savunmahavacılıkteknolojipolitikaanalizmevduatkriptosağlıkkoronavirüsenflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
34,5503
EURO
36,4552
ALTIN
2.965,61
BIST
9.131,88
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
17°C
Ankara
17°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Hafif Yağmurlu
17°C
Cumartesi Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazar Karla Karışık Yağmurlu
2°C
Pazartesi Az Bulutlu
2°C

TARİH VE TECRÜBENİN TESPİT ETTİĞİ HAKİKATLER

TARİH VE TECRÜBENİN TESPİT ETTİĞİ HAKİKATLER
A+
A-

TARİH VE TECRÜBENİN TESPİT ETTİĞİ HAKİKATLER

Fatih Bengi (Emekli General), Sun Savunma Net, 03 Haziran 2024

 

Türk devletlerinin Batılı devletlerle münasebetleri; Batı dünyasında, Batılı insanın kafasında oldukça menfi bir Türk imajının doğmasına, şekillenmesine ve bilahare bir Türk düşmanlığına dönüşmesine sebep olmuştur. Bunu Fransız tarihçi Albert Sorel’in şu ifadelerinden anlayabiliyoruz:

“Türkler, Avrupa’da görünür görünmez ortaya bir Şark meselesi çıktı… Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa’nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar; yepyeni bir nizam içinde akıp gelen başarılı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupa’nın örümcekli ve bulanık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı(!) doğurmuştur. Türklerin uyuklayan Avrupa’nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yapmıştır ki aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve bir gün eski dipdiri delikanlının, ‘hasta adam (!)’ şekline sokulmasına rağmen, Avrupa’nın yirminci batın torunları dahi bu Türk hastalığından, Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır.”

Batı dünyasının 16. yüzyıla kadar Türkler karşısında zayıf düşmesi, kilisenin beslediği haçlı zihniyetinin Batılı devletlerin politikalarını şekillendirmesi, özellikle 16 ve 17. yüzyıllardan sonra ortaya çıkan sömürgecilik politikasının emperyalizme dönüşmesine yol açmıştır. 1683’teki II. Viyana kuşatması ve bunun akabinde uğranılan büyük yenilgi ile 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması Batılı devletlerin Türk politikalarını oluşturmasında adeta bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı’nın 17. yüzyıl sonlarından itibaren girdiği savaşlardaki yenilgileri ve toprak kayıpları, özellikle ekonomisinin bozulması, dönemin teknolojik gelişmelerini takip edememesi imparatorluğun geleceğine yeni bir yön vermiştir. Osmanlı yönetiminin bu dönemde- her ne kadar büyük devletler arasında uyguladığı denge politikası imparatorluğun yıkılmasını geciktirmişse de – Rusya karşısında alınan ağır yenilgiler, Berlin Kongresi’nden sonra İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk ederek bu toprakları ya kendi eline geçirme ya da bu topraklar üzerinde kendisine bağlı peyk devletler kurulmasını teşvik etme politikasına yönelmesi imparatorluğu hızlı bir çöküşe itmiştir. 17. yüzyılın sonlarından itibaren imparatorluk olma özelliğini kaybeden Osmanlı Devleti toprakları üzerinde İngiltere, Rusya, Avusturya ve Fransa’nın bir menfaat mücadelesine girdikleri görülmektedir. Osmanlı toprakları adeta bu devletlerin menfaatlerinin çatıştığı odak noktasına dönüşmüştür. Çünkü Osmanlı toprakları, sahip olduğu ekonomik potansiyelin yanında Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını birbirine bağlayan kara ve deniz yollarına sahip olmasıyla jeostratejik bir öneme sahiptir. Bu özelliklerinden dolayıdır ki Osmanlı toprakları tarih boyunca büyük devletlerin özel ilgisini çekmiş ve onların arasında başlıca çatışma alanını teşkil etmiştir.

