Osman Başıbüyük, Sun Savunma Net, 29 Temmuz 2019
Başlık size çok iddialı gelmiş olabilir. Okuduktan sonra kararı siz verin.
28 Temmuz 1402 tarihinde başımıza çok büyük bir felaket gelmişti. Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt, Moğol Hükümdarı Timur’a yenildi. Bu yenilgi sonrasında Osmanlı Devleti Fetret dönemine girdi. Anadolu’daki Türk birliği dağıldı, Osmanlı devleti yıkıldı. Bugün benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız.
Yıkılan Osmanlıyı 5’inci Padişah, Çelebi Mehmet yeniden kurmuştur. “Çelebi” kelimesi, okuma yazma bilen, medrese veya eşiti bir kurumda eğitim görmüş kişiler için kullanılan bir sıfattı. 5’inci padişahımız 1’inci Mehmet’in Çelebiliği nereden geliyor, günümüze ışık tutması açısından konuyu birazdan inceleyeceğiz.
Osmanlı Devleti, 1400’lü yılların başında Balkanlarda hâkimiyetini sağlamış, fakat Anadolu’ya daha tam hâkim olamamıştı. Anadolu’da Selçuklu döneminde ortaya çıkan, aşiret ve tarikatlar üzerine kurulu “beylikler” hüküm sürüyordu. Anadolu’da birliğin sağlanabilmesi, beyliklerin hükümranlıklarının kırılıp, tebaalarının Osmanlı yurttaşı haline getirilmesine bağlıydı. Yıldırım Beyazıt, Anadolu içlerine yürüyerek bu beyliklerin önemli bir kısmını Osmanlıya bağlamayı başardı. Fakat beyliklerin bir kısmı itaat etmiyor, İran coğrafyasına gelmiş olan Moğol Hükümdarı Timur’dan güç alarak bağımsızlıklarını devam ettirmek istiyordu.
Sonuç itibariyle Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında savaş kaçınılmaz oldu. Savaş Ankara’nın Çubuk ve Mürtet Ovalarında cereyan etti. Ana muharebe sahası bugün Esenboğa hava alanını olduğu bölge, diğer muharebe sahası ise eski 4. Ana Jet Üssü, bugün S-400 bataryalarının yerleştirildiği üssün civarı idi.
Savaş başladıktan bir müddet sonra Yıldırım Beyazıt’ın yanında yer alan Anadolu beyliklerinden bazıları saf değiştirip Timur’un yanına geçti ve Osmanlı ordusunu arkadan vurdu. Yıldırım Beyazıt’ın yanında sadece yeniçeriler, Sırp birlikleri ve Rumeli’nden gelen askerler kalmıştı. Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bu acı olaydan sonra bizi arkadan vuran beyliklerin bulunduğu bölgeye “dinden dönen”, “dönek” anlamına gelen Mürted ismi verilmişti.
AKP iktidarı bu ismi beğenmeyerek 2000’li yılların başında bölgenin ismini Akıncı olarak değiştirdi. Aradan 614 yıl geçtikten sonra 15 Temmuz 2016’da yine bizim insanımız, yine aynı yerde, yine döneklik yaparak bizi arkadan vurdu. Akıncı’dan kalkan uçaklar Türk Milletini temsil eden TBMM’yi bombaladı.
Tekrar 1402 yılına geri dönelim. Savaş meydanında Yıldırım Beyazıt’ın oğulları da savaşıyordu. Onlardan biri de Çelebi Mehmet’ti. Oğullar kuşatmayı yararak kaçmayı başarmış, fakat Yıldırım Beyazıt tüm telkinlere rağmen savaşmaya devam ederek esir düşmüştü.
Savaşın galibi Timur ne yaptı dersiniz? Anadolu beyliklerine, kendi bölgelerinde yeniden hüküm sürme yetkisini verdi, geri kalan toprakları da Yıldırım Beyazıt’ın oğulları arasında paylaştırdı. Yani; Osmanlı’yı parçaladı. Amacı, Çin seferine giderken arkasında bir güç bırakmamaktı. Böylece Osmanlı devleti kardeşler arasında taht kavgalarının yaşandığı fetret dönemine girdi.
