. Zaferleri değil, yenilgileri bilmek daha önemliymiş. Ancak bu şekilde tarihin tekerrür etmesinin önüne geçmek mümkün olabiliyormuş.
Osmanlı Devleti’nin en azından son 200 yılı hep yenilgiyle geçti. Her yenilgi sonrası adı “barış” olan bir anlaşma imzalanıyordu. İmzalanan her anlaşmanın içinde toprak kayıplarının kabulü, askeri, ekonomik ve politik alandaki dayatmalar vardı. Aslında her barış anlaşması, bir sonraki savaşın kaybını ve askeri, ekonomik ve politik alanda verilecek yeni tavizlerin zeminini hazırlamaktaydı.
Osmanlı’nın yenilgilerinin ana sebebi, bilim ve teknolojide çağın gerisinde kalmasıydı. Bilim ve teknolojide geri kalınca verimli üretimden kopmuş böylece uluslararası rekabette geri kalarak dışa bağımlı hale gelmişti. “Dış güçler” işte bizim bu zafiyetimizden yararlanıyordu.
Osmanlı’da 16’ncı yüzyıldan itibaren paranın değeri hep düştü. Fiyat artışları ve yüksek enflasyon halkın omuzlarına bindi. 16’nıcı yüzyıldan itibaren devlet, para bulabilmek için sürekli vergileri artırdı. Böylece toplumu ayakta tutan köylü ezilmeye başladı (1). Osmanlı, 17’nci yüzyılda ise büyük bütçe açıklarıyla karşılaşmaya başladı. Bütçe açığını kapatmak için borç arayışına girdi. 1784’te Fas’tan, 1789’da da Felemenk’ten borç istediler. Bu girişimler sonuçsuz kaldı. Osmanlı, borç para bulamayınca, paradaki altın gümüş oranlarını azaltıp paranın ayarını düşürdü. Gümüş miktarı azalan paralar o kadar incelmişti ki halk arasında “paraya pul oldu” deyişi türedi (2). Sonunda para yokluğu Osmanlıyı Batı karşısında diz çökmeye mecbur etti.
Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü: Balta Limanı Anlaşması, dış rekabete hazır olmayan genç Osmanlı endüstrisine ciddi bir darbedir. Osmanlıyı, mısır’dan alınan vergiler teminat gösterilerek, Palmer ve Goldschmidt’den 3 milyon sterlin borç almaya götüren yolun başlangıcıdır.
1838’de İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Ticaret anlaşması, Osmanlıyı açık pazar haline getirdi. Açık pazar haline gelen Osmanlı giderek üretimden koptu; tüketim toplumu haline geldi. Böylece kötüye gidiş daha da hızlandı. Padişahlar çareyi Galata Bankerleri ve dünyaca ünlü tefeci Rothshild ailesinden borçlanmakta buldu (3). Borç ödemekte sıkıntılar yaşanmaya başlayınca bankerlerde büyük devletlerin garantisi ve denetimi olmadan yeni borç vermeye yanaşmadılar. Bu sefer devreye 1854’ten itibaren İngiltere ve Fransa gibi Avrupa devletleri girdi. Her borç aldığımızda yeni tavizler vermek durumunda kalıyorduk. 1856’da yabancı sermaye yatırımlarına izin verildi. Böylece yabancılar memlekette işe yarar ne varsa satın almaya başladılar. Bu da yeterli olmayınca Osmanlı 1867’de yabancılara toprak satılmasına izin verdi.
1876’da II. Abdülhamit tahta oturduğunda devlet iflas etmiş durumdaydı. Borç ödemesini durdurmuştu. Kötüye gidiş Abdülhamit’te, amcası Abdülaziz gibi tahtan indirilip halledilebileceği veya ağabeyi V. Murat gibi ruhi çöküntü bahanesiyle oda hapsine mahkûm edileceği vehmini yaratmıştı. Para bulamazsa bu son kaçınılmaz gözüküyordu. Bu vehimle “Ulu Hakan”, Batı karşısında diz çöktü. 20 Aralık 1881’de Avrupalı alacaklılarla Duyunu Umumiye İdaresini kuran Muharrem Kararnamesi imzalandı. Doğu Rumeli’den alınan vergilerle tuz, tütün, alkol, ipek, balıkçılık ve damga vergilerinin tahsili Duyunu Umumiye İdaresi’ne bırakıldı. Avrupalı devletler Osmanlı’nın en temel gelirlerine el koyunca kesenin ağzını tekrar açtılar. Çünkü artık borç ödemesini garanti altına alan denetçi bir kurum vardı. Kesenin ağzı açılınca II. Abdülhamit, 1877, 1886, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894, 1896, 1902, 1903,1904, 1905, 1908 yıllarında tam 13 defa daha borç anlaşması imzaladı (4). Her yeni borç, durumu daha da kötüleştirdi. Giderek zayıflayan devlet, “Ulu Hakan”ın, 33 yıllık iktidarında, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere bugünkü Türkiye’nin tam 2 katı toprak kaybetti (5).
Osmanlının sorunu, bilim ve teknolojiden kopması sebebiyle yaşadığı üretimsizlikti. Üretimsizlik nedeniyle oluşan dışa bağımlılık ve bunun bir sonucu olarak kaybedilen savaşlar, artan vergiler, hayat pahalılığı ve enflasyon olarak halkın sırtına binmekteydi. Şartların dayanılmaz halle geldiği durumlarda ise isyanlar patlak vermekte, zaman zaman Yeniçeriler halkın isyanına öncülük etmekteydi. Osmanlı yönetim sistemi tek adam rejimiydi. Meşrutiyet, yani meclisli yönetim denense de başarılı olmamış hemen tek adam rejimine geri dönülmüştü. Her çıkan krizde halk doğal olarak faturayı iktidardaki tek adama kesiyordu. Tek adam zaman zaman birkaç vezirini feda ederek iktidarını koruyor, çoğu zaman ise tahtıyla birlikte canından oluyordu. Bu yüzden başta II. Abdülhamit olmak üzere padişahlar, ekonomik temelli isyanları önlemek maksadıyla sürekli borçlanma yolunu seçti. İktidarda kalmak uğruna yeni borçlanmalarla kriz erteleniyor, borç yükü gelecek kuşaklara aktarılırken devlet sürekli zayıflıyordu. Ayrıca “dış güçler”den borçlanılmak zorunda olunduğu için onlarla iyi geçinmek gerekiyor ve onların dayatmalarına boyun eğiliyordu. Bu sebeple çoğu zaman devlet savaşmadan toprak kaybeder olmuştu.
Kötüye gidiş, dönemin en eğitimli kişileri olan din âlimleri (ulema) tarafından dinden uzaklaşmaya bağlanmıştı. Herkes Müslümanların refah içinde yaşadığı Asrı Saadet dönemine geri dönme peşindeydi. Bunun için Peygamber dönemindeki örf ve adetler ile hukuk ve devlet düzenine geri dönülmesi gerektiği yanılgısına düşüldü. Bizim Allah’ımız var düşüncesiyle Allah’a daha çok dua ederek sorunların çözüleceği zannedildi. İnsanlar kendi yaptıkları hataları dua yoluyla Allah’a havale ederek sorunu O’nun çözmesini beklediler. İslam dininin bu yanlış yorumu, halkı taassuba sürükleyerek toplumun bilim, eğitim ve üretimden tamamen kopmasına neden oldu.
