Sadece aptallar ve ölüler asla fikir değiştirmezler. James Russell Lowell
Yazar: Yakup Battal, Sun Savunma Net, 15 Şubat 2018
Savaş, insanların kanına ve canına mal olan, siyasi, ekonomik ve sosyal külfeti çok yüksek olan çok ciddi bir faaliyetler zinciridir. Bunun için öncelikle ulusal çıkarların diplomasi ve kriz yönetimi ile çözülmesi gereklidir. Bu kapsamda doğru politikalar ve stratejiler belirlenmesi için öncelikle zamanın ruhunu okuyabilmek gerekir. Sultan 3. Selim’in başkâtibi olan Ahmed Efendi, 1789 Fransız İhtilali için Ocak 1792’de kaleme aldığı günlüğünde, ibret alınacak şekilde “İnşallah, Fransa’daki kargaşa, frengi illeti gibi, Devlet-i Aliyye’nin diğer düşmanlarına (Avusturya/Rusya) sıçrar ve uzun zaman başları dertten kurtulmaz ve bu da bizim hayrımıza olur.” demiş, ateşin Osmanlı İmparatorluğunu da saracağını düşünememiş. Böyle bir bakış açınız varsa, doğal olarak Fransız İhtilalinin Osmanlı İmparatorluğuna gerçek etkilerini değerlendiremez, tepkisel düşünür ve hareket edersiniz.
İletişimde “önce anlamaya, sonra anlaşılmaya çalış” ana kuraldır. Sun Tzu “Düşmanı ve kendini tanırsan, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin. Düşmanı tanımayıp kendini tanırsan bir kazanır bir kaybedersin. Ne kendini ne de düşmanı tanımazsan, girdiğin her savaşı kaybedersin.” demiş, anlamı çok açık.
Açık konuşmak gerekirse; Suriye ile yatıp kalkıyoruz da acaba biz başta ABD, Rusya, İran, İsrail ve Suriye ile PKK/PYD politika ve stratejilerini doğru analiz ediyor muyuz? Onların Türkiye’yi nasıl değerlendirdiğini tahmin edebiliyor muyuz? Askeri deyim ile doğru dürüst durum muhakemesi yapıyor muyuz? Önceden olası durumlara karşı alternatifli ve gerçekçi planlar yapabiliyor muyuz? Ben şahsen kuşkuluyum, bana sanki kafamızda şablon fikir ve düşünceler var, olayları bu şablonlara oturtuyoruz gibi geliyor.
Bu kuşkuya nereden kapıldın derseniz, bu yazıyı yazarken izlediğim televizyon açık oturum programında, üstat bir yorumcunun dahi PKK/PYD’nin stratejisi ve reel politikasını yanlış yorumladığını duyuyorum. Daha da vahimi, yetkili biri de benzer şekilde konuşuyor. Vatandaşımız ise kendi kafa yapısına göre hap şeklinde fikir arıyor, kendi düşüncelerini başkalarının ağzından duymak istiyor, bazılarımız kendini bir lidere veya partiye bağlamış, “benim liderim ve partim söylüyorsa doğrudur.” diyor.
Bu coğrafyada İbni Rüşt, Farabi, İbni Sina, Biruni, Harezmi gibi değerli düşünür ve bilim adamları çıkmış, ama 1400’lü yıllardan sonra birkaç istisna dışında “felsefe ve bilim” “düşünme ve sorgulama” toplumsal yaşam dışı kalmıştır. Hep bize matbaa çok geç geldi deriz, ama aslında matbaa ilk kez Yahudilerde tarafından İstanbul’da kullanılmış. Padişah Sofu Beyazıt/2. Beyazıt, “basılmış kitap okuyanı idam ederim” diye ferman yayımlamış. Bazı kişiler böyle ferman yok diye itiraz ediyor. Bu itiraz gerçekse durum daha da kötü. Matbaa var eser yok. Diğer taraftan matbaa olsa ne olacak? Ahali okuma yazma bilmiyor ki?
İslam Dünyasında Gazali ve İbni Rüşt arasında en üst seviyeye çıkan vahiyciler ve yorumcular tartışması yapılmış. Gazali, Yunan felsefesine başlamış kafası karışmış, İslamiyet’i akıl ve felsefe ile açıklayamazsınız, vahiyleri esas alın demiş. Bu görüş, itaati ön plana çıkardığından Büyük Selçuklu Devletinin meşhur veziri Nizamülmülk tarafından benimsenmiş. Çünkü ülkede karışıklık nedeniyle otoriteye ihtiyaç var.
Nizamülmülk aslında büyük adam, 28 yıl Büyük Selçuklu Devletinin vezirliğini yapmış, siyasetname diye eser yazmış ki Batı dünyasında 1600’lu yıllarda Thomas Hobbes’un Leviathanı’na eşdeğer, belki daha değerli.