  1. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Devleti’nin hızla gerilemesi ve zayıflaması, Batılı büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını değiştirmeleri gereğini doğurmuştur. Tek bir devletin Osmanlı topraklarındaki iç çekişmelerden yararlanarak nüfuzunu artırmasından çekinen Batılı büyük devletler, bir süre daha var olan stratejik dengeyi korumaya yönelik bir politika benimsemişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçsüz konumundan dolayı toprak bütünlüğünü Batı’ya dayanarak sürdürmesi ve bunun karşılığında ödünler vermesi, büyük devletlerin daha çok işine gelmiştir. Ne var ki bu durum çok uzun sürmemiş, Osmanlı Devleti daha fazla dayanamayarak kendisini savunamayacak hale gelmeye ve parçalanmaya başlamıştır. Her ne kadar dinî, ekonomik, stratejik, kültürel, politik, ideolojik vb. menfaatleri birbirinden ayırmak mümkün değilse de Avrupalı büyük devletler zaman, mekân ve diğer şartlara göre bu unsurları ayrı ayrı kullanarak hedeflerine yavaş yavaş ulaşmışlar ve Osmanlı Devleti’ni yıkmışlardır.

Solda Eugene Delacrois tarafından çizilen Chios katliamı (1824), sağda ise Anton von Werner tarafından çizilen Berlin Kongresi (1881). Kaynak: THE COLLECTOR

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı yenen başlıca Müttefik Devletler Konseyi, 23 Haziran1919’da özetle şöyle bir bildiri yayımlamışlardır:

“(…) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur; yalnızca yıkmayı, savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz.) İmzalar: İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan” Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanı sıra Amerika’nın da imzası bulunmaktadır.

Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu; bunun dışında bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretim bilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal’in 28 Aralık 1919’da verdiği yanıt şu olmuştur:

“Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için, bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Kara çalmadır. Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir imparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca, belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır.”

Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı yenen devletlerin ‘Osmanlı’da yalnızca savaşma yeteneği bulunduğu, uygar yeteneklerin bulunmadığı’ savını 1919’da verdiği bu yanıtla çürütmekle yetinmemiş, düşman ülke orduları topraklarımızdan kovulduktan hemen sonra 1923’te İzmir’de topladığı Türkiye İktisat Kongresi’nde ilk Osmanlı tarihi dersini verirken şöyle demiştir:

“Efendiler! Uzun gafletlerle ve derin umursamazlıkla geçen yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları iyileştirmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu bolluk ve mutluluğa ulaştıracak yolları bulmak için yapacağınız çalışmaların başarıyla sonuçlanmasını dilerim… Tarih, ulusumuzun yükseliş ve çöküş nedenlerini ararken birçok siyasî, askerî, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşku yok ki bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidir. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir…. Gerçekte Türk tarihi araştırılacak olunursa yükselme ve çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anında anlaşılır…. Tarihimizi dolduran başarıların ya da çöküşlerin tümü ekonomik durumumuzla ilgilidir… Efendiler! Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok güçlenir ve her gün daha çok güce sahip olur. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı.”

Kaynak: UNIVERSITY OF CONNECTICUT

Mustafa Kemal, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında Osmanlı’nın Batı’ya askerî olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeği özellikle vurgulanmış; çöküşün askerî alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konularak özetle şunlar öğretilmiştir:

(1299’da kuruluşundan 16. ve 17. yüzyıllara dek Osmanlı’da) “Halkın hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19. yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin dış satımı (ihracatı) dış alımından (ithalatından) çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır.” “Devletin gerileme devrine kadar halkı iyi idare etmiş oldukları görülüyor.” “Türkler arazi işinde halkı koruyan bir usul takip ediyor. Balkanlardaki Hristiyan köylüler, Türk idaresi altında, Vasileus ve krallar zamanından çok daha mutlu ve müreffeh bir hayata kavuştular. Asla bağnaz olmayan ve çok iyi idare etmeyi bilen Türkler, köylülerin arazisine dokunmadılar.”  “İstanbul’un fethi üzerine, Türklerin ünü Avrupa’nın her tarafına yayıldı. Türklerin ellerine geçirdikleri memleketleri çok adalet ve merhametle idare ettikleri, fukarayı zenginlerin zulüm ve baskısından kurtardıkları yayılmıştı; Türk tebaası olan kavimlerin rahat ve mutluluğa erdikleri söyleniyordu. Bazı Almanlar, Türklerin Almanya’ya gelip memleketlerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacakları ümidine bile düşmüşlerdi.”