Bu açmazda “dış güçler”den alınan borçlar verimli kullanılamadı. Paranın önemli bir kısmını önceki borçları geri çevirmek için kullanılıyordu. Geri kalan para ise maalesef üretime yönelik yatırımlara harcanamadı. Çünkü padişahın tahtını koruyabilmesi için etrafında onu destekleyecek yandaşları beslemesi gerekiyordu. Osmanlı devletinde rüşvet, yolsuzluk, komisyon, adam kayırma, israf almış başını yürümüştü. Borç parayla devletin ihtişamını göstermek adına boğazda saraylar yapılıyor, para betona gömülüyordu. Sonuç itibariyle azaltılması gereken borçlar, yeni borçlanmalarla sürekli arttı ve Osmanlı borcunun faizini ödeyemez duruma geldiğinde de battı. Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr barış antlaşmasıyla da tarih sahnesinden silindi. Sevr barış antlaşmasının hiçbir yerinde “Osmanlı Devleti” ibaresi geçmiyordu. Onun yerine bütün hükümlerde artık “Türkiye” ibaresi vardı (6).
Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki bir avuç kahraman, Anadolu halkının canını ortaya koymasıyla kurtuluş savaşı destanını yazarak yıkılan Osmanlı’nın küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdu. Lozan Anlaşmasıyla yabancılara verdiğimiz imtiyazlardan, kapitülasyonlardan kurtulduk; gümrüklerimizi, ticaretimizi kontrol altına aldık. Kalkınmamız için gerekli olan bankalar, demiryolları gibi stratejik kuruluşları millileştirdik. Tarımsal üretimi arttırdık; gıda güvenliğini sağlayarak aç halkı doyurduk. Mümkün olduğu kadar borçlanmadan, çocuklarımızın geleceğini ipotek altına almadan, Osmanlı’dan kalan borçları ödemeye başladık. Yeni sanayi yatırımları yaparak yerli-milli üretime geçtik.
Ama en önemli yaptığımız şey; “tek adam”dan kurtulmaktı. “Tek adam” rejimi “dış güçler”e karşı en zayıf rejimdi. Bir adamın kendi geleceği için taviz vermesi koca bir milleti diz çöktürebiliyordu. Atatürk çözümü mecliste bulmuştu. Halkın tüm kesimlerinin temsil edildiği Türkiye Büyük Millet Meclisi, dış baskılara karşı direnişimizin en önemli dayanak noktasıydı. Ülke artık Cumhuriyet ile yönetiliyordu. Halk, kendi kaderi hakkında söz sahibi olmuştu. Atatürk’ün koyduğu ilkeler (6 Ok) etrafında birleşen halk, canını dişine takarak şevkle çalıştı. Hep beraber toplumsal bir başarıya imza attık. Ülke 15 yıl içerisinde 100 yıl ileri atlamıştı. Ama ne yazık ki o parlak günler Atatürk’ün ömrüyle sınırlı kaldı.
Lord Curzon, Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’ye “şimdi bu masada verdiklerimizi, yakında ekonomik zorluklar içine düştüğünüzde geri alacağız” demişti. Öyle de oldu.
İsmet İnönü, 1939 yılında 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcında güvenlik endişesiyle İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşması imzaladı. Arkasından savaş bitiminde Sovyet tehdidi altında, ABD’ye yanaştı. 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası, 11 Mart 1947’de IMF’ye katıldı, Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD ile ikili anlaşmalar yaparak askeri, ekonomik ve eğitim alanında tavizler vererek emperyalizme kapıyı araladı.
Aralanan kapıdan önce Menderes Hükümetleri koşarak geçti. Menderes döneminde Türkiye, ABD’nin sadık müttefiki olurken, ülke krediye (borca) boğulmuştu. 1956 yılında Rockefeller’in ABD Başkanı Eisenhower’a yazdığı mektupta; “Türkiye’nin oltada yakalanmış balık olduğunu, bu nedenle de yeme gereksinimi bulunmadığını söylemesi üzerine (7)” borç para akışı kesilince Türkiye, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden para krizine girdi. Menderes’in para bulmak için Sovyetlere yönelmesi, yaşanan ekonomik kriz ve otoriterleşmenin yarattığı memnuniyetsizlikle birleşince 1960 darbesiyle neticelendi. Türkiye, Menderes ile birlikte emperyalizmin oltasına tekrar yakalandıktan sonra bir daha hiç kurtulamadı.
Dünyada devletler arasındaki ilişkiler ekonomik temelli çıkar çatışmaları üzerine kuruludur. 2. Dünya Savaşı da dâhil olmak üzere, öncesinde devletler ekonomik çıkarları için gerekirse silaha başvurabiliyordu. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, savaşı devletler arası mücadelenin dışına çıkarttı. Ancak mücadele hiçbir zaman bitmedi, sadece boyut değiştirdi. Günümüzün mücadelesinde savaşı kaybettiğinizi ve yenildiğinizi, yaşanan ekonomik krizlerle anlıyorsunuz. Her ekonomik kriz sonrası galipler, aynı Osmanlı’ya yaptıkları gibi ekonomik krizden çıkışın reçetesi aldı altında bir barış anlaşmasını önünüze koyuyorlar. Bu reçeteyle sizden koparttıkları her taviz, bir sonraki krizin ve yeni verilecek taviz ve feda edilecek varlıkların yolunu hazırlıyor.
1970’lerlerde Türkiye sürekli ekonomik krizlerle boğuştu. 1980 öncesi, bir ekonomik savaşı daha kaybetmiştik. Galipler getirip önünüze 24 Ocak kararlarını koydular. Turgut Özal tarafından hazırlanan (!) 24 Ocak kararları, yine Özal tarafından ancak 12 Eylül 1980 Darbesi’nin yarattığı baskıcı ortamda hayata geçirilebildi. Devlet koruması (sübvansiyonlar) tarım ve diğer stratejik sektörlerden çekilirken, yapılan devalüasyonla %32,7 oranında ucuzlayan varlıklarımız, kapitalist sisteme entegre oluyoruz yalanıyla emperyalizmin beğenisine sunuldu. Böylece Cumhuriyet tarihinin devletçilik dönemi sona ermiş oldu.
1996 Yılına gelindiğinde dönemin başbakanı Tansu Çiller, “ya gireceğiz ya gireceğiz” sloganıyla sanki Avrupa Birliğine giriyormuşçasına Gümrük Birliği anlaşmasını imzaladı. Artık gümrük duvarlarımız da delinmişti. 24 Ocak kararları ve Gümrük Birliği, 2001 yıllında yaşanan ciddi ekonomik krizin temellerini atmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakanı Bülent Ecevit arasında yaşanan Anayasa kitapçığı fırlatma olayıyla açığa çıktığı üzere Türkiye, 2001 yılında bir ekonomik savaşta daha yenildiğini kabul etti. Galiplerin temsilcisi IMF adına Kemal Derviş, elinde 15 adet yasayla Türkiye’ye gönderildi. Uluslararası Tahkim Yasası, Merkez Bankası Yasası, Bankacılık Yasası, Telekom Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi yasalar kanunlaştırılmak zorunda kaldı. Bu yasalar, vatandaşı ve üreticiyi “dış güçler” karşısında zayıflatırken aynı zamanda onların önünü açtı.