Bu kanlı dönemde bazı beylik ve aşiretler bir şehzadeyi desteklerken, diğerleri bir başka şehzadeyi destekliyordu. Bu kardeş kavgası tam 11 yıl sürdü. 1413 yılında Çelebi Mehmet kardeşlerini yenilgiye uğratarak Osmanlı tahtına tek başına oturdu.
Peki, Çelebi Mehmet tahta oturunca ne yaptı dersiniz? İşte kilit nokta burası. Olayın günümüzle bağlantısına geliyoruz. Çelebi Mehmet, devlet memurları ile askerin, aşiret ve tarikatlarla olan bağını kesti. Devletin yönetim kademesindeki memurların ve elinde silah tutan askerlerin devlet dışında hiçbir mekanizmaya bağlı olmaması gerekiyordu. Çelebi Mehmet’in bulduğu çözüm “devşirme” sistemiydi. Çelebi Mehmet, Osmanlı’ya devşirme sistemini getiren padişahtır. Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat döneminde devşirme sistemi kanunlaşmıştır.
İsfahan’daki 1500 kafatasından oluşan 28 Kafatası Piramidinden bir tanesi. Foto: Vasily Vereshchagin
Çelebi Mehmet Ankara savaşında şunu görmüştü: Muharebe meydanındaki askerin devletten başka bir sahibi daha vardı. Aşiret ve tarikat bağlantıları devlet bağından çok daha güçlüydü. Bey, askerine “Timur’a değil Beyazıt’a saldıracaksın” dediğinde, asker hiç tereddütsüz kendi padişahını arkadan vurmuştu. Çelebi Mehmet bir şeyi daha fark etti: Fetret döneminde kardeşleriyle savaşırken, her bir aşiret ve tarikat kendi çıkarını nerede görüyorsa, o şehzadeyi veya o beyi destekliyordu.
Her bir devlet memuru, aşiret ve tarikat yoluyla aynı zamanda bir başka emir-komuta zincirine bağlıydı. Elinde silah tutan asker ve devlet işlerini yürüten memurların, devlet dışında paralel yapılanmalara dâhil olması, devletin birliğini sağlamanın önündeki en büyük engeldi. Devlet içindeki paralel yapılanmalar, her zaman iç sürtüşme ve mücadelelere yol açarak devleti zayıf düşürüyordu. Dışarıya karşı zayıf düşen devlet kaybedince, aşiretine ve tarikatına bakmaksızın vatandaşların tamamı kaybediyordu.
Çelebi Mehmet’in bulduğu yöntem aslında çok basitti. Devşirme sistemiyle 13-15 yaş arasındaki sağlıklı çocuklar toplanıyor ve devlet tarafından eğitiliyordu. Bunların bir kısmı yeniçeri ocağında yetiştirilip asker ve komutan yapılıyor, bir kısmı ise Enderun’da okutulup devlet memuru, bürokrat yapılıyordu. Bu çocuklar çok küçük yaşta devşirildikleri için geçmişe yönelik aidiyet duygularını kaybediyor, devleti baba bilen yeni bir aidiyet duygusuyla devlete bağlanıyorlardı.
Devlet yönetiminde önemli noktalara gelen bu çocukların devletten başka bir sahibi yoktu. Bir aşirete veya bir tarikata bağlı değillerdi. Koruyacakları, iltimas geçecekleri, torpil yapacakları bir akrabaları dahi yoktu. Tek sahipleri devletti. Bulundukları pozisyona onları devlet getirmişti. Devletin emriyle koltuklarından oluyor veya terfi ediyorlardı. Hatta padişahın bir sözüyle kellelerini dahi kaybediyorlardı. Mesela Padişah, ‘‘kesin bu sadrazamın kafasını’’ dediğinde, devletin iki numaralı isminin kafası kesiliyor, hiç kimse de hesap sormuyor, soramıyordu. Çünkü o sadrazama sahip çıkacak bir tarikatı veya bir aşireti yoktu.
Devşirme sistemi zamanla bozuldu. Devşirmelerin merkezi olan Yeniçeri Ocağı yozlaştığı için 1826’da kaldırıldı. Bu ocağın kaldırılmasıyla birlikte tarikat ve cemaatler yeniden yavaş yavaş devlete sızmaya başladı. Sızmanın doruk noktası belki de II. Abdülhamit dönemidir. Abdülhamit’in akıl hocaları Nakşibendi şeyhleriydi. O yüzden bugün bazıları II. Abdülhamit’i çok sever, yere göğe sığdıramazlar. Aslına bakarsanız Abdülhamit, Osmanlının belki de en başarısız padişahıdır. Bu günkü Türkiye’nin tam iki katı toprak kaybetmiş ve bu toprak kayıplarının çoğu savaşmadan olmuştur. Düyun-u Umumiye Abdülhamit döneminde gelmiştir. Abdülhamit sürekli dış borç alarak iktidarını uzatmış ama aldığı borçlar devletin ömrünü kısaltmıştır.