Nürenbergli Hans Rosenblut adlı bir yazar, “Türkler Hakkında” başlığıyla yazdığı bir tiyatro kitabında Türklerin adaletinin aristokratları cezalandırarak halka refah verdiklerini gösteriyordu. Hatta Fatih’in hemen çağdaşı olan meşhur siyaset kuramcısı Makyavelli bile, Türk idaresinin o dönemde var olan idarelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu: “Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti servet ve refahça da yüksek bir seviyeye gelmişti. İmparatorluğun tebaası, o dönemin her tür sanayisine vakıftı. İhtiyaçlar (yabancı ülkelerden alınmaz) memleket içinden yerli üretimle sağlanırdı. 16. yüzyılda Doğu’nun sanayi ve ziraatı Batı’dan üstündü. İhracat ithalattan fazlaydı. Süleyman’ın son günlerine kadar genel olarak bütçe açığı yoktu. Süleyman’dan sonra genel olarak mali durumun bozulduğu anlaşılıyor.”  “Süleyman döneminde Alman rahibi Luther bile ‘Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kurmazlar mı?’ ümidini besliyordu. O zamanların Almanları, İstanbul’un fethi arifesindeki Rumlar gibi, Alman imparatorunun ve Alman feodal beylerinin zalimce idareleri altında bulunmaktansa Türklerin yönetimi altına geçmek daha iyidir, diye düşünüyorlardı.” “Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren bozulma başlamıştı.” “1683’ten sonra gerileme devri başlar.” (…) “Osmanlı toplumunun iktisadi alanda ilerleyememiş olduğu, 16 ve 17. yüzyıl başlarında görülen sanayi alanındaki gelişme derecesinin yükselmeyip aksine düşmesiyle anlaşılabilir.”

Son devirlerde genel olarak memleket idaresindeki olumsuzlukların, Osmanlılarca bilim, sanayi ve iktisat alanlarında keşif ve yaratı gücü gösterilmeyerek Osmanlıların Avrupa kavimlerinden her açıdan geri kalmış olmalarının, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin zayıflamasına büyük etkisi olduğu belirtilmiştir. Uygarlıkça 16. yüzyılda Batı’ya üstün olduklarından, 17. yüzyıldan itibaren uygarlıkta üstünlüğün Batı’ya geçtiğini kabul ve itiraf etmiyorlardı.”  “Bunun içindir ki III. Selim tahta çıkınca tebaasından devletin iyileştirilmesi hakkında fikir ve görüş sordu. Din adamlarından, kumandanlarından bazıları birer layiha sundular; dönemin bilginlerinin ticaret dengesine, ithalatın ihracattan çok olmasının zararlı olduğuna, ülkedeki madenlerin işletilmesine, lüks tüketim maddelerinin yurt dışından getirtilmesinin yasaklanmasına ilişkin görüşleri dikkate değerdir. Bir memlekette ticaret dengesinin memleket zararına bozulması durumunda, maliyenin düzeltilmesinin imkânsız olduğunu ve maliye düzelmedikçe de ordu ve idarenin düzenlenmesinin mümkün olamayacağını layiha sahiplerinin çoğu tamamıyla kavramış görünüyorlar. Bu layihaların iktisadi ve mali meseleler hakkındaki görüşlerinden hiçbirisi hayata geçmemiş olsa gerekir. “Buhar gücünün sanayiye uygulanması, buharla işleyen makinelerin çoğalması, az sürede çok mal üreten fabrikaların kurulması… Fabrikalar eski el tezgâhlarına benzemiyordu. 1848 ‘den önce küçük sanayi daha çok olmakla birlikte, yavaş yavaş yerini büyük sanayiye bırakıyordu…” “Sanayileşen Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya buhardan yararlanmayı bilmeyen ve sanayice geri kalan geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun kendilerine işlenmemiş ham madde sağlayan ve kendilerinden işlenmiş ürün satın alan bir ticaret alanı, bir sömürü bölgesi halinde yaşamasını çıkarlarına uygun buluyorlardı.”  “Buharın Doğu’da değil Batı’da icat edilip üretim ve ulaşıma uygulanması, Doğu’nun el sanayisiyle yelkenli ulaşım araçlarına tehlikeli bir darbe oldu. Çabuk, kolay ve ucuz üretilen buharlı fabrikaların ürünleri, Osmanlı memleketinin insan eliyle ağır ağır, az miktarda ve daha güç ve pahalıya çıkan ürünleri karşısında başarıyla rekabet ederek Osmanlı çarşı ve pazarında yerli eşyanın yerini almaya başladı. Osmanlı Devleti’nin gümrükleri istediği gibi düzenleyerek yerli sanayiyi korumasına kapitülasyonlar engel oluyordu. Kısacası Avrupa zanaat ve sermayesi, yerli zanaat ve sermayeyi yutmaya başladı. 19. yüzyılın ortalarından sonra ticaret dengesinde gittikçe büyüyen açık, halkı ve devleti günden güne fakirleştirdi.” “1854’te ilk kez dışarıdan borç alındı. Bu borçlanmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun başına ne büyük bir bela olduğu ileride görülecektir.