Fakat Atatürk’ün bıraktığı mirasın etkisiyle hâlâ Türkiye’de direniş gösteren odaklar vardı. Siyaset sahnesinde o dönem 6 Ok’un temsilciliğini yapan Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP) ve Millî Görüş geleneğinden gelen Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi (RP), emperyalizmin önündeki siyasi engellerdi. Bürokrasi alanında ise başta Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı olmak üzere bakanlıkların içindeki vatansever çalışanlar savunmada önemli bir direnç noktası oluşturuyordu. Savunmanın en arkasında ise TBMM vardı.
Türkiye’de yapılan kamuoyu yoklamaları, milliyetçi-muhafazakâr eksendeki İslamcı oyların yükselişine işaret ediyordu. Millî Görüş çizgisinde bir hükümetin gelecekte tek başına iktidara gelmesi “dış güçler” açısından önemli bir sorun olarak görülüyordu.
Çünkü Erbakan liderliğindeki Millî Görüş, sadece ABD karşıtı olmakla kalmayıp AB, IMF, Dünya Bankasına ve Küresel Sermayeye de karşıydı. Buna mukabil milli ekonomi taraftarıydı. Erbakan, her ne kadar siyasal İslam’ın etkisinde olsa da Atatürk’ün yazdırdığı Lise Tarih Kitabı ile eğitim görmüş, Osmanlının çöküş sebeplerine ve Cumhuriyetin nasıl kurulduğuna vakıf bir liderdi. Böylesine bir yönetimin tekrar iktidara gelmesi, “dış güçler”in Türkiye’yi bir sonraki ekonomik savaş yenilgisine hazırlamasını güçleştirebilirdi. Ayrıca Erbakan, Gülen Hareketini tasvip etmediğinden FETÖ’nün Türkiye’deki hareket serbestisi de kısıtlanacaktı.
Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller, 1990’lı yılların başından beri “Ilımlı İslam” projesi üzerinde çalışıyordu (8). Fuller, Ortadoğu’daki anti-Amerikan radikal İslamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemek gerektiği tezini savunuyordu (9). Fuller, 1990 yılında da “Kemalizmin miadını doldurduğunu, artık piyasacı-küreselleşmeci İslam’ın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri Yeni Türkiye’nin zamanı geldiğini” söylüyordu. Onunla aynı amaç için çalışan Paul Henze ise; “Yeni dünya düzeni ile birlikte Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir” seklinde beyanatlarda bulunuyordu (10). Amerikalı strateji uzmanlarından Dinesh D’Souza ise 1995’te yazdığı bir kitapta aynı paralelde; “biz İslam köktendinciliğini dönüştürmeli, onları liberalleştirmeliyiz” diyerek konuyu bir başka şekilde ifade etmekteydi (11).
Türkiye’deki sol-laik eksendeki siyasi partiler 6 Ok ve Atatürkçülükten kopamıyor, Millî Görüş eksenindeki milliyetçi-muhafazakâr partiler ise Batı’ya uşaklık etmeyi kabul etmiyordu. Ilımlı İslam projesini tasarlayan yukarıdaki istihbaratçıların amacı, Türkiye’yi Atatürkçülükten koparırken, İslami kökenden gelen partileri iktidar karşılığında emperyalizmin hizmetine sokmaktı. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin hafızası silinmeye çalışılıyordu. Osmanlı yüceltilerek yaptığı hataların görülmemesi, Atatürkçülük kötülenerek krizden çıkmanın ve sömürüden kurtulma yöntemi unutturulmaya çalışıyordu.
Rahmetli Erbakan, “dış güçler”in bu niyetini; “ılımlı demek, cihat şuuru olmayan bir Müslüman istemektir! Sömürüye sesini çıkarmayacak, Haçlı Siyonist İttifakı’nın emrinde olacaksın, demektir” sözleriyle anlatmaya çalışmıştı (12).
Sonuç itibariyle ABD ile uyumlu çalışmayacağı kesin olan Millî Görüş temsilcisi Erbakan liderliğindeki RP ve DYP koalisyonu, 28 Şubat 1997 post modern darbesiyle FETÖ’nün de yardımıyla iktidardan indirildi.
Arkasından gelen 6 Ok’un temsilcisi Ecevit liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyonunu ise MHP lideri Devlet Bahçeli’nin destek vermesi ve 2001 ekonomik krizi sayesinde devrildi. Yerine ise “dış güçler” ile uyumlu çalışacağına söz veren kadrolar tarafından, ılımlı İslam ekseninde, bir proje partisi olarak kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara getirildi.
AKP, kuruluş amacı olan istikamette kendi önünde engel gördüğü, aslında “dış güçler”in önünde engel olan ülkedeki denge ve fren mekanizmasını yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı.
TSK, milli menfaatleri ve ülke güvenliğini gerekçe göstererek birçok konuda, Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) sahip olduğu temsil yetkisini kullanarak Hükümete sert muhalefet yapıyordu. Bu sebeple ABD ve AB, Erdoğan Hükümetine kabul ettirdikleri birçok konuyu, TSK’yı aşamadıkları için bir türlü hayata geçiremiyordu.
AKP Hükümetinin bu duruma çare bulması uzun sürmedi. FETÖ ile işbirliği yapılarak TSK içindeki ulusal güvenlik konusunda hassas duruş gösteren askerler çeşitli yöntemlerle sistem dışına çıkmaya zorlandı. Sistemi terk etmeyenler ise Balyoz ve Casusluk gibi bir dizi kumpas dava ile ordudan uzaklaştırıldı. Daha sonra yerlerine getirilen FETÖ’cü kadrolarda darbe teşebbüsünde bulununca, onlar da ordudan atıldı. Böylece askeri vesayetten kurtuluyoruz kılıfı altında TSK memleket meselelerinde söz söyleyemez hale getirilmiş oldu.
Benzer bir operasyon yargı kurumlarına da yapıldı. FETÖ eliyle milli duruşlu yargı mensuplarının bir kısmı sistem dışına atıldı. Geri kalanlar etkisiz hale getirilirken yerlerini FETÖ’cü kadrolara bıraktı. Darbe teşebbüsü sonrasında FETÖ’cü kadrolar da temizlendi. Geriye hükümet karşısında cübbesini ilikleyecek düğme arayan kadrolar kaldı. Böylece ülkede hükümeti denetleyebilecek bağımsız yargı ortadan kalkmış oldu. Aynı yöndeki kadrolaşma bu süreçte diğer bakanlıklarda da tamamlandı.
Erdoğan, en son darbeyi TBMM’ye vurdu. 24 Haziran seçimlerini kazanmasıyla Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçildi. Uzun yıllardır genel seçimlerde partilerin milletvekili aday tespitleri parti genel merkezi ve liderler tarafından yapıldığı için zaten TBMM eski gücünü yitirmişti. Ama en azından hükümetin çıkartacağı kanunlar meclise gelip tartışılıyordu. Yapılan tartışmalar az da olsa kamuoyundan bir farkındalık yaratmaktaydı. Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemiyle TBMM filen olmasa da işlevsel açıdan tamamen hükmünü yitirdi. Böylece son kale de düşmüş oldu. Halka hâlâ temsil edildiği bir meclis oluğunu zannediyor. Erdoğan artık, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile TBMM’yi devre dışı bırakarak ülkeyi tek başına yönetebiliyor. Böylece Osmanlı’nın “tek adam” sisteminin günümüz versiyonu hayata geçmiş oldu. Ülkede denge ve firen mekanizmasından eser kalmadı.