Neyse, konumuza tekrar geri dönelim. Devlet teşvikini arkasına alan tarikat ve cemaatler zaman içinde Osmanlının bütün bürokrasisini ele geçirdi. Yüksek eğitim kurumları olan medreselerden tutun da adalet dağıtan yargı organı kadılıklara kadar aklınıza gelen her kilit nokta tarikat ve cemaatlerin elindeydi. Bu paralel yapılanmalar, ele geçirdikleri her mevkiden siyasi ve ekonomik güç devşirdiklerinden, her noktaya kendi adamlarının hâkim olmasını istedi. Zamanla iyi olan değil, biat eden ve tarikatına hizmet edenler muteber oldu. Liyakat sistemi çökünce bürokrasi kısa sürede yozlaştı, devlet yürümez oldu. Devlet kurumlarının yozlaşması Osmanlı’nın yıkılma sebeplerinden belki de en önemlisidir.
Yıkılan Osmanlı’yı, Çelebi Mehmet’in yaptığı gibi bu sefer Mustafa Kemal Atatürk kurtardı, devlet Cumhuriyet olarak yaşamaya devam etti. Atatürk devleti yeniden nasıl canlandırdı dersiniz? Aslına bakarsanız onun da bulduğu yöntem Çelebi Mehmet’inkinden farklı değildi. Atatürk de devlet memurları ve askerlerin aşiret, tarikat ve cemaatlerle olan bağlantısını kesti. 1922’de saltanatı kaldırdı, 1923’te Cumhuriyeti ilan etti. 1924’te halifeliği kaldırdı, şeriat mahkemelerini kapattı. Aynı yıl, Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile medreseler de kapatıldı. Yerlerine üniversiteler açıldı. Bir sene sonra 1925’te mürit üreten tekke ve zaviyelerin kapısına kilit vuruldu. 1928’de ezan Türkçeleştirildi. 1932’de ibadet Türkçe yapılmaya başlandı.
Atatürk, bu uygulamalarla devleti tarikat ve cemaatlerin elinden aldı. Devletin emir komuta sistemini bu paralel yapılanmalardan temizledi. Tarikat ve cemaatlerin Atatürk düşmanlığı işte bu yüzdendir. Din ile inanç ile kesinlikle ilgisi yoktur. Tamamen siyasi ve ekonomik temellidir. Dini duyguları sömürerek Osmanlı’nın kanını emen bu tarikat ve cemaatler, ellerindeki siyasi ve ekonomik gücü aldığı için Atatürk’e düşmandır. Bu tarikat ve cemaatler, 1924 yılından beri kaybettikleri gücü tekrar kazanmak için çalışıyorlar. Menderes ile başlayan tarikat ve cemaatlerin güç kazanma dönemi, AKP Hükümetleriyle birlikte zirveye ulaştı. Bugün devlet tekrar onların eline geçmiştir. Üstelik bugünkü tarikat ve cemaatler, Osmanlı dönemindekilerden çok çok daha tehlikelidir. FETÖ örneğini hatırlayın.
Menderes döneminde başlayan komünizmle mücadele kampanyası ile maalesef yabancı istihbarat, Türk İslam inancının içine sızmayı başarmıştır. Yabancı istihbarat, Türkiye’de “guguk kuşu” taktiğini uyguladı. Guguk kuşu kendisi kuluçkaya yatmaz. Başka bir kuşun yumurtalarını yuvadan atarak kendi yumurtaları onların yerine yerleştirir. 1960’lı yıllarda yabacı istihbaratın seçtiği Müslüman Kardeşler’in ideologları Hasan el Benna, Seyyid Kutub ve Mevdudi gibi isimlerin kitapları Türkçeye çevrildi. Bu kitaplar zamanla bizim Osmanlı döneminden kalma kitaplarımızın yerini aldı. Çeşitli dernek, vakıf ve talebe birliklerinde bu kitaplarla yetiştirilen kadrolar bugün tarikat ve cemaatlerle birlikte devleti yönetiyor. Kendisini Osmanlı zanneden bu nesil aslına bakarsanız yabancı istihbaratın Arap Selefi-Vahhabi çizgisiyle aşılamış olduğu hibrit bir nesildir.