Buharlı makine, Londra, 1853 Fotoğraf: Hulton-Deutsch Collection/CORBIS

Mustafa Kemal döneminde, 1930’larda çocuklara okullarda verilen bu Osmanlı tarihi bilgisi, onların beyinlerine “Eğer bilim, sanayi ve teknoloji alanında üstünlük kuramazsak askerî üstünlük de kuramayız.” yargısını kazımaktaydı. Atatürk’ün Tarih Kurumunun okullarda ders olarak okuttuğu bu Osmanlı tarihi bilimseldi. Öyle ki günümüz araştırmacıları, bu saptamaların tümünü doğrulamaktadır. Peki, Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı tarihi yalan mıydı yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı ne yanlış. Osmanlı Türkü, Osmanlı’nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı’dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı’ya göç etmekte görüyorlarsa o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı’ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:

“Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için pek çok kimse Türklere sığınıyor ve onlara katılıyor.” “Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli.” Luther’in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batılıların öbek öbek Osmanlı’ya katıldığını özgün kaynaklardan aktarırken şöyle diyor:
“Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa’daki) çiftçilere, zanaatkârlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa’daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu, vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dinî inançlarını terk edip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı’ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu.”
İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu gibi yalanlar; o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı’ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.

Mustafa Kemal’in ‘1919’da Osmanlı’yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk’ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere karşı kazanılan savaş başarısı; Osmanlı-Türk’ün Batı karşısında toplumsal, ekonomik, bilimsel ve siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır.’ biçimindeki yanıtı usa ve gerçeğe uygun olarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyet’i kuranların Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu. Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Atatürkçü Osmanlı tarihi, çocuklara Osmanlı’nın başlangıçta Batı’ya her bakımdan üstün olduğu gerçeğini öğretiyordu. Öyle ki Osmanlı’nın kuruluşunun üzerinden neredeyse 300 yıl geçmişken İngiltere 1583’te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu Osmanlı’ya. Bu ilginç olay Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı kitabında çok güzel anlatılır.

Emperyalist devletlerin, Osmanlı tebaası olan Hristiyan azınlıkları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri, devletten koparma çabaları bu defa yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içinde sahneye konulmuş, etnik milliyetçilik ve dine dayalı çatışmalar ve isyanlar çıkarılmış, ülkeyi parçalamak için ilim adamlarıyla, propagandistleriyle, komünizm, Siyonizm gibi ideolojik saldırılarla adeta Türk Devleti’ne savaş ilan etmişlerdir. Bu tahrik ve kışkırtmaların menşei de Osmanlı ülkesine gelen misyoner-ajanların faaliyetlerinde aranmalıdır. ‘Misyonerlik’, Batı’nın kültürel yayılmacılığının en önemli araçlarından birisi olmuştur. Osmanlı topraklarında kurulan yabancı okullardaki misyonerlik çalışmaları, 1789 Fransız İhtilali ile gittikçe yaygın olan milliyetçilik akımlarının azınlıklar arasında yayılmasında oldukça etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kendi halkını bir arada tutma noktasında yaşadığı güçlüklerin temelinde yatan etkenlerden biri de Hristiyan misyonerlerin Osmanlı topraklarına girmesi ve büyük bir teşkilatlanma etrafında faaliyetlerini sürdürmeye başlamasıdır. Misyonerlik faaliyetleri, ileride azınlık gruplar ile Osmanlı Devleti arasında ortaya çıkacak olan sorunların bir anlamda hazırlayıcısı olmuştur. Örneğin Yunan, Bulgar ve Ermeni isyanlarında misyoner okullarında ve kiliselerinde eğitim görmüş misyonerlerin rolü büyük olmuştur. 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı ülkesindeki özellikle Anadolu’daki misyonerlik faaliyetlerinde bir canlanma görülmüştür. Misyoner faaliyetlerinin merkezi elbette ki Osmanlı Devleti’nin idarî, siyasî, iktisadî ve kültür merkezi olan kalabalık metropol İstanbul idi. İleriki dönemlerde, bu noktadan Anadolu’nun içlerine hızlı bir şekilde yayılmak kolay olmuştur. Bu misyonerlik faaliyetleri genç cumhuriyet devrinde de devam etmiştir.