Hükümetin üzerindeki denetim mekanizmasının zayıflamasıyla doğru orantılı olarak Erdoğan, giderek daha büyük hatalar yapmaya başladı. Erdoğan, kendi önündeki engelleri kaldırdığını zannederken aslında emperyalizmin önündeki engelleri kaldırıyordu. Bu süreçte daha iktidarının ilk yıllarında Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin eş başkanı olarak yanlış dış politikalar izlemeye başladı. 2003 yılında önce Irak’ın ABD tarafından işgaline ve sonrasında filen parçalanmasına yardımcı oldu. Bu kapsamda, ABD askerlerinin en kısa sürede, en az kayıpla ülkelerine dönmesi için dua etti (13). Irak’ı komşu olarak kaybettiğini fark edince bu sefer ekonomik kayıpları azaltmak için Musul-Kerkük petrollerinden faydalanma umuduyla Barzani’ye sarıldı. Barzani, referandum ile bağımsızlığını ilan etti. Irak ve İran ile işbirliği sayesinde şimdilik zor bela bağımsız Barzanistan’ın önü kesilebildi.
Benzer bir hatayı Libya’da yaptı. Kıbrıs Barış Harekâtında en büyük destekçimiz olan Kaddafi’ye ihanet ederek Libya’nın parçalanma operasyonu NATO’nun İzmir’deki karargâhından idare edilmesine izin verdi. Libya ile olan tarihi bağlarımızı kopardı.
Hata serisine Suriye ile devam etti. “Şam’a giderek Emevi Camisi’nde namaz kılma” (14) hevesiyle Suriye’nin parçalanmasına her türlü desteği sağladı. Ortadoğu’ya açılan, elde kalan tek kapımız Suriye sınırının PKK kantonlarıyla kapatılması ve aynı zamanda 2. İsrail koridorunun Akdeniz’e ulaşma tehlikesiyle yüzleşince El-Bab ve Afrin’e operasyon yapmak zorunda kaldı. 4 milyona yakın mülteciyi ülkemize kabul edip, 30 milyar dolar para harcadık. Bütün bu hatalar zinciri, ciddi maddi ve jeopolitik kayıplar yaratarak Türk ekonomisinin sırtına yük olarak bindi.
Erdoğan iç politikada da büyük bir hata yaparak “dış güçler”in talebi doğrultusunda PKK ile açılım sürecini başlattı. 2012-2015 yılları arasında 3 yıl devam eden bu dönemde asker ve polisin eli-kolu bağlanarak, PKK’nın şehirlerde kadrolaşmasına ve mahallelere silah ve mühimmat yığmasına göz yumuldu. Zamanın geldiğini düşünen PKK, Türkiye’den toprak kopartmak maksadıyla Suriye’nin kuzeyinde yaptığı kantonlaşma sürecinin bir benzerini hayata geçirmek amacıyla Çukur-Hendek savaşlarını başlattı. Güvenlik güçlerinin büyük çabasıyla 1 yıl süren bu ayaklanma güçlükle bastırıldı. 1984’den 2015’e kadar 30 sene devam eden PKK teröründe toplam 8 bin civarında şehit vermişken, bu ayaklanmayı bastırırken binin üzerinde şehit verdik. Bu arada PKK’nın kandırdığı binlerce genç heba oldu.
Erdoğan, iç ve dış politikada kandırıldığını anlayıp politika değişikliğiyle destek bulma umuduyla yüzünü Avrasya’ya döndüğünde bu sefer önce 17-25 Aralık 2013 Gladyo’nun “Yargı Darbesi” ve arkasından 15 Temmuz 2016’da yine Gladyo’nun askeri darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. “Ne istediniz de vermedik” dediği FETÖ, onu sırtından bıçaklamıştı. Türkiye iç savaşın eşiğinden döndü. Vatandaş devleti sokaktan topladı. Kendi hatalarıyla hazırlanmasına yol açtığı darbe girişimini savuşturan Erdoğan, bu sefer yine kahraman oldu. Böylece önceden yaptığı bütün hatalar unutuluverdi.
Ama Erdoğan asıl büyük hatayı ekonomi yönetiminde yapmıştı. Ülkedeki denetim mekanizmalarından yavaş yavaş kurtulurken, emperyalizmin çözüm olarak önüne koyduğu ekonomik politikaları giderek artan ölçüde uygulamaya koydu. AKP hükümetleri o kadar ultra-neo-liberal politikalar izlemeye başlamıştı ki buna “dış güçler” bile şaşırdı. Özelleştirme adı altında kamunun elindeki üretim araçları kendi sermayesini yaratma adına önce yandaşlara peşkeş çekildi sonra yabancıların eline teslim edildi. Dönemin maliye bakanı Kemal Unakıtan kendi çapında espri yaptığını zannederek, tasfiyeyi sürecini “babalar gibi satarız”, “parayı veren düdüğü çalar” gibi laflarla halka pazarlıyordu.
Böylece ekonomi, üretimden kopmaya başladı. Üretim-yatırım-tasarruf politikalarının yerini tüketim politikaları aldı. Tarım ve sanayi gibi üretken sektörler geriletilip, ülke kaynakları rant dağıtımı merkezli inşaat ve müteahhitlik işleri ile katma değeri düşük hizmetler sektörüne yönlendirildi. Ülke, rantiye bataklığına sürüklendi. 2008 yılından sonra merkezi kapitalist ülkelerdeki parasal genişleme politikalarının yarattığı düşük kur ve düşük faiz olanakları sayesinde bulunan borçlar sanayileşme, teknolojik gelişme ve üretimin artırılması yerine verimsiz inşaat projelerine aktarıldı. Borç parayla saraylar yapılırken para betona gömüldü (15). Üretim yerine tüketime dayalı hale getirilen ülke ekonomisi, dış kaynaklı sıcak para akışına mahkûm hale geldi. Para akışının kesildiği her durumda ekonomik kriz kaçınılmazdı. Bu süreçte Erdoğan’ın iktidarını devam ettirebilmesi dışarıdan bulacağı para miktarına bağımlı hale geldi. Artık ülkede her şey satılıktı.
Atatürk, Osmanlı Devleti’nin başına gelen Batı kaynaklı felaketlerden ders aldığı için Türkiye Cumhuriyeti’nde yabancıya toprak satışını son derecede zorlaştırmıştı. 1924 yılında çıkarılan köy kanunu ile yabancıların (gerçek ve tüzel kişi) köylerde arazi ve emlâk almaları yasaklandı. Erdoğan, 2005 yılında Tapu Kanunu’nda yaptığı değişiklikle yabancılara toprak satış limitini 2,5 hektardan 30 hektara (300 dönüm) çıkarttı. 2004’te yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla da yabancıların maden çıkartmasını serbest bıraktı (16). Artık yabancı gerçek kişilerin yanı sıra yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip yabancı şirketler de tapu sahibi olabiliyor. Yabancı şirketler, bugüne kadar işletmesini aldıkları TÜPRAŞ, Telekom, bankalar gibi şirketlerin, maden alanlarının, limanların, enerji tesislerinin, derelerin tapularını alabiliyor. Bugüne kadar yabancı şirketler, 29 ya da 49 yıllığına Türkiye’nin yüzölçümünün %17’sine tekabül eden 150 bin kilometrekarelik maden alanı işletme hakkına sahip oldu (17). 2012 yılında Çevre Bakanı’nın verdiği bilgiye göre 2002-2011 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 18,4 milyon metrekareyi buldu (18).