Yorumcular-vahiyciler konusuna dönersek, İbni Rüşt Avrupa’da büyük yorumcu olarak bilinir, Aristo ve Platon dâhil bütün Yunan Filozoflarının eserlerini okumuş, önemlilerini Arapçaya çevirmiş ve yorumlamış. Avrupa, Orta çağda İbni-Rüşt’ün eserlerini Latinceye çevirmiş, Rönesans’ı başlatmış, daha sonra aklı özgürleştirerek ve yanına bilimi de katarak bugünkü seviyeye ulaşmış.
Bizde yüzyıllardır “itaat et, rahat et”, ana yaşam felsefesi olarak dikte edilmiş, düşüncel hafıza ve birikim geleceğe taşınamamış, sonuçta geri kalınmış, savaşlarda yenilinmiş, 1800’lü yıllarda Batı felsefe, siyaset, ekonomik yaşam tarzı ithal edilmek zorunda kalınmış. Tanzimat, Meşrutiyet derken Cumhuriyet dönemine gelinmiş.
Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet birbirini takip eden zorunlu bir değişim ve dönüşüm zinciri, geri ve çağdışı kalmış Osmanlı sisteminin bir önceki dönemden ders alarak çağdaş bir düzene evrim süreci. Ruhları şad olsun bize modern bir devlet ve toplumsal felsefe bırakmışlar. Daha sonraki dönemlerde bazı imkânsızlıklar, zorunluluklar veya değerlendirmede bazı hatalar yapılmış ise de başarılı ve ilerici bir gelişim içinde bugünlere gelinmiş. Bugün bizler vefa duygusu içinde, geçmiş dönemleri eleştirmek yerine kendi görevimizi yapmalı, gerçek anlamda laik demokratik sosyal hukuk devletini hayata geçirmeliyiz.
Paredo bundan 100 yıl önce “insanlar, gerçeklerden ve mantıktan ziyade duygu ve kendilerine doğru öğretilen algılar ile hareket eder.” demiş misali “sorgulama ve düşünme” “düşünürsen de benim gibi düşün. “ “ezberle ve itaat et” hastalığından kurtulamamışız. Gerçeklerden ziyade bize öğretilen algılar ile yaşayıp gidiyoruz.
Bugün gelişmiş ülkelerde, mevcut durum ve öngörülen gelecek önyargılardan uzak analiz ediliyor, olası gelişmelere göre, senaryoya dayalı alternatifli planlama yapılıyor, sürekli güncelleniyor, hatta kendi çıkarlarına göre bazı senaryolar, ulusal çıkarlarına göre uluslararası kamuoyuna servis ediliyor, yönlendirme yapılıyor.
Türk toplumunun birçok övünülecek özelliği var, ancak “planlama”, “zamana uyum” ve “önyargı” konularında bence sorun var. “Kervan yolda düzülür.” “Bize plan değil, pilav gerek.” gibi özdeyişlerimiz var. Günlük hayatımızda yol çalışmalarında bunu sık sık görürüz. Gelişmiş ülkeler, gelecek ortamı tartışarak projeksiyon yapıyor, biz ise kendi düşünce yapımıza göre bugüne ve tarihe bakarak ihtiyaçlarımıza ve ideallerimize göre geleceğe yönelik tasarım yapıyoruz. Bir örnek vereyim, 2008 yılında iklim değişikliğinin Kuzey Buz Denizine olası etkileri, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasındaki deniz ulaşım yolunun Kuzey Buz Denizinden geçmesi tartışılıyordu. Halen Suriye ve Irak’taki su sorunu tartışılıyor. Su, bizim gündemimizde yok, oysa iklim değişikliği sonucu 2030-2050’li yıllarda çok ciddi problem olacak, belki de Ortadoğu politikalarında bugün “su” en önemli faktörlerden biri.
Bakış açısı, insanların gerçekleri algılama şeklini belirler. İnsanlar, dünya olaylarını dinsel veya ideolojik açıdan değerlendirdikleri takdirde, bakış açısını sınırlar, özellikle geleceğe yönelik olarak değerlendirme hatası yapar, anlamaktan ziyade anlaşılmayı bekler, çünkü onlar doğru şeyleri düşünüyorlardır, muhatapları kendilerini anlamıyorlarsa kasıt ya da zafiyetleri vardır. Bugün gelişmiş ülkeler sanayide endüstri 4.0 sistemine geçmekte, ülkemiz içinde ve dışında ciddi sorunlar var. Olaylara ve geleceğe akıl ve bilim rehberliğinde bakıldığı ölçüde insanımız mutlu ve huzurlu, geleceğimiz parlak olur.