Üsküdar-İzmit demiryolu yapımı. Kaynak: İstanbul Üniversitesi

Türkiye 1945’ten bugüne son 60 yıldır “Federal Reserve Bank” adlı küresel güç odağının buyruğundaki Amerika ve Avrupa emperyalistlerinin ulus devlete karşı Osmanlı federal devleti, ılımlı İslam cumhuriyeti şırıngalarıyla hasta edilmiş bulunuyor. Bu gerçek, 2005 Şubat’ında The Wall Street Journal gazetesi editörü Pollock’un bir yazısında şöyle dile getirildi:

Sultan Abdülhamid Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden organizasyonunu ilan eden bir poster önünde görülmektedir. İmparatorluğun değeri 5 milyon sterlin olduğu tahmin edilmekte, Rusya, Fransa ve İngiltere yeniden organizasyonun direktörleri olarak listelenmektedir.

‘’Avrupa’nın Yeniden Hasta Adamı (The Sick Man of Europe Again) / Atatürk’ün mirasının büyük bölümü kaybedilme riski altında ve bu kez eski Osmanlı haşmetinden de geriye kalan hiçbir şey yok. Türkiye kolayca ikinci sınıf ülkelerin safında yerini alabilir: dar kafalı, paranoyak, marjinal ve (tam da bu yüzden) Amerika’yla dostluğu bitmiş, Avrupa’da ise sevilmeyen bir ülke.’’ Evet, Türkiye Avrupa’nın hasta adamı olarak anılıyor. Türkiye’yi hasta eden 60 yıl boyunca “Ilımlı İslam’a geç.”, “Osmanlı’ya dön.”, “İslam ülkelerinin önderi ol.”, “Birleşik Orta- Doğu Federasyonu’nu kur.”, “Osmanlı millet düzenine geç.”, “Osmanlı eyalet sistemine dön.”, “Türk-Kürt Federasyonu kur.”, “Türk-Yunan Federasyonu yap.”, “İstanbul merkezli Yakın Doğu Federasyonu gerçekleştir.” diye başımızın etini yiyen, Türkiye’yi adım adım üniter ulus devlet ve laik- demokratik cumhuriyet ilkelerinden uzaklaştıran, Federal Reserve Bank güdümlü Amerika’dan başkası değildir. Hastalığın ilacı vardır, cebimizdedir ama elimiz kolumuz bağlanmıştır; elimizi cebimize atıp ilacımıza uzanamıyoruz.

Kore’de Türk askerleri. Fotoğraf: Genelkurmay Başkanlığı

Türk ordusunu eski Osmanlı toprağı olmayan Kore’ye, Somali’ye, Afganistan’a gönderen Amerika, eski Osmanlı toprağı olan Müslüman Türklerin yaşadığı Kıbrıs’ta ve Kerkük’te Türk askeri istememektedir. Amerika Türkiye’yi Osmanlıcı söylemlere yönelterek Balkanlar’da ve Ortadoğu’da eski Osmanlı topraklarında yaşayan komşularımızın bizden ürkmelerini sağlamış ve Amerikan ordusu üsler kurup bu topraklara yerleşmiştir. Olaylar, yaşananlar, Amerika’nın Türkiye’yi kendi güdümünde Osmanlı’ya dönüştürme isteğinin bir taşla pek çok kuş vurmak üzere geliştirilmiş bir psikolojik savaş aracı olduğunu kanıtlıyor. ‘Osmanlılaşma’ ulus devleti ortadan kaldırıp Türkiye’yi eyaletlere bölmek, küresel faşist odağın isteklerini Müslüman Türklere sevimli gelecek bir ad altında gerçekleştirmek amacıyla kullanılan bir sözdür.