Para arayışı içinde Arap sermayesine muhtaç olduk. Araplara tarla, arsa ve ev satabilmek için hükümet yandaşı şirketler ülke ülke dolaşıp pazarlama yapıyor. Dağlarımızı, yaylalarımızı, mahallerimizi, çarşılarımızı Araplar işgal etmeye başladı. Üstelik bir de 300 bin nüfuslu Katar’dan 500 milyon dolar değerinde uçak hediye aldık
Erdoğan’ın tarım politikaları, Türkiye’yi kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmaktan çıkardı. Artık yurtdışından buğday, pirinç, bakliyat ve et gibi temel gıda ürünlerini ithal etmeden karnımızı doyuramıyoruz. Aslına bakarsanız Ziraat Mühendisleri Odası’nın açıklamasına göre fıstık, fındık, üzüm, kayısı ve narenciye dışında her şeyden belli bir miktar ithal etmek zorundayız. Bu ülke 16 yılda saman bile ithal eder hale geldi. Ülkenin gıda güvenliği tehlikede. Erdoğan, ülkeyi borç para bulamazsa açlık tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.
Tabi borç para bulmakta kolay değil. Borcu veren karşılığında bir şeyler istiyor. Erdoğan, satacak bir şeyler bulamayınca Varlık Fonu’nu kurdu. Ziraat Bankası, Halkbank, BOTAŞ, TPAO, PTT, Borsa İstanbul Anonim Şirketi, Eti Maden, ÇAYKUR ve THY gibi şirketlerin hazineye ait hisseleri dış borç bulma adına teminat gösterilmek üzere Varlık Fonu’na devredildi. Fonun yönetimine önce profesyonel isimler atandı. Fakat onlar da çeşitli olmazlara direnç göstermeye başlayınca Erdoğan kendisini fonun başkanı, damadı Berat Albayrak’ı da vekili yaptı. Artık Varlık Fonu da sıcak para akışı için yeterli gelmiyordu, teminat gösterecek yeni varlıklar bulunmalıydı. Bu dönemde Erdoğan, Atatürk’ün mirası İş Bankası hisselerine bile göz dikti.
Ne yazık ki bütün bu süreç sonunda, Erdoğan’ın seçim kazanmasıyla Türkiye’nin kaybetti çarpık bir düzen kuruldu.
Sonunda ekonomik kriz geldi kapıyı çaldı. Ülkenin dış borcu Erdoğan iktidara geldiğinde 129,6 milyar dolar iken 16 yılda yaklaşık 3 kat artarak 453,2 milyar dolara ulaştı (19). Dolar 6 TL’yi geçti. Resmi rakamlara göre enflasyon %24,52, gerçek rakamı kimse söylemeye cesaret edemiyor. 3,5 milyon kişi işsiz. Ülkedeki yoksul sayısı 20 milyonu aşıyor. 227 bin KOBİ icralık. Günde ortalama 350 dükkân ve küçük işyeri kapanıyor. Yüzlerce şirket konkordato ilan etti; batan batana, insanlar intihar ediyor. Şirketler işçi çıkarmaya başladı. Ailelerin %65’i borçlu.
Trump’ın Mart 2018’de Türkiye’ye yönelik gümrük vergilerini arttırma talimatıyla ekonomik kriz su yüzüne çıktı. Erdoğan, sorunu başkasının üzerine yıkmak amacıyla hemen “dış güçleri” suçlamaya başladı.
Örneğin; AKP Genişletilmiş İl Toplantısı’nda konuşan Erdoğan, “Biliyorsunuz dolar kuru üzerinden ülkemizin üstünde kara bulutlar dolaştırılmaya çalışılıyor. Bunlar ülkemize karşı başlatılan ekonomik savaşın füzeleridir, gülleleridir. Biz önlemlerimizi aldık alıyoruz. Önemli olan bunu ateşleyen elleri kırmaktır. Daha önce bu elleri çok kez kırdık zaten. Sanıyorlar ki bu millet döviz kurlarına teslim olacak (20)” söyleriyle dış güçlere yüklendi. Gerçekten de saldırının arkasında “dış güçler” vardı. “Dış güçler” 16 yılda ilmek ilmek örerek, Erdoğan’ı kandırarak ülkeyi bu noktayı getirmeyi başarmışlardı. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük savaşını kaybetti.
Liderler, dünya arenasında ülkesi ve milletlerinin ekonomik çıkarlarını iyileştirmek için savaş verirler. Türkiye’nin kişi başına düşen milli geliri 2017 yılı verilerine göre 10 bin 597 dolardan krizle birlikte 6 bin 300 dolar civarına düştü. Eskiden Türkiye, kişi başına düşen milli sıralamasında Rusya’dan sonra 64’üncü sıradayken yeni verilere göre Tayland’ın gerisinde 84’üncü sıraya düştü (21). 16 Yıl kesintisiz tek başına iktidar yaptığımız, bizi bu acımasız savaşta komuta etsin diye her seçimde daha çok yetki verdiğimiz Komutan yenildi. Aslında yenilen Erdoğan değil biziz.
İşin kötüsü Erdoğan, yenildiğinin farkında bile değil. Ekonomik krizin dış saldırı sebebiyle geçici kur dalgalanmalarından kaynaklandığını zannediyor. Aslında Türkiye üretimden koparak tüketim toplumuna dönüşmesi nedeniyle tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşıyor. Enflasyondan işsizliğe, yoksullaşmadan ekonomik durgunluğa kadar hayatlarımızı her alanda kâbusa çevreleyen kapsamlı bir ekonomik krizle karşı karşıyayız.
“Ekonomik krizi ateşleyen elleri kıracağını” söyleyen Erdoğan, çok geçmeden McKinsey’i çağırmak zorunda kaldı. Yeni Ekonomik Program çerçevesinde, danışmanlık hizmeti veren McKinsey, 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu Maliyet ve Dönüşüm Ofisi üzerinden ekonomik ve siyasi kararlarımızı kontrol edecek, denetleyecek ve tavsiyelerde (yaptırımlar) bulunacaktı.
Osmanlı Maliyesi “Muharrem Kararnamesi” ile Düyun-u Umumiye İdaresinin (Devlet Borçları İdaresi) denetimine girmiş, Devlet maliyesi içerisinde ayırıcı ve özel bir yönetimin doğması kabul edilmiş ve ülke bir bakıma “devlet içinde devlet” yapılanması suretiyle adeta yarı-sömürge haline getirilmiştir. Foto: Osmanlı Devleti
McKinsey, 24 Ocak Kararlarının mimarıydı. 1985-87 yıllarında AB’ye başvurduğumuzda, bize danışmanlık yapmıştı. 1990’lı yıllardan itibaren de özellikle bankacılık ve özelleştirme alanında devletin farklı birimlerine tavsiyelerde bulunuyordu. 1995’de kurulan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın akıl hocasıydı. 2001 Ekonomik krizinde Derviş yanında McKinsey’i getirmişti. Batık bankaların borçlarının milletin sırtına yüklenmesi için Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) yol gösterdi. Anlayacağınız bugün yaşadığımız krizin taşlarını döşeyen, McKinsey, galip gelen uluslararası sermaye ve büyük devletlerin temsilcisi olarak savaş tazminatını tahsil etmek adına bir kez daha kapımıza dayanmıştı.