İslam’ın en katı yorumu Selefi-Vahhabi çizgisinin bugün Ortadoğu’yu kardeş kavgasında nasıl harabeye çevirdiğini görüyoruz. Son yıllarda ülkemize Suriye ve Irak gibi ülkelerden gelen 5 milyon Arap nüfusun yarattığı demografik değişikliği göz önüne aldığınızda Türkiye’de yeşeren Selefi-Vahhabi akımların ne kadar büyük bir tehlike yaratacağını tahmin edebilirsiniz.
Aslına bakarsanız tehdidin büyüğü bu da değil. Hatta FETÖ bile karşı karşıya olduğumuz tehdidin yanında solda sıfır kalır. Bugün devletin yönetim kadrolarına tarikat ve cemaatlerin hâkim olduğunu söyledik. Bunları oraya kim yerleştirdi? AKP Hükümetleri. Bugün iktidarda Recep Tayyip Erdoğan olduğu için devletin çarkları hâlâ dönebiliyor. Yarın bir gün iktidar değişse, mesela CHP iktidara gelse, devleti yönetebilir mi? İnanın ki yönetemez. Çünkü yeni gelen hükümet, bakanları, müsteşarları, genel müdürleri kısacası üst düzey bürokrasiyi değiştirecek ama alt kadrolardaki binlerce mürit devlet içindeki mevzilerini koruyacak. Sizce müritler, bakanı, müsteşarı, genel müdürü mü tanır yoksa şeyhini mi dinler?
Bakın bir örnek verelim. Mahkemeye yansıyan bir davanın medyaya düşen yansımalarından öğreniyoruz. Bursa’daki bir Nakşibendi şeyhi kadın, erkek demeden bütün müritleriyle sevabına cinsel ilişkiye (Badeleme-Tabi Olma-Cezbeleme) girmiş. Dini inancı gereği, sır odasında arkasını dönüp kendisini şeyhe teslim eden adam aynı zamanda karısını da şeyhe ikram etmiş, üstelik bunu cinsel haz duyduğu için değil, inancı gereği yapmış! Bir tarikatın müridi kendine bağlama gücünü görebiliyor musunuz?
İşte bu tehlike darbe tehlikesinden de daha büyüktür. Tarikat ve cemaatler hükümetle geçinemedikleri zaman devleti kilitlerler. Bu sefer iktidara gelen yeni hükümet, onların yerine kendi emir erlerini geçirmeye çalışır. Bu bir iç savaştır, bu yeni bir fetret dönemidir. İşin kötüsü bu tarikat ve cemaatlerin bazılarının dış bağlantıları vardır. FETÖ ve Adnan Hoca’da olduğu gibi. Üstelik bunlar birbirlerinin arkasında namaz da kılmazlar. Türkiye’yi Ortaçağ’a götürecek bir düzeni dış güçler niçin desteklemesin?
Bugün geldiğimiz nokta içler acısıdır. Devlet kadrolarında ilerlemek isteyen bir yargıç, bir komiser açıktan açığa “ben hakyolcuyum”, “ben közcüyüm”, ben şucuyum ben bucuyum diye bağırarak bakın benim bir sahibim var demekten çekinmemektedir. Bu yöntemi kullanarak FETÖ de varlığı devam ettirmektedir. Devlet memurunun sahibi olmaz. Özellikle istihbarat, yargı, silahlı kuvvetler ve emniyet mensuplarının sahibi kesinlikle olmaz; onlar birer kapı kuludur. Eğer onların paralel bağlantıları varsa o devleti kimse ayakta tutamaz.
“Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin” Bedduamatik FETÖ.