Bilindiği gibi emperyalizm bir ülkeye yalnız silâh zoruyla girmez. Hedef seçtiği ülkenin insanlarının duygu ve düşüncelerini önceden öyle bir duruma sokar, öyle bir yönlendirir ki o ülke insanları kendiliklerinden, isteyerek ve iyi bir şey yaptıklarını sanarak emperyalist güçlere ülkelerinin kapılarını açarlar; biraz iş bilenleri ise iş birlikçiler olarak bu emperyalist sömürüden pay da alırlar. Bunu sağlamanın yolları; ülkenin yazgısı üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olabilecek kişileri ya kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak orada ‘eğitmek’, geride kalanları ise açtıkları yabancı dilde eğitim yapan ve belli bir dünya görüşünü öğrencilerine belleten eğitim kurumlarında, kültür merkezlerinde yaygın bir propaganda ağı içinde ‘yoğurmaktır’. Kitle iletişim araçları bu amaç için biçilmiş kaftandır. O nedenle emperyalistler; ülkenin iletişim odaklarını doğrudan doğruya kendi denetimlerine sokmak isterler, bu yapılamıyorsa ‘eğitilmiş’ kişilerin yönetiminde olması için çalışılır. Bu emperyalist faşistler bu dönemde satın aldıkları medya ve yazarlar ile kitle iletişiminin başlıca ortamı yazılı basın olduğu içindir ki basında kendi propagandalarının yapıldığı yazılar çıkarıp dururlar.

Mazisini tarihselleştiren, kültürünü millîleştiren ve coğrafyasını vatanlaştıran bir milletin tarih sahnesinden silinip gitmesi mümkün değildir. Günümüzde buna örnek milletler vardır, Türk milleti de bunlardan biridir. Anadolu halkı, Mondros Ateşkesi’nin koşullarını öğrenir öğrenmez silaha sarılmış ve işgallere karşı direnmeye ve örgütlenmeye girişmiştir. Türk halkı; Amasyalısıyla, Trakyalısıyla, Denizlilisiyle, Adanalısıyla, Aydınlısıyla, Maraşlısıyla, Anteplisiyle, Erzurumlusuyla, Ankaralısıyla, Çankırı, Çerkez ve Karabüklüsüyle Atatürk liderliğinde emperyalistlere karşı ayaklanmıştır. Kısaca çoluğuyla çocuğuyla, kadınıyla erkeğiyle Türk milletinin bütün fertleri harekete geçmiştir. Kadınlarımız cephelere mermi taşımış, çocuklar yetişkinlerin yanı sıra vuruşmalara katılmış, pek çok din adamı vazifeye koşmuştur. Böyle faziletli bir milletin yok olması mümkün değildir. 1683’te başlayan Türk çekilişi 1921’de sona ermiştir. Ancak, tarih kitaplarımızdaki iki safhalı bu Şark meselesi aslında burada bitmemiştir. Çünkü Batılılar bu sefer de hedeflerine ulaşamamışlardır. Fakat onlar hedeflerine ulaşmak için her yolu denemektedir. Şark meselesi; Osmanlı Devleti coğrafyasından, Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasına yönelen bir şekilde canlılığını korumuştur. Silah gücü ile yenemedikleri Türkleri, bu sefer içten çökerterek amaçlarına ulaşmak istemektedirler. Bugün Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeni bir Türk Devleti kuran Mustafa Kemal ve onun mücadele arkadaşları Batılıların karşısına bu sefer yeni bir güç çıkarmışlardır. Türkiye’nin AB’ye girme yolunda gösterdiği çabalar ve bu yönde sürdürülen faaliyetlerin başarısızlıkla sonuçlandığı dönemlerde “Şark meselesi henüz bitmedi mi?” sorusu ister istemez akılları meşgul etmektedir. Burada görülen, Şark meselesinin güncelliğini hâlâ devam ettirmekte olması, şekil ve yöntem değiştirerek Batı tarafından karşımıza farklı kılıflar ve başlıklar altında çıkarılmasıdır. Bu da 1921’den itibaren Şark meselesinin üçüncü safhasının başladığını göstermektedir.

Sevgili Ata’mızın dediği gibi “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, millî kültürüne düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” Bu nedenle, Türk Milleti’nin tarihten ders alarak gerekli tedbirleri geliştirmesi ve olaylarda ön alması, uçurumun eşiğine getirilen ‘millet’in, Atatürk’ün düşüncesindeki ‘ulus’a dönmesi gerekmektedir.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.