McKinsey’in gelişi ülke çapında büyük infial yarattı. Yandaşlar bile Duyunu Umumiye’den bahseder olmuştu. Kamuoyunun hafızası tazelenmeye başlamıştı. Erdoğan’ın meydan okuduğu odaklar tarafından boyun eğmeye mecbur edildiği her an açığa çıkabilir, yenilmiş ve tükenmiş bir lider olduğu algısı hızla yayılabilirdi. İşte bu panik havasında muhtemeldir ki Türk milletini daha fazla uyandırmama adına çekilme kararı önce McKinsey’den geldi.
Peki, kriz bitti mi? Ne yazık ki ülke ekonomisi yanlış temeller üzerine oturtulduğu için kriz derinleşerek devam edecek. Erdoğan’ın siyasi geleceğini kurtarmak adına yeni borçlar bulmaktan başka çaresi yok. Borcu büyüterek gelecek kuşaklara aktararak kendisini kurtarmak artık onun birinci öncelikli hedefi haline geldi. Doğru ekonomik politikalar izlemeye başlamak, kısa vadede kaçınılmaz olarak büyük sıkıntılara ve büyük acılara sebep olur. Hâl böyle olunca iktidarda kalmak mümkün olmaz. İktidarı kaybettiğinde ise geriye yönelik bütün icraatları sorgulanmaya başlayacaktır. İşin ucu nereye varır bilinmez.
Dolayısıyla McKinsey bugün için gitmiş gibi görülse de küresel sermayenin dayatmaları Erdoğan tarafından birer birer yerine getirilecektir. Hiç kimse yabancı sermayeye karşı olduğumuzu zannetmesin. Gelip istedikleri gibi reel sektöre yatırım yapsınlar, olmayan fabrikayı kurup üretime başlasınlar. Bizim karşı olduğumuz, liderlerimizi kandırarak, ekonomiyi krize soktuktan sonra ucuzlayan varlıklarımıza bedavadan el koymalarıdır. Karşı çıktığımız konu, iş adamlarımızın iflas etmesi, işçimizin yabancının fabrikasında asgari ücretli köle, köylümüzün elin toprağında maraba olmasıdır.
Ülke olarak çok tehlikeli bir döneme girdik. Erdoğan, “tarih bizi öyle bir noktaya getirdi ki, ülkemizin kaderiyle partimizin kaderlerini birleştirdi. Allah korusun AK Parti’nin yıkılması, Türkiye için felaket olacaktır” diyor. Erdoğan bu sözüyle aslında kendi kaderinin iktidarda kalmaya bağlı olduğu itirafını yapıyor. Bu kadar sıkışmış bir liderin, hele ülkede fren ve denge mekanizması tamamen ortadan kalkmışken ne yapacağı belli olmaz. Bir adamın kendi geleceği için taviz vermesi koca bir milleti diz çöktürebilir.
Ekonomik krizle beraber aslında bir de siyasal kriz ile karşı karşıyayız. Ekonomik krizin yaratığı yokluk ve çaresizlik, toplumsal hareketleri tetikleyecektir. Bu süreçte Türkiye’nin kaderini kendi kaderine bağlayan Erdoğan’ın daha da otoriterleşme ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Her zaman yaptığı gibi kendi tabanını sıkılaştırmak için kendisine destek olmayanları, onu iktidardan indirmek isteyenleri, sanki ondan başka bu vatanı, bu milleti seven yokmuş gibi “vatan hainliği” ile suçlamaya başlayabilir. Allah korusun ülke, bu gerilimli ortamda bir de iç karışıklığa sürüklenebilir.
Bu şartlar altında Erdoğan’ın Türkiye’yi düze çıkarması mümkün gözükmemektedir. 16 yıl kesintisiz icraatın sonunda bu noktaya geldiysek, bundan sonra da bir şeylerin değişeceğini ummak akıllıca olmaz. Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.
Sayfalarca Erdoğan’ın yanlışlarını anlattın peki bu siyasetçi nasıl oldu da 13 seçim kazandı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Erdoğan’ın bu kadar çok hata yapmasına rağmen hâlâ iktidarda kalmasının 4 temel nedeni var: 1) Karizması, 2) Medya kontrolü, 3) Tarikat ve cemaatler, 4) Muhalefet yokluğu.
Türk seçmeni ilk defa onun gibi bir lider ile karşılaştı. Erdoğan sokaktan geliyor, onların dilinden konuşuyordu. Kabadayıydı. Batı’ya hayranlık duymuyor, onun karşısında eğilip bükülmüyor, Batılı liderlere kafa tutuyordu. Yerli ve milli bir görüntüsü vardı. Erdoğan’ın bu tavırları ekonomik krizlerle boğuşan Batı karşısında geri kalmışlığını gören ve bu sebeple bilinçaltında bir eziklik duygusu oluşmuş olan özellikle toplumun dar gelirli kısmının çok hoşuna gitti. 2001 yılında yaşanan ekonomik krizinden çıkış bir rahatlama yaratmıştı. 2008 yılında kapitalist sistem ciddi bir krize girmişti. Merkezi kapitalist ülkeler, krizden çıkış için parasal genişleme (para basma) yolunu seçince Türkiye’ye ucuz kredi akışı başladı. Para bolluğunda Erdoğan’ın yaptığı altyapı ve inşaat yatırımları dar gelirli kesimin de cebine yansımıştı. Ekonomik rahatlama ile Erdoğan’ın karizması birleşince, dar gelirli seçmen kendisini Erdoğan ile özdeşleştirdi. Erdoğan’ın her seçim zaferi onların zaferi oldu. Dar gelirli büyük kalabalıklar, Erdoğan’a oy vermeyen, onlardan daha eğitimli ve ekonomik durumu daha iyi olanlar karşısında kendilerini gururlu hissettiler. Bu gurur Erdoğan’ın yaptığı hataları görmemelerini veya önemsememelerini sağladı.
Bu durumdan en çok “dış güçler” faydalandı. Onlar için Erdoğan’ın kendilerine kafa tutması önemli değildi. Önemli olan yaptığı icraatlardı. Türkiye’nin varlıklarının haraç mezat satılması, üretim ekonomisinin tasfiye edilerek tüketim ekonomisine geçilmesi ancak kimseye hesap vermek zorunda olmayan ve yaptığı işi fark edemeyen bir iktidarla mümkün olabilirdi. Ezilen kalabalıkların Erdoğan’a oy vermesiyle gelen her seçim zaferi, iktidarın biraz daha denetimden kopmasını sağlıyor böylece yapılan hatalar görülmeden yola devam ediliyordu. Her “Eeyyy Trump, Eeyyy Merkel” deyişinde garibanların göğsü kabarıyor, ama kazanan “dış güçler” oluyordu.
Siyaset bilimcilerin “modern siyaset medya siyasetidir” şeklinde bir söylemi var. Erdoğan bu gerçeğin çok çabuk farkına vardı. İktidara gelir gelmez medyaya el attı. Havuz kurup sermaye birleştirimi ve TMSF üzerinden satın alma derken medya tümüyle AKP’nin kontrolüne geçti. Böylece muhalif sesler kısılırken, vatandaşın farklı görüşlere ulaşması engellendi.