Oktay Sinanoğlu’nun önemli bir sözü var; “bir millet her nesilde yeniden doğar” diye. Son 17 yılda camiler, İmam hatip okulları, kuran kursları, yurtlar vs. aynı tekke ve zaviyeler gibi tarikat ve cemaatlere mürit yetiştiren kurumlar haline geldi. Bu müritlerden vatana millete ne hayır gelecek. Aralarından bir tane bilim adamı çıkma ihtimali var mıdır? Dünyadaki paylaşım kavgasında hayatta kalmaya çalışırken, milli muharebe uçağımızı hangi bilim adamı yapacak? İnsanımızı gelişmiş ülkelerin asgari ücretli kölesi olmaktan hangi devlet adamı kurtaracak? Ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine, şeyhine domalan, yarım bıraktığı hurmaları kapışan bu nesil mi ulaştıracak?
Sır odalarında kimin kimi bademlediği bizi ilgilendirmez, çocuklarını o şer yuvalarına kaptıranlar düşünsün. Bizi ilgilendiren kısım, Türkiye’nin bekası için bu tarikat ve cemaatlerin kökünün “devletten” kazınmasıdır. Dindar adamdan kimseye zarar gelmez ama dini siyasete alet edenden, dini kullanarak güç ve menfaat devşirenden, dindar insan değil mürit yetiştiren güç odaklarından devlete, millete, herkese büyük zarar gelir.
Bugün AKP’nin karşı karşıya olduğu en büyük sorun budur. FETÖ belası önce de vardı ama gücü ele geçirmesini, “ne istediniz de vermedik” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan sağlamıştır. İnsan kandırılabilir, Cumhurbaşkanı Erdoğan kandırıldım diyerek bu suçu şimdilik üstünden atmıştır. Ama FETÖ’nün boşluğunu dolduran Menzilcilerin, Süleymancıların ve diğerlerinin ulaştığı güç ortadadır. FETÖ örneği ortadayken kimsenin bir daha kandırıldım demeye hakkı yoktur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan artık bir yol ayrımındadır. Ya tarikat ve cemaatlerin devletten kökünü kazıyarak tarihe Çelebi olarak geçecek, ya da onlara göz yumup yol vererek ülkeyi yeni bir fetret dönemine sokarak adını tarihe III. Abdülhamit olarak yazdıracaktır. O mahalleden gelen birisi olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşı karşıya olduğumuz bu büyük sorunu çözmesi bir başkasına göre çok çok daha kolaydır ama benden sonrası tufan derse, devletin yeni bir fetret dönemine girmesi kaçınılmazdır.
Bir gelenekten bahisle bitirelim. Askeri liseler Osmanlı’nın devşirme geleneğinin Cumhuriyetteki devamıydı. Bizim gibi devşirmelerin soyu tükenmek üzere. Devşirmeleriniz yoksa arkanızı dayayacağınız, gözü kapalı güveneceğiniz, ihtiyaç olduğunda ölüme göndereceğiniz adamlarınız yoksa 21’inci yüzyılın savaşa gebe dünyasında ayakta kalamazsınız.
Şeyhine eğilen adamlarla varılacak nokta bellidir…
Sn. Başıbüyük, Yazınızdaki bir çok vurgulamalara katılmamak elde değil. Fakat bazı konuları eklemek isterim.
Timur Yıldırım Bayazıt tan daha fazla Türk tür. Daha iyi komutandır.daha iyi sezgisi vardır ve strateji dehasıdır.Yıldırım, orduda iyi bir subay olabilecek yetenekte biridir. Ama lider değildir. İnebolu savaşı galibiyeti ayaklarını yerden kesmiştir ama Ankara savaşındaki rakibi Türk bir komutandır ve Türk savaş stratejilerine göre hareket eder. Yıldırımın ordusu ise Roma ordusu kopyasıdır ve yaya asker vardır. Ona Anadoluyu dolaştırarak yorduktan sonra savaşa gireceğini bildiği için ovadaki yüksek yeri kapar. Yıldırımın lalasına kadar varan casus teşkilatıyla çok önceden onun gücünü hesaplamıştır. Ayrıca Osmanlı ordusundan ayrılan kuvvetler Türk kuvvetleridir ve Timur un dostudurlar. Yıldırım bunu göremeyecek kadar olaydan habersiz dir. Daha bir çok hataları vardır bu savaşta ama burası uygun değil. Çelebi mehmet in derdi ise bilindiği üzere tarikat sorunudur. Ayaklanan Şeyh Bedrettin kuvvetleri(börklüce) epey yıpratmıştır yeni kurulan birliği işi sıkı tutması ondandır.Saygılar