Daha da önemlisi, dünyada hiçbir siyasetçinin geçmişte ve günümüzde de yapmadığı şekilde Erdoğan, her gün en az bir yerde konuşma yapmaya başladı. Bütün TV kanalları bu yayına canlı bağlanmak zorundaydı. Metin yazarlarının hazırladığı çok güzel konuşma metinlerini prompterdan okuyan Erdoğan, kalabalıkları büyülüyordu. Kalabalıklar, onun tarih, strateji, edebiyat ve ekonomi gibi her alanda sahip olduğu bilgiye ve aklına hayran kalıyordu. Özetle medya üzerinden yenilmez bir kahraman imajı yaratıldı. Diğer yandan kendi hakkında yazılan-çizilen her şeye dava açması, yazarları işinden kovdurması, muhalif kesimin bile oto-sansür uygulamasına neden oldu.
Erdoğan namaz kılan bir liderdi. Bu halkın hoşuna gitmişti. Ama bu işe en çok sevinen tarikat ve cemaatler oldu. Erdoğan’ın liderliğinde büyük bir hareket serbestisi yakaladılar. Artık her yerde, hükümetten kamu kurumlarına kadar her noktada temsilcileri vardı. Büyük bir siyasi ve ekonomik güç elde ettiler. Artan imam hatip okulları sayesinde de kadrolarını genişletiyorlardı. Bu kadrolar, Erdoğan’ın seçmeni ve aynı zamanda kampanyalarının gönüllü destekçileriydi. Tarikat ve cemaatlere göre Erdoğan, desteklenmesi gereken bir Osmanlı idi. Hele Nakşibendiler de nereden geldiği meçhul büyük bir Osmanlı hayranlığı vardı. Onlara göre II. Abdülhamit çok büyük bir padişahtı. Siyasi anlayışlarına göre devlet tek adamın elinde olmalıydı. Parlamenter sistem şeriat değildi. Tek adamla yönetilmeyen bir sistem, yıkılmaya mahkûmdu. Atatürk şeriatı ve tek adam sistemini ortadan kaldırmıştı. Zihinlerinde inanılmaz bir Atatürk düşmanlığı vardı. İşte “dış güçler” bu düşmanlığı çok iyi kullandılar ve hâlâ kullanmaya devam ediyorlar.
Atatürk’ün şeriatı ve hilafeti kaldırması, tarikat ve cemaatlerin din anlayışına göre çok büyük bir hataydı. Onlar sadece bu noktaya kilitlendiler. İşte “dış güçler” bu noktayı istismar ederek FETÖ’de olduğunun bir benzeri şekilde Orta Asya kaynaklı bir Türk tarikatı Nakşibendiliğin içine sızmayı başarmıştı. Atatürk, sadece saldırılması geren bir sembole indirgendi. Tarikat ve cemaatler, Atatürk sembolüne saldırırken aslında ne yaptıklarının farkında bile değillerdi. Böylece Atatürk’ün emperyalizmle mücadelesi, Batı’nın karşısında dimdik durmak için neler yapılması gerektiği konusunda verdiği örnekler unutturuldu. Bu aşamada toplum içerisinde yavaş yavaş kendi kendisine saldıran kanser hücreleri çoğalmaya başladı.
Bu süreçte, peş peşe, Atatürk kitapları çıkmaya başladı. “İnsani yönlerini anlatıyoruz” sloganıyla, güya kişisel özelliklerini yazıyorlardı ama aslında düpedüz karalama yapıyorlardı. Kitaplarda Atatürk’ün, alkolik, kalpsiz, dinsiz, megaloman, hatta korkak olduğuna yönelik düpedüz yalanlar vardı. Aynı dönemde “Yeni Türkiye” sloganıyla, CIA mensupları tarafından, göbeği Brüksel’e bağlı yazarlar tarafından kaleme alınan kitaplarda açık açık “Kemalizm’in sonu geldi” deniyordu (22).
Eş zamanlı olarak yavaş yavaş Atatürk ders kitaplarından çıkarılmaya başladı. Aslında çıkarılan Atatürk değil, emperyalizm ile mücadele ederek Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatan metinlerdi. Arkasından “Kurtuluş Savaşı’’nın hiç yapılmadığını, koca bir yalan olduğunu yazanlar, Lozan Anlaşması’nın bir hezimet olduğunu söyleyenler türedi. Bu yazarlar tarafından Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Bediüzzaman Said Nursi ve Seyit Rıza gibi Cumhuriyet düşmanları birdenbire kahraman ilan ediliverdiler. Sonuçta Atatürk’e “20’nici asrın gördüğü en büyük şeytan” diyen öğretmenler piyasaya çıktı. Bu zavallılar Atatürk’e küfür ettiklerini zannederken aslında kendi milletine, kendi devletine küfür ettiğinin, emperyalizmin uşağı olduğunun farkında bile değildi.
Bu arada televizyonlar da boş durmadı. Ardı ardına Osmanlı dizileri Osmanlı’nın ne kadar büyük bir devlet olduğu imajını halkın beynine kazımaya başladı. Örneğin Payitaht dizisinde II. Abdülhamit çok büyük bir lider olarak halka anlatıldı. Ama yaptığı hatalardan hiç bahsedilmedi. Türkiye’nin iki katı büyüklüğündeki toprağı nasıl kaybettiğini sorgulayan yoktu. “Ulu Hakan”, milletin toprağını Yahudilere dahi satmıştı. Bu konuyu araştıran olmadı. II. Abdülhamit bütçede para olmadığı için o günün yap-işlet-devret modeliyle Bağdat-Berlin demiryolu yapımı karşılığında rayların geçtiği alanın 20’şer millik sağ ve sol yanında kalan toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan kaynakların işletim haklarını ve proje kapsamında Basra’da bir liman kurulma imtiyazını yabancılara vermişti (23). “Ulu Hakan” döneminde demiryolları, madenler, bankalar, su, hava gazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel, sanayi kuruluşları, limanlar, ticaret ne varsa her şeyimiz imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. İşte Payitaht Dizisi bu yapılan hataları kamufle ediyor, Erdoğan’ın yaptığı benzer hataların görülmesini engelliyordu.
Nakşibendiler Osmanlı’ya benzememizi çok istiyorlardı; sonunda istedikleri oldu. Cumhuriyet ortadan kalktı, tek adam sistemine geri dönüldü ve ülkenin ekonomik durumu Osmanlı’nın son dönemlerini andırıyor.
Ne yazık ki bu sürece en büyük desteği muhalefet partileri verdi. Halka umut olacak bir politika, yol gösterecek bir lider üretemediler. Her sıkıştığında Erdoğan’a destek veren Devlet Bahçeli’nin MHP’sini hiç tartışmaya bile gerek yok. Zaten Bahçeli “Cumhur İttifakı”na dâhil olarak Erdoğan’ın tüm mirasına ortak olmuş durumda.
Gelelim CHP’ye. CHP’deki dönüşümü, Cumhurbaşkanlığı vaadine inanarak Erdoğan’ın yolunu açan Deniz Baykal başlattı. Arkasından bir gladyo (FETÖ) operasyonuyla (kaset) Baykal’ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu getirildi. Kılıçdaroğlu ile birlikte partideki dönüşüm hızlandı. CHP, YENİ CHP projesiyle Batı tarzı sosyal demokrat partiye dönüşürken, köklerinden yani 6 Ok’tan koptu. Milliyetçi-muhafazakâr seçmenden oy alma umuduyla izlenen politikalar bu oyların kendi adresi AKP’de kalmasına yaradı. AKP’yi koalisyona zorlamak için HDP’nin meclise girmesi gerektiği yanılgısına düşüldü. PKK’nın sözünden hiç çıkamayan bir partiye seçmen oy vermeye teşvik edilince, AKP’den kopması gereken oylar ya adresinde kaldı ya da MHP’ye kaydı. Kılıçdaroğlu’nun şahsında, CHP’nin giderek bir kimlik partisine dönüştüğü fikri halkta yaygınlaşmaya başladı. Kılıçdaroğlu ile başlatılan YENİ CHP projesi başarısızlıkla sonuçlandı. 9 yılda 9 seçim kaybeden Kılıçdaroğlu buna rağmen her ne hikmetse bütün kongreleri kazanarak koltuğunu korumayı başardı.
Bir örnek ile durumun vahametini anlatmaya çalışayım. İngiltere’nin en uzun süreli başbakanı Demir Leydi lakaplı Margaret Thatcher, 1990 yılında iktidardaydı. Kamuoyu yoklamalarında Thatcher’in popülaritesinin hızla düştüğü görüldü. Thatcher’in popülaritesi partisinin popülaritesinden daha düşüktü. Bu gidişat, kamuoyu yoklamalarında Muhafazakâr Partinin rakibi İşçi Partisinin 14 puan gerisine düşmesine sebep oldu. Muhafazakâr Parti acımasız ama doğru bir karar aldı. Kendi liderleri Demir Leydi’yi başbakanlık ve parti başkanlığından istifa ettirdiler. Altını çiziyorum, Thatcher parti tarafından görevden alındığında başbakandı. Thatcher’ın yerini John Major aldı ve 1992 yılında yapılan seçimleri yine Muhafazakâr Parti kazandı (24).
CHP sıradan vatandaşlardan, iş çevrelerine kadar büyük bir kitlelerin hakkını temsil ediyordu. CHP kaybettikçe aslında bu büyük kitle kaybediyordu. CHP’li yöneticiler İngiltere Muhafazakâr Partisi’nin yaptığını Kılıçdaroğlu’na yapamadılar veya Kılıçdaroğlu, alicenaplık gösterip koltuğunu kimseye bırakmadı. CHP seçim kaybettikçe, seçmenin güveni ve seçim kazanabileceklerine olan inancı azaldı. Sonunda seçmen duygusal olarak partiden koptu. Kendi seçmenindeki duygusal kopuş, diğer seçmende zaten var olan “Kılıçdaroğlu ile bu iş olmaz” inancını daha da pekiştirdi.
Seçmendeki bu ruh halini geçenlerde posta gazetesine röportaj veren Cemil İpekçi şöyle anlattı; “Başta iki kez Ak Parti’ye oy vermiştim, alternatif yoktu çünkü. Sonra Gezi’de gönlüm kırıldı, kestim. Ama bugün bakınca Tayyip Bey’in en azından daha iki yıl bu ülkenin başında olması lazım diyorum. Çünkü geri kalan liderlere bakınca hiçbirinin bu ülkeyi ayağa kaldıramayacağını görüyorum. Daha beter yerin dibine götürebilirler. Yani kısacası şu anda oy vermiyorum ama başka bir lider de göremiyorum, keşke görebilsem. O yüzden yetmez ama evet (25).
Taksiciyle, berberle, esnafla, çarşı pazarda kiminle konuşsanız aynı şeyleri duyuyorsunuz; “abi kime oy verelim” diyorlar. Erdoğan’dan umudu kesmiş durumdalar. “16 yılda yapamadığını şimdi mi yapacak” lafını işitiyorsunuz. McKinsey’in çağrılması kralın çıplak olduğunun anlaşılmasını sağladı. Bu hata Erdoğan’ın “Batı karşısında boyun eğmeyen lider” imajına çok ciddi zarar verdi. Artık herkes etrafa bakıp birisini arıyor. Bir umut ışığı yakalasalar dört elle sarılacaklar.
Aslına bakarsanız Erdoğan’ın yakın çevresi de durumun vahametinin farkında. Dış ve iç politikada yapılan hatalar ve ekonominin yanlış yönetiminin ülkeyi uçurumun eşiğine getirdiğini onlar da görüyor. Ama kimsenin “Reis”e söz söylemeye cesareti yok. Herkes korkuyor. Bu arada yavaş yavaş Erdoğan’ın etrafı boşalmaya başladı.
Erdoğan da ciddi bir korku içerisinde. Artık kimseye güvenmiyor. Kendisine ihanet edilmesinden korkuyor. Bu sebeple kala kala damada kaldı. Ekonomiyi damada emanet etti; bu yetmiyormuş gibi bir de Varlık Fonu’nun başına kendisiyle damadını atadı. Tek adam yönetimleri zor durumlarda kalınca hep aynı çareyi üretir. Osmanlı da ölüm döşeğinde damatlara emanet edilmişti.
Türkiye Cumhuriyeti tarihin en büyük kriziyle karşı karşıya. Erdoğan ise 16 yıllık iktidarının en zayıf anında. İktidarda kalmak için her şeyi yapabilir. Bu dönemde daha ne tavizler verileceğini, nelerin satılıp satılmayacağını hep birlikte göreceğiz. Aslına bakarsanız satılacak pek bir şey de kalmadı. Yeni borçlarla krizi geçiştirmeye çalışmak, aynı Osmanlı’da olduğu gibi devleti hasta adam pozisyonuna düşürebilir.
Atatürk’ün ortaya koyduğu çözüm yolu 6 Ok’a geri dönmekten başka çare yok gibi. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız. Bu yüzden siyasi yelpazenin sol kanadında Yeni CHP’yi çöpe atıp YENİDEN CHP’yi kurmalıyız. Siyasi yelpazenin sağ kanadında ise her şeyiyle milli, içinde ABD bağlantılı finansörlerin olmadığı bir partiye ihtiyaç var. Erdoğan dönemi, devletin temellerini daha fazla çatırdatmadan kapanmalıdır. Tek adam rejimi sonlandırılarak TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ yeniden işlevsel hale getirilmelidir. Cumhuriyeti yeniden kurmalıyız. Herkes seçimlerde bu hedefi düşünerek oy vermeli.
Ama yapmamız gereken en önemli şey tarihten ders almaktır. Vatandaşın ağzı ile yazacak olursak; “tecrübe yenmiş kazıkların toplamıdır”. Yediğimiz kazıkları iyi bilmezsek daha çok kazık atan çıkar.
Çözüm zaferleri değil yenilgileri bilmekten geçiyor…
Referanslar
Emek verilerek yazılmış bilgilendirici ve akıl açıcı bir yazı. Okuyucuların bu makaleyi yavaş da olsa sabırla okumalarını dilerim. Tarihimiz bilmek günümüzü anlamaya ve gelecek için yanılsama payı azalmış olan öngörülere ulaşmamızı sağlar. Sayın Osman Başıbüyük’ün emeğine sağlık .
Ayrıca SUN SAVUNMA.NET sitesine de yazılarını paylaşma izini verdiği için teşekkür ederim.
Naci Kaptan